Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

13 Şubat '08

 
Kategori
Deneme
 

Susa pusa kusa yazmak

Susa pusa kusa yazmak
 

Neden yazdığımı bilmiyorum. Tam ve kesin bir özgürlük içinde olunamayan hiçbir şeyi sevmiyorum. Uzlaşamıyorum, doğama aykırı.

Yazmak, özgürce olabilir ve kişiyi öteler, doğrudur. Ama, derhal yırtıp atmak koşuluyla! Hür ve mahkum edilmeden yapılabilecek tek şey düşünmek bu dünyada. Ama, kimseye söylememek koşuluyla!

Kuracağım tek bir cümleyle anında hakkımda tutuklama kararı çıkarttırabilirim örneğin. Peki ne maksatla? Kendimi cesur ve işe yaramış hissedip, egomu mu pohpohlayacağım? Yanıtları ‘işlerine geldiği gibi’ anlayacak sorgucuların, peşinen anladıkları ‘gibisine’ gıyaben uygulayacakları, kişisiz kişiliksiz ceza maddeleri, gözaltılar, tutsaklıklar… Hayır, o şekilde mutlu olabileceğimi düşünmüyorum.

Korkaklık addedilecektir şimdi bir zümrece bu söylediklerim. Sairlerince ise ‘aferin işte, ne gerek var, durun şöyle uslu uslu’ ferahlamasına mahal verir cinstendir.

Kimin umurunda? Benim kimseye yaranma derdim yok! Var olan her şeye aynı mesafede yakın, görece; uzağım. Sempatim yahut karşı yargılarım olduğunda, bunların geçici olduğunu aklımda tutarım.

Varoluş bireyseldir. Maddesel anlamda, yalnız doğar, yalnız ölürüz. Ve hiç kimse aslında, başka hiç kimse için bir şey yapamaz. Yaptığımızı sanıp, egomuzu kaşırız sıkça. Oysa yardım ‘doğal’ değil!

Tabii yardım derken, evvela hangi eylemleri ‘yardımcı olmak’ diye nitelendirdiğimizi açıklığa kavuşturmak lazım gelir. Bu da etik konusuna girer ki tam bir sentez olanaksızdır. “İnsanın tercihlerine ve davranışlarına yol gösteren değerler sistemini” tanımlayan etik düşüncede cevaplar, insanların diğer insanlara nasıl davranmaları gerektiğini belirler. “İnsan sayısı kadar etik değerler sistemi olmalıdır o halde” diye belirtmiştir ayan gerçeği bir üstat.

İnsanlık olarak en büyük sorunumuz, sapla samanı ayıramamak meselesidir bence. Bugün benim yapacağım bir şey varsa, bunu yalnız ben yapabiliyorsam, yapmak zorundayımdır. Akış budur! Birileri minnet duysun diye değil, başka çaresi olmadığından. Gerisi etik manüplasyonların güç isteminden öte mana içermez.

Bir sofrada yemekteysek, senin iki kolun yoksa, ben hem kendi yemeğimi yerim, hem de seninkini yediririm. Bunun, benim ‘iyi’ ya da ‘yardımsever’ olmamla alakası yoktur. Birlikte oturmuşuz ve benim kollarım var, bu kadar basit! Ne sen beni sömürüyorsun, ne ben herhangi tamah girişimindeyim. Karnımızı doyurmaya karar verdik, doyurduk. Hesabın ortaklaşa ödenecek olması ön koşul tabii, ego tokuşturmuyoruz, yemek yiyoruz alt tarafı!

Almak ve vermek arasındaki dengeyi bulamamış olmak, kantarı kaçırmak bir sürü iş açar başımıza. Doğada, bu kendiliğinden bir döngüdür, hesap yapılmaz üstüne.

Ne için atacağım kendimi ortalara? ‘Ben de varım’ demek için mi? Eh, ben bunu biliyorum zaten. Yırtınıyorsam göstereyim diye, demek ki bilmiyorum! ‘Sen de var ol’ diye mi? Eh, bunu da biliyorum. O noktada zıplıyorsam yerimden onaylamak yalanıyla, işte o zaman şüphe et benden. Vardır bir çıkarım, hesabım!

Varlığını doğrulama gereksinimim, kendiminkini ispatlama çılgınlığıma hizmet edecektir. Sonra da göz önüne çıkıp onurlandırılmayı mı bekleyeceğim? “Ne olur biraz tatmin!”

Aç değilim. İnsanoğlunun birbirini yiyerek de doyacağına inanmıyorum. Bu, iştahları daha fazla kabartmaktan başka bir işe yaramaz. Niye yazıyorum? Bir sebebi yok. Kimsenin yazdıklarıma iyi yahut kötü yaftasını yapıştırmasına aldırmam. Kıyas kim, mihengi nedir? Akademi? Önce insan vardı, sonra okul! Şahısların birbiriyle mukayesesi zaten abesle iştigal, dünyalar ayrı, her birey benzersiz. Kolektif bilinç var tamam, ancak o da elbette durağan değil. Bireye nazaran geriden gelse de kendi dinamizmine sahip.

Yarın artık suçtan sayılmayacak mahkumiyetlere çanak tutamam. Yasaları kim koyuyor? Ne zaman neye göre değişiyor? Bilinen konular bunlar. Hepsi insan işi. Demek ki değişebilir. Ben de sürekli değişip gelişmekteyim. Eşzamanlı birikemezsem ne olacak? Pişmanlık yasasını mı bekleyeceğim? Hadi çıktı yasa, ben pişmanlığımdan pişman oldum?

İşte bunlar toplumsal değil. İki kör kütük aşık, anne evlat tüm yaşam konusunda anlaşamıyorlar, değil ki değişebilir herhangi bir fikre ömür adayıp nefer olmak! Oldular, tarih böyle hikayelerle dolu. Netice? Ciddi bir aymazlık var. Netice ortada, görene tabii.

Sosyalliğe, toplumsal yaşayışa karşı filan değilim bu arada. Olsam, çıkardım bir dağın başına, geçirirdim ömrümü.Burada, içinde öğreniyoruz, olgunlaşıyoruz, pişiyoruz yaşamın. Yansıya yansıya. Ders çoook! Dağ başında kolay, burada öğreneceksin. Taşkınlıklara lafım. Yazık oluyor.

Aklımdan her geçeni yazsam, ben de taşmış olurum! Taşanını da görmedim hani, aklıselim, sağduyulu, taştıkça kap dolduran. Göreli ve süreli örneklerle antikçağda kalmış onlar, bir de Rönesans. Gerisi etik ve etnik hikaye.

Bir sorumluluk taşımıyorum bu anlamda. “Sorumluluk, alanındır!” Aydın sorumluluğu da nedir? Benim ışığım bana kadar! Senin gözünü de kamaştırabilir, loşluğundan duvara da toslatabilir. Sınırı mı var bunun?

Her bir beşer, kendine karşı sorumlu hissedip, kendi içinde kendini, bilincini yüceltse genişletse, içindeki çatışmayı çözse, sonuçları topluma da yansıyacaktır zaten. her şeyin güllük gülistanlık olması için toplumsal değil, bireysel aydınlanma elzemdir. Toplum bireylerden oluşur, apayrı bir yaratıkmış gibi görülmekten vazgeçilse artık! Bunca kaos, bireylerin bizatihi iç çatışmalarının yansıması.

Kendimizi tanımıyoruz, onaylamıyoruz, sevmiyoruz. Kendimizle barışık değiliz, ulaşamıyoruz. Hal böyle olunca, içinde kendimizi onaylayacağımız oluşumlar arıyoruz, ki hepsi eksik! O birimler de aynı arayıştaki bireylerden meydana geliyor. İki yarım, ‘insan’ söz konusu olunca, bir tam etmiyor!

 
Toplam blog
: 20
: 482
Kayıt tarihi
: 04.02.08
 
 

1975 İstanbul doğumluyum. Antalya'da yaşıyorum. ..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara