Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Nisan '11

 
Kategori
Tarih
 

Tarihimizden: Ölmüş bebeğine meme veren analarımız!

Tarihimizden: Ölmüş bebeğine meme veren analarımız!
 

Tarihimizin en acı sayfalarından biri: Balkan Savaşı..


Son zamanlarda "örgütlü ve bilinçli çabalarla bize kabul ettirilmeye çalışılan ve kısmen de başarı sağlanan tarih” ile “gerçekler” o kadar uzaklaşmaya başladı ki birbirinden. Nasılsa hafızası zayıf bir toplumuz biz! Tarihinden ders almayan, hatta bulunduğu coğrafyada tarihinden en bihaber toplumuz. 

Bu özelliğimiz sayesinde tarih boyunca aynı acıları, aynı sebeplerle defalarca çekmiş ve çekmeye aday bir milletin çocukları olarak, zaman içerisinde emsalsizce bir organizasyonla yavaş yavaş değiştirilen tarihimize nasılsa inanırız biz. 

Umutsuz bir çaba gibi görünse de bugün yine bazı olaylarla tarihimizden küçük bir ışık tutmak istedim: 

Yıl 1912. Ekim ayının sonlarına gelindiğinde Trablus’ta savaştığımız İtalyanlarla anlaşma sağlanması hemen hemen kesinleşince orduda terhisler başlatılıyor. 1889, 1890 ve 1891 doğumlular hariç, diğer 21 sınıfın (her doğum yılı bir sınıf kabul ediliyor) tamamı terhis ediliyor. Oysa bu sırada Balkan Devletleri aylardır Osmanlı’ya karşı savaşa hazırlanmakta. 

Zaten bu terhisin hemen ardından Balkan Devletleri bir nota ile bazı isteklerde bulunup seferberliğe başlayınca, Kasım ayı başında Osmanlı Devleti 26 sınıfın silâhaltına alınmasına karar veriyor. Her tarafta tam bir kargaşa! Çanakkale’de rezalet ve açlık almış yürümüş, bütün dükkânlar Musevî ve Hıristiyanların elinde bulunduğundan ordunun maneviyatını kırmak için ellerinden geleni yapıyor, mal kalmadı diye dükkânları açmıyorlar. 

Bu sırada Harbiye Nezaretinden birliklere yayınlanan emir ise şöyle: “Cenabı Hakkın irade-i ilâhiyesine dayanarak ordumuz en kısa zamanda düşmana taarruz edecek ve düşman ülkelerini istila edecektir. Bunun için zabıtanın bütün üniformalarını ve bütün nişanlarını almaları tamim olunur.”  

Tam bir güler misin ağlar mısın durumu! 

Tabii bilindiği gibi, savaş başladıktan sonra yenilen Osmanlı çekilmeye, Bulgar ordusu ise Edirne’yi geçerek ilerlemeye başlamıştı. O sırada bu cephede savaşmakta olan Teğmen Selahattin* olayları şöyle anlatıyor: 

“Arabalar ve atlarla bir sürü muhacir, kadın, erkek, çoluk çocuk kaçıyorlardı. Çünkü Bulgarlar girdikleri köyleri yakıyorlar, halkını bir yere toplayıp öldürüyorlardı. Yollarda anasını kaybetmiş küçük çocuklar askerlere yapışıp ‘Beni bırakma!’ diye ağlıyorlardı. 

Bu sırada Bulgar zulmünden kaçan Rumeli halkı İstanbul’a doluyor, hastalık ve sefalet kol geziyordu. Rumeli’de katliam devam ediyordu. Yanya, İşkodra ve Edirne kaleleri düşmüştü. İstanbul’da Türk subayı gören Rum ve Ermeni çocukları bağırıyorlardı: ‘Zabit zabit, Bulgar geliyor, kaç!’”  

Bu dönemde yaralanan ve İstanbul’da tedavi gören Teğmen Selahattin’in İstanbul’dan Çatalca’daki birliğine dönerken yollarda gördüğü manzarayı da aktaralım: 

“Yollarda görülen manzara havsalaya sığmayacak kadar feciydi. Bir sürü ölü olduğu gibi kalmış, kokmuş, bir kısmını köpekler yemişti. Osmanlı İmparatorluğunun payitahtına 45 km. mesafede bulunan 100.000 kişilik ordu aç, sefil ve bakımsızdı. Tifüs, kolera, dizanteri askeri kırıp geçiriyordu. 

Hele köyler, köylüler, muhacir kafileleri, yürekler acısıydı. Yolda giderken üç dört kişilik bir kafileye rastladım. Başlarında seksenlik bir ihtiyar.. Kırık bir kağnı arabasında eşya namı adı altında yırtık pırtık şeyler.. Birkaç koyun… Bir köpek… Arabanın yanında genç bir kadın… Kucağında bir çocuk… Hem ağlıyor hem yürüyor.  

İhtiyar benim kendileriyle ilgilendiğimi görünce ‘Efendi’ dedi. ‘Biz Çorlu muhaciriyiz. Ordu kaçarken biz de katıldık. Ama onlar çabuk gitti biz geri kaldık. Bulgar bize yetişti. Damadım genç bir delikanlıydı. Onu gözümüzün önünde öldürdüler. Kızıma tecavüz ettiler. Kız aklını kaçırdı. Ne söylesek anlamıyor, dinlemiyor. Üç gün önce kucağındaki çocuk dondu. Şimdi ölüdür. Ama mütemadiyen bebeğe meme vermeye çalışıyor. Sen söylesen belki işe yarar.’ Kadına yaklaştım: ‘Kızım çocuğun ölmüş, onu bırak’ dedim. Kız bir süre vahşi bir hayvan görmüş gibi baktı. Sonra çocuğunu fırlattı attı.  

İstanbul’a 80 km. ötedeki Çatalca’ya kadar Bulgar gelmişken, bu sırada, 1722 yılından beri dünyanın sayılı eğlence yerlerinden biri haline getirilen Haliç ve Kağıthane’de zevk ve sefa âlemleri devam ediyordu. Ortalık mahşer yeri gibi kalabalıklaşıyordu. Binlerce insan çayırlara yayılmıştı. Çatalca’daki Bulgar topları da bu eğlenceyi kutluyor gibi patlıyordu. Bu bir ibret levhasıydı. Üç milyonluk Türk kitlesini düşman eline bırakmış bir halk, düşmanın top sesleri altında eğleniyordu.” 

İşte böyle.. 

Yurt topraklarını kirli ayaklarıyla ezen, namusuna el uzatan ve her türlü eziyeti yaşatan düşmana karşı bu yaşananların unutturularak ya da bihaber kılınarak, Atatürk’ü eleştirilebilir hale getirmekten başlayıp yerden yere vurma çabasının yaşandığı bir devire ulaşma gayretinin yaşandığı bir dönemdeyiz. 

Örneklerini her gün görüyoruz. Yoksa neden bazı gencecik kızlarımız başka bir milletin idaresi altında dinlerini daha özgür yaşayacaklarını düşünsünler ki? 

Bunu anlatmaya devam edeceğiz.. 

Saygılarımla.. 

* Teğmen Selahattin: Balkan Harbi ve 1. Dünya Harbi'nde İran, Irak ve Kafkas cephelerinde savaşmış, Yüzbaşı iken Bekir Sami Bey'le beraber Milli mücadele için Anadolu'ya geçmiş ve bu sebeple Mustafa Kemal dahil idam cezasına çarptırılmış 10 kişiden birisiydi. 

…………….. 

Kaynak: SELÇUK İlhan, Yüzbaşı Selahattin’in Romanı, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 2004 

 
Toplam blog
: 293
: 1063
Kayıt tarihi
: 07.11.08
 
 

Sporun bir kavgadan çok; ahlak, mücadele, eğitim, zeka ve dürüstlük olduğuna inanıyorum. Doğaya, ..