- Kategori
- Anılar
Tahtakurusu

Vapurda kucağında; poz verirken bağrında mutlu görünüyor babasının ilk kuzusu. Polis Avni ve kızı
İstanbul’a her yaz olduğu gibi vapurla gidiyoruz.
Acayip ağır deri bavulların yanı sıra bir de kilime sarılı şilte dengimiz bize eşlik ediyor.
(Denk: Eskiden yastık şilte yorgan vb. iplerle sarıldıktan sonra taşınır hale getirilmesi… Seyahatlerde bir nevi eşya taşıma yöntemi)
Kamara kiralamak çok pahalı olduğundan; memur maaşı bunu karşılamaya yetmemiş olacak ki; vapurun en üstünde, yanları üstü kapalı hangar gibi bir yerde; bizim gibi çoluklu çocuklu aileler uygun gördükleri köşelerde yanlarında getirdikleri “Denkleri” açtıktan sonra yerlere seriyorlar.
Çocuklar: Keyifle oynuyorlar; sonra annelerin sunduğu kurabiye poğaça kaynamış yumurtaları iştahla midelerine indiriyorlar.
Ben onlara imrenmiyorum.
İştahım keyfim yok.
Beş yaşlarında olmama rağmen kapris yapıyorum.
Kamarada kalmak istiyorum; çünkü babamla sadece ikimiz İstanbul’a gittiğimizde hep kamarada kalıyorduk.
Ailecek gittiğimizde; kilimlerin üzerinde bir sürü yabancı insanlarla birlikte bu hangar gibi yerde; neden yerlerde oturmak zorunda kalıyoruz anlam veremiyorum.
İstanbul Bakırköy sinir ve ruh hastalıkları hastanesine sevk edilen muzdaripleri: Polis memuru babam; kelepçe takmadan, ikna gücüyle, aynı dilden konuşarak, nakil işlemlerini oldukça başarılı bir şekilde gerçekleştirirdi.
Amirleri ona bu tür görevleri sık sık verirlerdi.
Anasını, evladını boğazlayanlar; oturdukları yalıyı kundaklayanlar; krize girdiklerinde çatılardan inmeyenler…
Benim aklımda tek bir sima kaldı.
Çok güzel; güzel sesli sarışın, incecik gencecik…
“Seni meşhur edeceğim” Sözü verildikten sonra iğfal edilmiş bir genç kız.
Yirmi saat boyunca munis bir melek… Bir anda uzun boyalı tırnaklarıyla karşısında kim olursa olsun, onu parçalamaya hazır bir canavar!
Yolculuk esnasında onun böyle bir krize girdiğini duydum ama babam onu o halde görmemi engellemişti.
Daha sonra onunla birlikte kısa bir süre oyun oynadık; do re mi fa hakkında bana bilgi vermeye çalıştı; anlamış gibi yaptım. Gülümsemesi “anlamadığımı anladığını” bana anlatıyordu.
Adını bile hatırlıyorum.
Ben bu tür iş seyahatlerinde babama hep eşlik ederdim.
Amirleri biliyor muydu? Bilmiyorum.
Hastanın kendi kamarası vardı.
Babamla bizim de ayrı bir kamaramız.
Benim için ayrı bir ücret ödenmediğini ileriki yıllarda öğrendim.
Annemin vefatına kadar; babamla aramızdaki sevgi bağı çok derindi.
Ben 24. Eylül’de sadece annemi değil; bu çözülmez gibi görünen bağları da yitirdim…
Bu düşünce şimdi nerden aklıma geldi; ne garip, konumuzla hiç alakası da yok… Her neyse; ben en iyisi kaldığım yerden devam edeyim.
İlk çocuk belki de o yüzden farklı bir ilgi gösterirdi.
Ne söylerse söylesin, ne anlatırsa anlatsın onu hemen anlardım.
Kaput dediği o ağır paltosuna bile hayrandım.
“Kaldığımız yerden devam edecektik, ne oluyor?”
“Tamam, İlhami haklısın; şu anılar kategorisi… Bazen yüreğimi… Dağlıyor”
Yuvarlak pencereli; iki katlı karyolası kapısı olan kamaranın hasretini çekiyorum; kimin yüzünden, neden?
Annem ve her zaman zır zır ağlayan kardeşim de bizimle birlikte geliyorlar da ondan…
O benim ilk kız kardeşim, ona bir türlü alışamadım.
Annemin ona gösterdiği ihtimama da…
İki yaşında koskoca kız; hâlâ meme emiyor. Ben utanıyorum.
Çocuk aklı, hey gidi günler…
Tatile gittiğimiz, özel bir gezi olduğu, paramız yetmediği; gibi ayrıntıları düşünecek halde ve olgunlukta değilim.
Babaanneme; bostanlı tek katlı mürdüm erikli bahçeye kavuşmak, cız bız köfteler bana kamarayı unutturdu ve tam neşem yerine geliyordu ki…
Yakın bir tanıdığın daveti üzerine birkaç günlüğüne Vefa sırtlarında ahşap bir evde konaklamak zorunda bırakıldım.
“Onlar gitsin, ben seninle kalayım babaanneciğim” gözyaşları fayda etmedi…
Gündüzleri bir nebze çekilir olsa da bu misafirlik; geceleri benim yaşamımın ilk kâbusları olmuştu.
Beyaz cibinlik altında yer yatağında; hep birlikte uyumak; buna itiraz etme hakkım yoktu çünkü başka yatacak yer yoktu.
Işıklar söner sönmez beni bir kaşıntı tutmuştu ki; babayı uyandırmak, zılgıt yemek korkusunu bile sollamıştı.
Işığı yakar yakmaz gördüğüm manzara beni çılgına çevirdi.
Ağır aksak irili ufaklı iğrenç görünüşlü yaratıklar iştahla kanımızı emiyorlardı ve tüm ailem horul horul uyuyordu.
Ne yapacağımı şaşırmadım. Onları tek tek elimle toplamaya başladım.
Ezildikleri anda; tarifi mümkün olmayan kokular salanları cibinliğe yapıştırıyordum. Beyaz cibinlik: Kırmızı noktalarla bezenince, içimi bir korku sardı.
“Kim kirletti bu cibinliği böyle” Sabahleyin bu soruya muhatap olmamak için (artık çok geçti, buna rağmen) savaş taktiğimi değiştirdim.
Yer yatağının yanı başında duran yarı dolu kardeşim zır zırın biberonuna; yakaladıklarımı başladım doldurmaya…
Hiç kimse uyanmamıştı, temizlik işi bittikten sonra bir kenara kıvrıldım yorulmuştum yine de ellerimin kokusundan gözüme uyku girmedi.
Kan emicilerin adını; ertesi sabah ev ahalisi hiç durmadan tiksinerek yâd etti… Cibinlik kızamık çıkaran çocuklara dönmüştü.
Köpeklerdeki keneler dışında; insanın gece vakti kanını emen bu vampirlerle ilk kez tanışmıştım.
Bilmem neden, bu ağırkanlı vampirciklerin adını söylemek hoşuma gitmiyordu.
Yine de içten içe vicdanım beni yokluyordu…
Küçük halamın sözlerinden de etkilenmiş olabilirim.
“ Valla abi senin bu kızın var ya alimallah… Bir şişe dolusu tahtakurusu toplamış”
Rüyada bit görmek berekettir derler…
Ben ne rüyamda ne de hayatım boyunca…
Kanım bile bitlenmedi ama o tahtakuruları… Onları asla unutamayacağım…
Onlar da tarihe karıştı…
İçimizden kaç kişi onlarla tanıştı?
İşte yaş almanın avantajları!
Güle güle 2009 hak ettiklerini, listende olanları aldın gidiyorsun; sana sitem edemem sen de bir emir kulusun.
29. 12. 2009 Salı
Alev Meisel İzmir’den