- Kategori
- Aşk - Evlilik
Timsah derili Beyaz Türk

Eda Taşpınar... Güneş dostu, kanserden zerre kadar korkmayan bir kadın. Dore, lame karışımından o da
Bu hafta hiç dinlenemedim ve bir de baktım ki Perşembe olmuş. Şu anki ruh halimi şu kelimelerle tanımlayabilirim: Uykulu, mayhoş ve yorgunluktan sarhoş! Hehe, gerçekten bir limoni, bir nanemsi haldeyim. Allah hayır etsin cinsinden…
Güneş sevmeyen biri olduğum için güneşle kavgalıyım, ortalıkta olmasını sevmiyorum ve yaz gelince “Arkanı dön ve çık” diye kavgalamaca-şirretleşmece hallerine giriyorum. Şu anki gibi!
Aslında son günlerde bu güneş dışında pek çok şey canımı sıkıyor ama ne yazmak, ne konuşmak ne de onlar varmış gibi davranmak istiyorum. Gıcık olduğum hiçbir şey yok. Oh ne rahat! Unut gitsin…
Dün akşam caddedeki Zeynel’de dondurma tırtıklarken (bir harika karameli bu arada, top top yiyebilirsiniz) dolaşan kızlara gözüm takıldı. Söylenmeye başladım. Geçen 10 kızdan 7’si o kadar çok kendilerini beden üzerinden tanımlıyordu ki, “olur mu, bu kadar et üzerinden düşünülür mü hayat?” dedim. Alt tarafı bir gram etin fazla (benim epey bir gram. Ne sorun, ne söyleyeyim cinsinden) ne diye elleyip, kendine ayran ve hayran ve çok fazlada bayıltan hallerle kendilerine tükettiklerini düşündüm. O kadar hesabı, mesela beynin, sınırların, eksiklerin için harcasan, sonra spora odaklanıp “fit olma girdabına” sürüklensen daha iyi olmaz mı?
Sonra, “neden ama neden o saçları aynı boyda kestirip, o pespaye kahküllerle bir örnek dolaşmayı tercih ediyorlar?” diye esneyen ağzımı zor kapatarak mızmızlanmaya başladım. Benim değil bir bluzum, bir karakteristlik özelliğim çoğunluğa uysa kendimle kavga çıkartırım…
Ciddiyim!
Bir de yeşil Adidas eşofmanları var ki, evlere şenlik bir hale sokuyor yavrucakları. Yeşil sermayeyi mi hatırlatıyor, nedendir bilinmez, ama o tuhaf yeşil eşofmanların üretiminin derhal durdurulmasını istiyorum. Oysa severim yeşili… Ama o yeşil pek çok şey gönderme yapıyor ne yazık ki…
Bunlar kafamda çalkalandıktan sonra, Zeynel’i terk edip, karşıya geçmeye çalışıyordum ki (topuklarım biçim biçimdi, düşmemeye çalışıyordum…) bir yanık tenli, sapsarı-tüy tüy saçlı, orta yaşın biraz üzerinde bir kadın belirdi yanımda. Dibimde hem de. Uzaylılara taş çıkartacak bir bakış fırlattı bana. Kafama çantasını geçirecek zannettim. Yapmadı. Nedenini, kadını 1-2 saniye süzünce anladım. Evet, o, beyaz tenli insan sevmeyen bir insandı. Kendi kömür karası, timsah sırtı bedeni o kadar karaydı ki, her şey ve herkes bronz olmalıydı onun gözünde. Ve son derece tiki olan bir kadın görünümündeydi ki, benim gibi kendi halinde, topuklu papuçlarla bile yürüyemeyen bir kadına kadın diyemezdi. Niye benim gibiler vardı ki dünyada? Ne gereği vardı? Lame, dore, salak sarısından saçlar, izmarit kokan ellere, kan kırmızısı oje bulaşmış parmaklarım da yoktu benim…
Evet, tam o sırada taksiye jet hızıyla bindim ve hızla uzaklaşma, o bakışı unutma ihtiyacı duydum.
Oysa “Beyaz Türk” olan kendisiydi; ben kendi halinde bir beyaz tenliydim sadece. Ama bu dore zihniyetli kadına, kendi uzaylılığını anlatamazdım, imkansızdı… “Sen bir Beyaz Türksün” dediğimde, beyaza karşı düşmanlığı yüzünden öldürülebilirdim!