Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Ocak '17

 
Kategori
Anılar
 

Teneke tezene

Teneke tezene
 

çiçek pasajı 2006 EsraUlas


Az sonra güzellik uykusundan kalkan Sema teyzem elinde bir torbayla salona geldi. “Hoş geldin Âdem oğlum” dedi. Kalkıp elini öptüm. “Ömür yok galiba! Çok sürmez gelir az sonra. Sen keyfine bak; karnın açsa Havva ablan sana bir şeyler hazırlasın” dedi. Teşekkür edip dergileri karıştırmaya koyuldum.
 
Sema teyze elindeki torbayı halının ortasına boşalttı. Torbadan çıkan deri parçalarının oluşturduğu kümenin başına bağdaş kurup çömeldi. Sema Teyze, önüne yaydığı birkaç çeşit renkte kırpık deri parçalarını avuç içi büyüklüğünde düzgün kareler halinde kesiyordu. Hizmetçi Havva, hanımını öyle kırpıklarla uğraşır görünce yardım etmek ister, “Yapacak işim yok hanımım, ben de keseyim mi?”
 
-Sen git bana bir kahve yap; rahmetli kaynanam da kumaş artıklarını atmaz, keser biçer onlardan güzel şeyler yapardı.
-Sen şimdi bunlardan elbise yapıp giycen mi yani?
-Amerika’dan yengem gelecek; gelince görürsün, onun çok tatlı bir kızı var; adı Leyla. Bu kırpıklardan ona bir pantolon dikeceğim. Amerika’da çok modaymış. Sana da yapalım mı kız bir tane?
-Ben hayatta giymem böyle parçalı purçalı!
-Öyleyse sana bunlardan cepli bir önlük çıkarayım.
-Bilmem ki! Misafir önünde giymem bak. Yamalı sanırlar, bilmezler senin modayı?
-Zengin gösterir kız Havva! Hizmetçisi süet deriden özel dikim önlük giyiyor diye kıskanırlar beni.
 
Sema teyze kahvesini içtikten sonra dışarı çıkmıştı. Ömür gelir gelmez, “Baba biz Âdem’le şöyle bir dolaşacağız, anneme söyle gecikmeyiz” dedi; doğru odasına gidip üstünü değiştirdi. Takım elbiselerin içinde çok yakışıklı olmuştu, saçlarını da biryantinlemişti. Zaten doğuştan düzgün fizikli ve yakışıklıydı. Troleybüse atlayıp Beyoğlu’na indik.
 
Çiçek Pasajı’nın Erciyas Birahanesi’nde Ömür’ün iki arkadaşı bizi bekliyordu. Pasaj öyle kalabalıktı ki 4 kişilik masalarda 6-7 kişi sıkışık düzen oturuyor, gene de ayakta bir sürü insan kalıyordu. Garsonlar sipariş tepsisini bazan elden ele gönderiyordu. Ömür’ün arkadaşlarının oturduğu masada iki yabancı vardı. Biz de iliştik bir köşesine. Ömür hemen iki duble rakı ısmarladı.
 
-Ben bira içsem!” dedim.
-Sen ona aldırma”, dedi garsona Ömür.
-Garson bey lütfen bana bira getirin” dedim ve Ömür’ün kulağına uzanıp, “Rakı çarpar beni, alışık değilim; rezil olmak var işin ucunda”, diye ekledim.
Masaya rakı, bira, beyaz peynir, patates kızartması ve kavun geldi. Ömür’ün arkadaşları zaten rakılarını içiyorlardı.
Ömür, “Ölümü öp beni kırarsan” diyerek boş bir bardağa çeyrek kadeh sulandırılmamış rakı boşalttı. İtiraz etmedim, üstelik tadı da içilmeyecek kadar değildi.
Ömür’le Selçuk okulda çıkaracakları dergiden söz açtılar. Ben de bir iki öneride bulundum. Beğendiler.
 
-Darüşşafaka’nın en birinci öğrencisidir ha! Bakma öyle az konuştuğuna”, dedi Ömür. 
 
En birincisi değildim ama en iyilerindendim. İltifat bir hoşuma gitmişti, hemen karşı iltifatta bulunmazsam geri alacaklarmış gibi konuşmalarının arasına dalıp, bağırırcasına, “Galatasaraylı olmak da bir başka heyecandır”, dedim. “Sen ne diyorsun be biz bir an önce okuldan kurtulmak istiyoruz, boş versene, hadi şerefe” diyerek kadehlerini bira bardağımda tınlattılar. Rakının üstüne bira da etkisini hemen göstermişti, açılmıştım; dergi önerilerimi bir fıkrayla bile süslemiştim. Sıkılmadan konuşmak, çevre uyumuna girebilmek beni mutlu etmişti. Birer tane daha içtik, haftaya gene gelmeye söz verdik. Ama benden değildi verilen sözler, tutulan eller… Bir daha ne yazık ki böyle bir muhabbete katılamadım…
 
Masadan kalktığımızda ağırlığımı kaybetmiş gibi oldum. İçimde bir boşluğa düşen ipeksi bir yaprağın ılık rüzgârlara tutunmak ister gibi kımıl kımıl kayışlarını duyuyordum. Deniz dibinde yürür gibiydim. Uçacak gibiydim, fakat uçmuyordum; düşecek gibiydim, fakat düşmüyordum. Ben çabuk sarhoş olurmuşum demek; ama daha önce hiç içmedim ki! Zihnim bana daha açık ve berrak geliyordu; kendime daha çok güvenir olmuştum. Belki de dışarıdan komik görünüyordum. Delinin kendini akıllı sanması gibi…
 
İstiklal Caddesi’nde Taksim’e doğru omuz omuza yürüyoruz, vitrinlere ve kızlara baka baka.  Dilencinin teki kaldırıma diz çökmüş tenekeden bir sazı tırmalayıp duruyor. Ömür’e, “Dur biraz, enteresan be!” dedim.
 
Sazın teneke yamalarından birinde, “Mobil”, ötekinde “Man” yazıyordu; sapı renkli kurdeleler, püsküller ve küçük zillerle donatılmıştı. Sazın telleri inşaat telindendi. Başında kırmızı tüylü bir şapka, sırtında rengârenk yamalı bir ceket, kaptırmış tırmalıyordu tenekeden sazın tellerini.
 
İri kıyım, iyi giyimli, genç ve yakışıklı bir adam, öyle burnu havada yürüyordu ki, ayağı dilencinin ayağına takıldı; neredeyse yüzüstü kapaklanacaktı. Uzun etekli, bol makyajlı, liseli kız gibi genç görünen bir kadın durdu, 250 krş. çıkartıp usulca yere bıraktı. Sokak çocukları, “Deli deli, kulakları küpeli” diyerek dilenciye yaklaşıyor, sazına dokunacakmış gibi yapıp kaçıyorlardı. Bazı çocuklar uzaktan küfür ediyorlardı. Elleri arkada bir Çingene çocuğu geldi, dilencinin önünde dikildi kaldı; başı kabak tıraşlanmış, pantolonu çamurlu ve paçası yırtıktı; çorapsız ayağına topuğu kesilmiş kara lastik giymişti; çizik çizik yarılmış nasırlı topuklarıyla bu küçük çocuğun öylece kıpırdamadan önünde dikildiğini gören dilenci teneke sazını tıngırdatmayı bıraktı. Gülerek çocuğa baktı, eliyle yanına oturmasını işaret etti. Çocuk hemen kaçtı. Dilenci sazını tekrar eline aldı, gözlerini kapadı, deliler gibi vuruyordu teneke tezeneyi tellere. Tezenesi bükülmekten yorulup kırıldı; suratı karardı ekşidi, besbelliydi ki canı çok sıkılmıştı garibin. Ceplerini karıştırdı, buruşuk bir eski dergi çıkardı, kaldırıma açtı ve üzerine gene cebinden çıkardığı iki çakıl taşı koydu. Yerde birikmiş bozuk paralara dokunmadı bile. Tekrar sazını aldı eline, çalacak gibi poz takındı ama öylece kala kaldı; sonra bıraktı sazı dizlerine. Yeniden ceplerini karıştırmaya koyuldu. Ceketinin iç ceplerinden birinde aradığını buldu; bir ucu yeşil bantla sarılı yassı demirden paslı bir tezeneydi bu seferki. Yüzü öyle güldü, bakışları öyle ışıdı ki, melekler omzuna üşüştü sanırdınız.
 
Hiç unutamam; bu yoksul ve belki de deli dilenci çok mutluydu Köpüş. Ama çok sonraları, epey bir sonra, hatta daha dün anlayabildim ki onunkisi seçkin bir mutluluk değildi. Yani seçilmiş ve sorumluluğu üstlenilmiş bir mutluluk değildi. Bu adam çevresiyle birlikte kendisini de unutmuştu; sorumsuz ve paylaşılamaz sanallıkta bir mutluluk içine hapsolmuştu. O, mutluluk kavramını merak bile etmeden mutluydu. Peki ya eğitim görmüş hippilerin ne farkı vardı bu dilenciden? Onlar da yaşamlarının gerçekliğini dışlayarak, fizikötesi dünyalarında hayali bir mutluluk gezegeninde gezinen ruhlar değiller miydi?
 
Ben varoluşu acısı ve tatlısıyla duyumsayabilen sorumluluk içinde kalarak mutlu olmak isterim. Kendimi unutturan bir mutluluk yerine; kim olduğumu hatırlatan, varlığımı sorgulayan, zamanı ölçebilen ve onu giydirebilen mutsuz bir insan olarak kalmanın onurunu yeğlerim…
 
Mutluluk yapmak yaşamdan sorumlu aklın sanatıdır…
***
Muharrem Soyek
 
 
Toplam blog
: 363
: 1765
Kayıt tarihi
: 04.08.08
 
 

Parasız yatılı Darüşşafaka Özel Lisesi'nde iki yılı hazırlık sınıfı olmak üzere yedi buçuk yıl ok..