Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Ekim '12

 
Kategori
Öykü
 

Sürüngenlerin Şöleni

Sürüngenlerin Şöleni
 

Sodom ve Gomorra'dan (Alessandro Bavari)


Bulutlar yerinden oynadı

Gökler inim inledi

Havanın kapakları ters döndü

İkiye bölündü gökkuşağı

Menteşeleri söküldü ayın

(Kalavela, Fin Destanı, Runo 19: 246-250)

Çok çirkin ve korkunçtular. Erkekleri ayrı bir çirkin, dişileri ayrı bir çirkindi. Aymaz, arlanmaz ve yüzsüzdüler. Bir ırmak boyu ağızları, gemi uzunluğu sırtlarıyla dev sürüngenleri andırıyorlardı. Dişi canavarlar kafaları kozaya sarılı iri gözlü asalaklara benziyordu. Yavruları da pisliklerde sevinçle kaynaşan larvalar ya da sülükler gibiydi.

Büyük yeşil tahtlarda, görkemli, erişilmez konutlarda egemenlik sürüyorlar, sürekli küfrediyor, en iğrenç yalanları söylüyorlardı. Ellerinde kanla dolu gümüş kupalar,  kristal kadehler vardı. İpek kumaş ve atlastan parlak elbiseler giymişlerdi. Dişi canavarlar yeryüzü fahişelerine nispet yaparcasına omuzlarına kadar altın bilezikler, gümüş, pırlanta takılar, yakut ve inci kolyelerle bezenmişti. Davetten davete, düğünden düğüne, eğlenceden eğlenceye koşuyorlardı.

Tahtların çevresinde milyonlarca aç, sefil, her ulustan büyük bir kalabalık, o gösterişli konutlara, süslü masalara ulaşmak umuduyla "sizinle gurur duyuyoruz, beni de alın, beni alın" diye yalvarıyor, çoluk çocuk demeden acımasızca birbirini eziyordu. Sürüngenler ve asalaklar büyük bir kurumla salyalarını akıtarak çevrelerine gülücükler saçıyor, şölenden arta kalan kemikleri ve çer çöpü sanki yüce bir bağışta bulunuyormuş gibi çalımla kalabalıklara fırlatıyorlardı.

Bu dev canavarlar aslında insan eti, kan ve canla besleniyorlardı. Fakat bunu kalabalıklardan gizliyorlardı. Yedikçe yiyor, içtikçe içiyor, şiştikçe şişiyor, bir türlü doymak bilmiyor, sarhoş gibi sendeliyor, katıla katıla gülüyorlardı. Gülmekten gözlerinden yağlı yaşlar fışkırıyordu.

Çoğuldular. Egemendiler. Dokunulmazdılar. Tüm su başlarını, köşe başlarını tutmuşlardı. Kimseye göz açtırmıyor, aman vermiyor, kendilerinden olmayanları yırtıcı köpekleri, kopoyları, uşakları, korumaları acımasızca parçalıyor, eziyordu. Toprak onların ağzından çıkan sövgü ve martavallarla kargışlanmış, ülke  baştan başa alev alev yanıyordu.

İnsancıklar elem ve umutsuzluktan çıldırmış gibiydi. Oğullar annelerini öldürüyor, babalar kızlarını azgın sulara atıyor, çoluk çocuk ölesiye birbirini boğazlıyordu. Aileler dağılıyor, konu komşuyu çekemiyor, herkes çalışmadan kazanmanın, okumadan bilmenin, çalıp çırpmanın, günü kurtarmanın, birbirini yok etmenin planlarını yapıyordu. Her yer öfke, kötülük,  nefret,  şiddet, kan, leş ve ölüm kokuyordu.

Sodom ve Gomorra'nın son günlerini anımsatan bu inanılmaz manzara karşısında korkudan dizlerimin bağı çözüldü ve düştüm. Tinime yayılan ağır bir bulantıyla bilincimi yitirmek üzereyken korkunç sürüngenlerden birinin  bana doğru yaklaştığını fark ettim. Islığa benzer kalın bir fısıltıyla  “Korkma, çünkü senin aklını, yüreğini, ruhunu  yedik ve artık korkmayacaksın” dedi. Beni kaldırıp oturttu. Yaratık ağzını açtıkça, ortalığa çürük yumurta,  lağım, dışkı ve ömrümde bugüne kadar hiç duymadığım tiksinç kokular yayılıyordu.

Ve baktım ve işte: Tüm o pırıl pırıl elbiselerin altında bedeni deve menisi, minare gölgesi, örümcek bağırsağı, yeşil dolarlarla kaplı, ayakları takunyalı çakal pençesi, gözleri kanlı yılan gözü idi. Tüm sürüngenler kaygısızca yan gelip yatıyorlardı. Ancak, günde beş kez yerlerinden doğrulup sıvazlanma hareketleri yapıyor, güya temizlendiklerini sanıp her yere diktikleri sesbüyütenlerle büzüğü patlamış fil gibi böğürüyorlardı. Yürüdükleri ve dokundukları yerlerde pıhtılaşmış kan rengi izler bırakıyorlardı. Bu izler genç insanların, savaşçıların, ozanların, bilgelerin, yazarların, kahramanların kanıydı. Onlara baktım ve ağız dolusu kustum. Yaratık son kez beni  kucakladı ve artık hiç bir şey duyumsamaz oldum.

Gözlerimi kapattım. Tek isteğim bir an önce ölmek ve yok olmaktı. Çünkü onlarla savaşabilecek gücüm yoktu ve ortalıkta artık tek bir yiğit, tek bir savaşçı kalmamıştı. Hepsi dipsiz kuyulara diri diri gömülmüş, öldürülmüş veya ölmüştü.  Aslanlı Yol yiğitlerin cesetleriyle doluydu.  Ölmüş olanlar da gömütlerden çıkarılarak herkesin gözü önünde parça parça edilmiş, kimse tepki vermemişti. Direnmeye çalışan bir avuç savaşçının çoğu karanlık zindanlara atılmış, bir bölümü kafes içinde kafalarına çuval geçirilerek ve elleri ayakları zincirlenerek Kaf dağına sürgüne gönderilmişti.

Bir çığlık bir uçtan bir uca geride kalanların usunda yankılanıyordu: "Bu dev sürüngenleri kim yenebilir? Kim bunlarla savaşabilir? Bizi bunlardan kim kurtarabilir? Bunları kim durdurabilir.?"

Can ve mal derdine düşmüş kalabalıklardan ses seda çıkmıyordu. Ağızlar kenetlenmiş, gözlere mil çekilmiş, beyinler uyuşmuş, yürekler mühürlenmişti. Herkes afsunlanmış gibi başını öne eğmiş sessizce ağlıyor,  boynu bükük öylecene duruyordu. Öfke ve yılgınlıktan ben de çok ağlıyor, bağırmak istiyordum, ama sesim çıkmıyordu. Sesim cılız bir fare sesi gibi olmuştu. Sürüngenlerin çıkardığı ayyuka ve yaygaradan sesimi kimse duymuyordu. Ben de kimsenin sesini duyamıyordum...

...

Uyandığımda önce uzaklardaki bulutları gördüm. Rahat, sakin, pembe, buğulu Nimbüsler. Yatağın altından yukarı bakıyordum. Çıplak ve yalnızdım. Ayaklarım ve ellerim çıplaktı. Tenim ve tinim çıplaktı. Bütün gece yağmur yağmıştı veya ben öyle olmasını istemiştim. Yılın son aylarıydı ama ben yazı özlemeye başlamıştım. Bir yandan da kar yağmasını istiyordum. Neyse ki tüm bunlar bir sanrıydı ve gerçek değildi. Kalkıp dışarı baktım:

Bu olamazdı! İşte oradaydılar! Bu bir düş değildi! Sürüngenlerin şöleni ve kanlı cümbüş olanca hızıyla sürmekteydi. Bedeni olmayan ateşten tinler kanlı bir mengeneyle sıkıştırılıyordu. Çarpan yürekler durmuştu. Artık yas tutan yoktu. Kahramanların, gazilerin, şehitlerin isimleri tüm yapı, cadde ve sokaklardan zafer naralarıyla siliniyor,  öfke ve hırsla bellekler kazınıyor, yerlerine küfür isimleri yazılıyor, uyduruk yazılar, Şeytanın değişik imleri ve simgeleri konuyordu. Aslanlı Yoldaki  heykeller parçalandıktan sonra bu kere iş makinaları ve buldozerler Rasattepe'deki son hedefe yöneliyorlardı…

 

 

 
Toplam blog
: 129
: 1871
Kayıt tarihi
: 27.07.06
 
 

1968 yılından bu yana dinler tarihi, mitoloji, sosyoloji, antropoloji, dinbilim, teozofi, metafiz..