Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Şubat '15

 
Kategori
Felsefe
 

Tarihi “tekerrür” diye tarif ediyorlar; hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?

PAZAR, PAZAR

08.02.2015

TARİH”İ “TEKERRÜR” DİYE TARİF EDİYORLAR; HİÇ İBRET ALINSAYDI, TEKERRÜR MÜ EDERDİ?

1950 yılı Mayıs’ı siyasi tarihimize, CHP’nin iktidardan düşerek DP’nin iktidara geçtiği, Cumhuriyet döneminde ilk kez siyasî iktidarın seçimlerle el değiştirdiği bir tarih olarak geçer. Hiç şüphesiz doğrudur; ama eksik.

Eksiktir; çünkü aynı tarihte, CHP’nin iktidardan düşmesi kadar “trajik”, DP’nin seçimleri kazanması kadar “sükseli” olmasa da çok önemli bir dönüşüm daha yaşanmıştır: 1950 seçimleriyle birlikte, Cumhurbaşkanları ile Başbakanlar arasında -1923-1950 arasında geçerli- siyasî güç dengesi baştan aşağı değişmeye başlamış; o günden bu güne, artık, siyaset Başbakanlar üzerinden okunmaya, siyasal sistemin temel aktörü, belirleyicisi Başbakanlar olmaya başlamışlardır. Bu tarihi, siyasetin başat figürü olarak “Başbakanlık”ın doğduğu tarih olarak kaydetmek; bu anlamdaki ilk Başbakan’ın da Adnan Menderes olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

***

22 Mayıs 1950 tarihinde Refik Koraltan başkanlığında açılan Meclis’in ilk işi, Cumhurbaşkanlığı seçimidir. Meclis, DP Genel Başkanı Celal Bayar’ı Cumhurbaşkanı seçer. Cumhurbaşkanı’nın ilk işi ise Aydın Milletvekili Adnan Menderes’i hükümeti kurmakla görevlendirmek olur. Meclis Başkanı Koraltan’ın oturuma 20 dakika ara vermesinden sonra, hükümetin tayin edildiğine dâir CumhurbaşkanlığıTezkeresi okunur. Bu tezkere, sadece Menderes Hükümeti’nin tayinini değil; CHP iktidarının da de fiilî ve hukukî anlamda sona erdiğini işaret etmektedir.

***

Cumhuriyet’in ilanından Atatürk’ün vefatına kadar geçen sürede, istisnalar hariç tutulursa Başbakanlık koltuğunda sadece İsmet İnönü oturmuştur. Bunun ilk istisnası, İnönü’nün 22 Kasım 1924’deki istifasıdır. Ardından kurulan Fethi Okyar Hükümeti yaklaşık dört ay görev yaptıktan sonra istifa etmiş ve İsmet İnönü 3 Mart 1925’de tekrar Başbakanlık koltuğuna oturmuştur. İnönü bu görevine, kesintisiz olarak 1 Kasım 1937 yılına kadar devam etmiş ve bu tarihte Başbakanlık’tan ayrılarak yerini Celal Bayar’a bırakmıştır. İnönü, yaklaşık bir yıl sonra, Atatürk’ün vefatının ardından, 11 Kasım 1938’den, 22 Mayıs 1950 tarihine kadar Cumhurbaşkanlığı makamında görev yapmıştır. İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı’nın ilk aylarında 25 Ocak 1939 tarihine kadar Celal Bayar Başbakanlık koltuğunda oturmuş; bu tarihte istifa eden Bayar, koltuğunu, Refik Saydam’a bırakmıştır. Cumhurbaşkanı İnönü, 8 Temmuz 1942 yılına kadar Refik Saydam ile 1946 yılı Ağustos ayına kadar Şükrü Saraçoğlu ile geri kalan dört yıllık görev süresince de kısa dönemler itibariyle Hasan Saka, Recep Peker ve en son olarak da Şemsettin Günaltay ile çalışmıştır. Hiç kuşkusuz her biri siyasal yaşamımızda önemli; siyasi ağırlıkları olan isimlerdir.

Menderes’in Başbakanlığa, Bayar’ın Cumhurbaşkanlığı makamlarına gelmeleri ile Türkiye’de bir Başbakan’ın doğduğu şeklindeki iddiâ yanlış değerlendirilmemelidir. Başbakanlar erken dönem Cumhuriyet tarihimizde de hayli önemli sîmâlardır ve bir siyasî ağırlıkları vardır. Erken Cumhuriyet döneminde de Başbakanlar, sadece Cumhurbaşkanı’nın emirlerini yerine getiren emir erleri (memurlar) gibi davranmamışlar, her zaman bir siyasî ağırlığa sahip olmuşlardır. Ancak bu, erken Cumhuriyet döneminde Cumhurbaşkanlarının hem parti örgütü, dolayısıyla TBMM grubu ve genel anlamda siyasetin belirleyicisi, hâkimi oldukları gerçeğini değiştirmemiştir: Menderes’in Başbakanlık döneminde kadar siyasetin şoför koltuğunda Cumhurbaşkanları oturur; 1950’den sonra siyaset otobüsünün kaptanı istisnasız değişir.

Cumhurbaşkanı’nın siyasî pozisyon ve sıkletindeki değişime dâir ilk izleri, CHP’nin Mayıs 1946 gerçekleştirilen kurultayındaki tüzük değişikliklerinde bulmak mümkündür. Bu kurultayda Değişmez Genel Başkanlık statüsü kaldırılmış; Genel Başkan’ın, parti milletvekilleri arasından dört yıllık bir süre ile seçilmesine karar verilmişti. Ancak bu değişiklik, ismi ve statüsü ne olursa olsun, İsmet İnönü’nün iktidardan ayrıldığı tarihe kadar, hem Cumhurbaşkanı hem de CHP Genel Başkanı olarak siyasetin temel belirleyicisi olduğu ve parti örgütü üzerinde de kesin bir hâkimiyete sahip olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir. Hattâ bu durum, 1947 Temmuz’unda, basında yer alan beyannamesinde vaad ettiği gibi“…her iki partiye karşı müsavi derecede vazifeli” olduğunu belirttiği dönemde bile değişmemiş, aynı kalmıştır.

DP’nin iktidara gelişi ile birlikte Başbakan ve Cumhurbaşkanı arasındaki güç dengesinin göreli olarak değişmesine imkân veren ayrıntı ise, DP’nin 7-11 Ocak 1947 tarihinde toplanan Birinci Büyük Kongresi’nde Ana Davalar Komisyonu’nca kabul edilen Hürriyet Misakı’nın 3. maddesinde yer alan ve parti nizamnamesine de eklenen Cumhurbaşkanlığı ile Parti Genel Başkanlığı’nın birbirinden ayrılması kuralıdır. Hürriyet Misakı’nın üçüncü maddesi şöyledir:

Devlet Reisliği ile fiilî parti reisliğinin bir zat uhdesinde birleşmemesi esasının kabullü… seçim kanunun vatandaş iradesinin serbest tecellisini, reylerin masuniyetini teminat altında bulunduracak şekilde tadilinin temini, Anayasaya uygun olmıyan kanun hükümlerinin kaldırılması ve idare cihazının tarafsızlığından doğan ve bir arada mütalâsı her vatandaşın yüreğini sızlatan, endişeye düşüren idari tasarrufların nihayete ermesinin ilk şartı olmak bakımından da Devlet Reisliği ile fiili parti reisliğinin bir zatın uhdesinde birleşmemesinin kabulü millî hakimiyet esasının zaruretleri olarak tespit edilmiş ve bu meseleler karşısında parti grubumuzun Meclisteki durumunun günün şartlarına göre mütalaa edilerek bu hususta bir karar alınması yüksek heyetinize bırakılmış bulunmaktadır.

DP, muhalefette olduğu bu dönemde, cumhurbaşkanlığı ile parti genel başkanlığı makamlarını kesin çizgilerle birbirinden ayırmakta ve parti genel başkanlığını, diğer bir ifade ile parti örgütü ve TBMM grubu üzerindeki denetim ve hâkimiyeti başbakana bırakmaktadır. Bunu, muhalefetteki DP’nin, İsmet İnönü’nün hem Cumhurbaşkanı hem de CHP Genel Başkanı olmasına bir tepki olarak okumak daha doğru olacaktır.

DP’nin iktidara gelişi ile birlikte gerçekleşen ise her ikisi de önemli siyasî ağırlıklara sahip Cumhurbaşkanı ve Başbakan arasındaki güç dengesinin göreli değişimidir. Bu uygulama, sadece DP iktidarı ile de sınırlı kalmayacak; siyasetin başbakanlar eliyle belirlenmesi ve parti TBMM grubu üzerindeki hâkimiyetin yine onlar ve çevreleri aracılığıyla tesis edilmeleri günümüze kadar devam edecektir. Bu, o kadar belirgin bir dönüşümdür ki, başbakanların siyasal yapının başat gücü olmaları durumu, darbelerin ardından Cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden muktedir emekli askerler döneminde dahi değişmeyecektir.

Cumhurbaşkanları ile Başbakanlar arasındaki siyasi güç dengesindeki göreli değişimi sağlayan, Cumhurbaşkanlarının partilerinden istifa ederek, hukuken de olsa parti Genel Başkanlığı’nı Başbakanlara bırakmaları; Başbakanların, TBMM’deki gücü de, Milletvekili Genel Seçimleri’nde partilerinin müstakbel milletvekilleri olacak Milletvekili Aday Adayları’nı belirleme yetkisinden kaynaklanmadır. Aslında çoğu partide bu yetki, Kongre’de seçilen Merkez Karar Yönetim Kurulu’na aittir; ancak o kurulun da başkanı olarak parti Genel Başkanı, partisinin Milletvekili Aday Adayları’nın belirlenmesi sürecinde de hâkim bir güce sahiptir.

Basitleştirerek ve farklı partilerdeki nüansları dikkate almayarak süreci şöyle özetleyelim. Parti Genel Başkanı, parti teşkilatları, dolayısıyla Büyük Kongre’de oy kullanacak delegeler üzerinde etkilidir. Delegeler, Genel Başkan, ve Kongre’den sonra en üst karar mercii olan Merkez Karar Yürütme Kurulu’nun teşkilinde; Merkez Karar Yürütme Kurulu, Milletvekili Aday Adayları’nın belirlenmesi sürecinde belirleyicidirler. Aslında aradaki mekanizmaların pek de bir önemi yoktur: Partilerin kendi içlerindeki siyasal kırılma  ve yeni bir adayın Genel Başkan olarak zuhur etmesi dönemleri dışındaki olağan süreçlerde parti Genel Başkanı, o partinin milletvekilleri üzerinde doğrudan söz sahibidir. Yine olağandışı dönemler bir kenara konulursa, partinin Genel Başkanı ile uyum içerisinde olmayan kişinin, en azından o parti içerisinde bir siyasi geleceğinden, o parti içerisinden tekrar milletvekili aday adayı olabilme şansından bahsetmek neredeyse imkânsızdır.

Bu “de facto” durum,  parti içerisindeki hamilik ilişkilerinin de doğrudan belirleyicisidir. Partinin, Cumhurbaşkanı olarak seçtiği (eski) Genel Başkanı artık, bir sonraki seçimde Milletvekili Aday Adayları’nı belirleme yetkisine sahip olamayacaktır. Hatta, parti kongresi üzerindeki etkisi de o kadar sallantılıdır ki, Cumhurbaşkanı olduğunda partisi üzerinde hâlâ denetimi tesis edebilmek için Genel Başkanlığa seçtirerek partisini emanet ettiği yeni Genel Başkan’ın bile bir sonraki Kongre’de tekrar Genel Başkan seçilme; o kişi Genel Başkan seçilse bile, eskisi gibi, mevcut Cumhurbaşkanının (eski Genel Başkan’ın) iradesi doğrultusunda o partiyi idare edeceğine dair bir garanti dahi yoktur.

Yukarıda çizmeye çalıştığım tabloya dair reel politik örnek mi  istiyorsunuz: 1950 sonrası Celal Bayar’a bakın, 1980’lerin sonundaki Turgut Özal’ına bakın, 1990 başlarındaki Demirel’e bakın

Tüm bu örneklere bakınca, ileride Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a bakınca ne göreceğinizi göreceksiniz…

Ne diyor Mehmet Akif:

Geçmişten adam hisse kaparmış...  Ne masal şey! 

Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? 

'Tarih'i 'tekerrür' diye tarif ediyorlar; 

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? 

 
Toplam blog
: 38
: 70
Kayıt tarihi
: 08.02.15
 
 

Hacettepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü. Doç. Dr.  Özgür Üniversite ..