Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

20 Haziran '12

 
Kategori
Kitap
 

Tonguç ve Enstitüleri

TONGUÇ VE ENSTİTÜLERİ

Yazarı: Pakize Türkoğlu

Eser Köy Enstitüleri’ni ve Köy Enstitüleri’nin fikir babası olan İsmail Hakkı Tonguç’u anlatmak amacıyla yazılmıştır. Pakize Türkoğlu yazdığı bu kitap ile Türkiye İş Bankası Cumhuriyet’in 75. Yılı Toplum ve İnsan Bilimleri İnceleme Ödülünü almıştır.

Tonguç, Tuna boylarında bir köyde eğitim görmüştür ilk. O yaşlarda sık sık eğitim görmek istediğini ailesine anlatmaya ve onların olurunu almaya çalışıyordu. Tonguç o zamanlarda Dobruca bölgesinde bir göçmen köyünde yaşamaktaydı. Bulundukları bölge anavatanına çok uzak bir yerdeydi. O yüzden oradan anavatanına gitmek için çok paraya ihtiyaç vardı.

Onda küçük yaşta görülen okuma isteği, özgür düşünme ve bağımsız karar verme gibi davranışların temelinde, başka etkenlerle birlikte, Rumeli göçmenlik kültüründen süzülüp gelen, kendini güvence altına alma, başının çaresine bakma kaygısı gibi izler de gözlemleniyor.

Tonguç ne kadar okumak istese de babası onun okumasını istemez. Çünkü öz kardeşi yıllarca İstanbul’da medrese okumuş ama bir baltaya sap olamamıştır. Bu yüzden İsmail, ne zaman okuma isteğini açsa, amca örneğini öne sürerek ona karşı çıkıyordu. Amca, yıllarca okumuş bir mollaydı. Ama öğrendiği bilgi, görgü sanki yaşama sevincini altüst etmişti. Tonguç amcasının öğrenimiyle ilgili olumsuzluğun; ilerde şiddetle karşı çıkıp, kökünü kazımak isteyeceği Osmanlı tipi okumuşluğun bir göstergesi olduğunu, İstanbul’a gidince anlayacaktı. Okuma isteğini kırmak için önüne amca örneğini süren babasına, “Ben amcam gibi medrese değil, mektepte okuyacağım. Rüştiyede gördüğüm fesli öğretmenler, gibi olacağım derken, gene de bir şeylerin ayrımındaydı.

Babası Tonguç’u okutmak yerine, köy işlerine özendirmek için eline para verip, yumurta satmasını istiyor. Tonguç bu işi yapıyor ama zarar ediyor. İkinci iş olarak nüfus sayımında görev alıyor. Bu işi güzel bir şekilde hallediyor. Eli para tutar oluyor. O yüzden büyüklerin arasına karışıyor ve olarla birlikte kahvede oturuyor. Birden kişiliğinde büyümeye dair izler görüyor. Artık ailede sözü geçen biri haline geliyor. Hem de okuması için izin çıkıyor ama baba hala İstanbul’a gitmesine izin vermiyor. Babasının bu tutumunda, amca örneği kadar ailenin ekonomik durumunun kötü olması da etkili oluyor. Ama Tonguç bütün bunlara rağmen, İstanbul’a şartlar ne olursa olsun, gitmeye karar veriyor.

Tonguç babasının itirazlarına rağmen İstanbul’un yolunu tutuyor. Yol boyunca ailesini düşünüyor ve onlardan ayrı kalacağının üzüntüsünü yaşıyor. İstanbul’a varır varmaz önce kendisine kalacak bir otel buldu. Daha sonra hemen kendisine bir okul bulmak için araştırmaya başladı. Günlerce çevreyi tanımak, okul başvurusunun yollarının aramak için sokaklarda dolaşarak anasının verdiği küçük altınları bozdu. Sonra aklına babasının tanıdığı bir avukat geldi. Avukatı buldu ve ondan yardım istedi. Amacını, durumunu avukata anlattı. Hak arama mesleğini seçmiş olan avukat, “Okula kayıt ettireceğim” diye günlerce onu oyaladı. Tonguç daha sonra onu arayınca yerinde bulamadı ve avukatın askere gittiğini duyunca dolandırıldığını anladı.

Bu olay onun genç ruhunda fırtına kopardı. Avukatın peşinde koşarken çok zaman kaybetmişti. Ve ayrıca parası da fazla kalmadı. Sonra babasının söylediği Osmanlı Paşası aklına geldi ve Paşayı bulmaya karar verdi. Ne var ki Osmanlı Paşası onu başka bir yerden vurdu. “Evladım parası olan okur, olmayan okuyamaz. İstanbul’da okumayı kolay mı sanıyorsun sen?” diyerek geldiği yere geri dönmesini öğütledi.

Paşanın bu davranışı karşısında, delikanlı yerinde çakılıp kalmadı, gözleri dolmadı. Arabanın arkasına düşmüş yüksek sesle söyleniyordu! “Görürsün sen, parası olan okur mu, okumaz mı? Senin gibiler yüzünden babalarımız cahil kalmış, yoksul düşmüşler. Ne yapıp edip okumanın yolunu bulacağım. Benim gibi çocukların okuması için ömrümün sonuna kadar çalışacağım. Koca Paşa, eğer ömrüm olursa nasıl okuduğumu görürüsün. Yazıklar olsun senin paşalığına!”

Tüm bu olaylar, avukatın dolandırması, paşanın yüzüne bile bakmayarak “Parası olan okur” demesi onun düşünce ve davranışlarında birden bir sıçrama yaptı sanki. Bunlara nasıl karşı çıkacağını düşündü. Aracıya başvurma yerine kendi işini kendi görmeye, hakkını var gücü ile aramaya yönelecekti. Birden aklına bir fikir geldi ve Eğitim Bakanlığının yolunu tuttu. Başka yeri bulduğu gibi orayı da buldu. Rüştiyede öğrendiği yöntemle amacını içeren dilekçesini yazdı. “Eğitim Bakanlığı Katına (Maarif Nezareti Celilesine), Silistre Rüştiye çıkışlıyım. Tahsil için üç ay önce İstanbul’a geldim. Kayıt olmak istediğim okulda beni kabul etmediler. Babamın durumu müsait olmadığı için parasız yatılı bir okulda tahsilimi yaparak vatana hizmet etmek istiyorum. Kabulüm için emirlerinizi diliyorum.” vb.

Önemli olan dilekçeyi “nazır”a (bakan) sunabilmekti. Bunu deneyecekti. Ama nazırın odasına sıradan kişilerin girmesi olası değildi. Ne olduysa kapıdaki iş gören dışarı çıktığı bir sırada içeri dalıverdi. Ona sert bakan nazırın karşısında ceketini ilikledi, dilekçesini uzattı; zaman yitirmeden sözde açıklamasını yaptı: “Göçmen çocuğuyum, bir dileğim var” diye başladı.

Balkan savaşı yıkımı nedeniyle o yıllarda görevliler göçmenlere, özellikle çocuklara gerekli yakınlığı göstermeye çalışıyordu.  Maarif nazırı “göçmen” sözcüğünü görünce, dilekçeyi içtenlikle okudu. Silistreli olduğunu öğrenince duygulanıp, “Ya… Vatan Silistre” dedi iç çekerek.

Nazır Şükrü Bey, Öğretmen Okullarını Anadolu’ya yaymak istiyordu. Bunu başlatmıştı. Karşısında duran gence, onu isterse İstanbul’un en iyi okullarına yazdırabileceğini ama bunu yapmayacağını, onu kendi memleketi olan Kastamonu Öğretmen Okul’una kayıt ettireceğini söyledi. Çünkü eğitimi Anadolu’ya yaymak istiyordu. Onun Kastamonu Öğretmen Okul’una kaydı için işlemlerini yaptırıp, seksen kuruş (dört mecidiye) yolluğunu eline teslim etti. Onu uğurlarken, “Haydi bakalım Silistreli. Vatan Silistre…” diye yeniden.

O dönemde Tanzimat ve Islahat Fermanı’nın etkisi ile okullar batılı eğitim sisteminden etkilenmişlerdir. Çıkardığı yenilikçi fermanla eğitimin yapılanmasına yönelik ilginç ilkeler getiriliyor. II. Mahmut döneminde medreselerin destekçisi olan Yeniçeriliğin kaldırılması, mühendishane, tıbbiye, harbiye gibi okulların açılması gündemdedir. Bir yandan din eğitimi, bir yandan laik eğitim çabaları sürerken, bir yandan da Hıristiyan toplulukların yönettiği kendi başına buyruk azınlık ve yabancı okulları, Osmanlı eğitiminde okullaşmanın başka bir kolu olarak varlığını sürdürüyor, gelişiyordu.

Öğretmen okuluna alınma yazısı ile dört mecidiye yol parası cebindeydi. Ertesi gün hemen yola koyuldu. Kastamonu’ya gemi ile gidecekti. Saatlerce gemi bekledi ama gelmedi. Delikanlı İnebolu’ya gitmek için rıhtımda beklerken savaş haberleri duyuyordu. Ve bu yüzden geminin gelmeyeceğini, gelse bile çok gecikeceğini duydu. Sonra Kastamonu’ya, karadan nasıl gidilebileceğini araştırdı. Önce Haydarpaşa’ya geçti. Orda Adapazarı’na bilet aldı. Ama Adapazarı’na gittikten sonra Adapazarı’nın Kastamonu’dan uzak olduğunu öğrendi. Elinde parası kalmamıştı bu yüzden elindeki saati satarak kafile ile yürüyerek Kastamonu’ya geçti. Yolda çok şeyler yaşadı. Ayakları yürümekten çok kötü hale gelmişti. Kastamonu’ya varınca hemen okulun yolunu tuttu. Kapısında Darülmuallimin (Erkek Öğretmen Okulu)  yazılı konağın içine girince sevincinden ne yapacağını şaşırdı.

Okul, eski bir konaktı. Öğretmenleri, tam istediği gibi fesli öğretmenlerdi. O günde fes takmak yeniliğin simgesi idi. Ama aklına bir soru takıldı. Neden okul eski bir konaktan yapılmıştı? Bunun sebebini de sonradan öğreniyor. Eskiden işe yaramaz, eski evler okul olarak kullanılıyordu. Bunun nedeni ise mahallenin kendi okulunu, kendi yapmasının istenilmesiydi. Halkın eğitimi söz konusu olunca bu sıkıntılar ortaya çıkıyordu. Tonguç’un o zaman gözünden kaçmayan “eski evlerden bozma okullar” sorunu, İlköğretim Genel Müdürü olunca sunulacak olan muhtırada çözüm arayışı için dile getirilmiştir. Tonguç bir buçuk yıl bu okulda kaldıktan sonra daha iyi bir eğitim görmek için Nazır Şükrü Bey’den İstanbul‘a aldırtmasını istemiştir. Dileği, 1918’de son sınıf öğrencisi iken yerine getirildi.

O artık İstanbul Öğretmen Okulu öğrencisidir. Gerek çevre gerek okul bakımından İstanbul’dan sonuna kadar yararlanmayı aklına koymuştur. İstanbul Öğretmen Okulu dönemin eğitim hareketlerinin kalbiydi. Eğitimde yeni düşüncelerin, program ve yöntemlerin üretildiği, uygulamaya koyulduğu ilk merkezdi. Dönemin ünlü eğitimcileri bu okulun öğretmeni olmuşlardı.

Meşrutiyet dönemindeki çabalar eğitime nicelik ve nitelik yönüyle fazla bir şey getirmese de Türk eğitim düşünü ve pedagojisinin kendi düşünür ve eğitimcilerince ele alınıp, konuşulup tartışıldığı bir dönem olarak görülür. Ziya Gökalp, Prens Sabahattin, Müderris Baltacıoğlu, eğitimci Satı Bey, Emrullah Efendi, Tevfik Fikret, Ethem Nejat, Nafi Atuf Kansu vb. eğitimci ve aydın, bu dönemde Türk eğitim yaşamına ilginç düşün ve tartışmalarıyla katılıyorlar. Bunlar Tonguç’un, öğrenci olarak içinde geçtiği eğitim döneminin etkin kişileridir. Bunların arasında Ethem Nejat, Tonguç‘u çok etkileyecektir.

O dönemde Osmanlı, yurtdışına öğrenci göndermenin yabancısı değildi. Tonguç 1918 senesinde Osmanlı’nın Almanya‘ya gönderdiği 25 kişilik öğrenci grubunun içindeydi. Buradaki öğrenciler bilgi ve görgü kazanmak için yurtdışına gönderiliyorlardı. Almanya’da öğrenim gördüğü yer Karlsruhe yakınındaki Ettingen’de seçtiği, Resim-İş Alanı, onun ilerde meslek yaşamında geliştireceği özgün “iş eğitimi” görüşü için bir temel oluşturacaktır.

Almanya’ya ilk gidişindeki öğrenimi dokuz ay sürüyor. Bu ülkenin dışarıdaki savaşları bitmeden içerde iç savaş patlaması, Türkiye’de Kurtuluş Savaşı’na girişilmesi gibi nedenlerle, orada öğrenim görmekte olan Türk öğrenciler geri gönderiliyor.

O dönemde Kurtuluş Savaşı’ndan dolayı eğitimde durağanlık başlıyor. Genelde çoğu öğrenci cepheye asker olarak alınıyor. Ayrıca o dönemde halkta karamsarlık mevcut. O dönemde, sadece öğretmenler askerliğe alınmıyor. İlerde eğitim için onlara çokça ihtiyaç olunacağından. Ama o dönemde kurultaylar toplanıyor. Ulusal Eğitim Kurultayı‘nda ülkenin dört bir yanında 250‘den çok kadın, erkek öğretmen eğitimci ve öğretmen okulu müdürleri katılmıştır. Bu kurultayda savaş durumunda bile olsalar eğitim ile ilgili planlar ve geleceğe yönelik projeler konuşulmuştur. Bu kurultay coşku ve ulusal bilinç yaratan bir kurultaydır.

Kurtuluş Savaşı’nın patlak vermesiyle Almanya’daki öğrenimi yarıda kalan Tonguç yurda döndükten dört ay sonra, 19 Eylül 1919’da Eskişehir Erkek Öğretmen Okulu Resim-Elişi öğretmenliğine atanıyor. Yurtdışından yeni gelmiş bir öğretmen olarak, gerek alan bilgisi, gerekse becerisi ile donanımlıdır. Bu dönemde öğrenciler ile iyi ilişkiler kurmuş, gerektiği yerde okul ve öğrencilerle ilgili kararlar için toplantılara katılıyordu. O yıllarda Eskişehir Eğitim Müdürü olan Ethem Nejat’ın köy okulları ile ilgili düşüncelerinden ve fikri hayatından etkilenir.

Kurtuluş Savaşı sürerken bir yandan gelecekteki yeni Türkiye’nin yaratılması için alınan olağanüstü önlemlerdir bunlar. Tonguç, bu kez Antalya üstünden vapurla yeniden Almanya’ya gidiyor. Böyle olması bir kaçma ya da özgür seçimi değildi. Kendini yetiştirmek, gönlünün değişmez seçimiydi ama o gönlün köşesinde, onun önüne geçilemeyecek bir tutkuydu. Ne yapıp edip bir an önce ülkesine, yorgun ve bitkin halkına yararlı hizmetler vermesi gerekliydi. Almanya’ya giderken, arkadaşı Sadık’a böyle yazıyordu.

Yarım kalan öğrenimini tamamlamak için ikinci kez Almanya’ya giden Tonguç, Karlsruhe’de Baden Güzel Sanatlar Akademisi’ne ve Beden Eğitimi Enstitüsü’ne devam etti. 1922 Ekim ayında yurda dönerek, Konya Lisesi’ne Resim Öğretmeni olarak atandı. Ayrıca lisenin Beden Eğitimi, öğretmen okulunun Resim-Elişi ve Beden Eğitimi derslerini de veriyordu. 20 Nisan 1924’e kadar orda kalıyor. Daha sonra oradan Ankara’ya atanıp, 15 gün sonra müdür yardımcısı oluyor. 20 Ekim 1924’te yeniden Adana Erkek Öğretmen Okulu’na gönderildiği ve lise Elişi ve Beden Eğitimi derslerini verdiği görülüyor. Sık sık yer değiştirmesinin, onun alanı olan Resim-Elişi ve Beden Eğitimi derslerinin program, yöntem ve tekniklerinin Anadolu’daki öğretmen okullarında ve liselerde yerleşmesi ve yaygınlaştırılması amacına yönelik olduğu anlaşılıyor. Gelecekte eğitim adına birçok yanlış imza atacak olan Reşat Şemsettin Sirer de Adana Lisesi felsefe öğretmenidir o yıllarda.

Kurtuluş Savaşı artık bitmişti. Ülke bağımsızlığına kavuşmuş, Cumhuriyetini kurmuştu. Bu sefer sıra bağımsızlığını kazanan bu ülkeyi yeniden kurmak için onu yeniden yapılandırmaya gelmişti. Bu yüzden hızla yeni projeler hazırlanmaya başlayıp, bunları uygulamaya koyulması için çalışmalar hızlanıyordu. Yapılanma hareketini içinde ekonomi, eğitim, sanat, yönetim vb. alanında her şey vardı. Çünkü hasta olan bu milletin iyileşmesi için eğitime ihtiyacı vardı. Bu bakımdan eğitim politikaları ve eğitim toplantıları hazırlanıyordu.

Eğitimde ilk yıllarda ümmet toplumundan çıkmanın sorunlarını en aza indirmek, sonuçta, yok etmek ve bir ülkenin bireyleri olarak Kurtuluş Savaşında sağlanan ulusallıkta birleşme duygu ve düşüncenin eğitimle pekiştirmesi gerekiyordu. Eğitimin istenen düzeyde yapılabilmesi için üç temel sorunun çözümüyle yakından ilgiliydi. Bunlardan biri fırsat ve olanak eşitliğiydi. Toplumda eşit olmayan durumu eğitimle azaltabilmek için herkesi kapsayacak bir nicelik sıçraması yapılabilmeliydi. İkincisi ise yanmış yıkılmış Türkiye’nin yeniden bayındırlaşması, ekonomik yönden canlanması için toplumun, özellikle bu işlerde yer alacak köylünün; yeni, çağdaş bilgi ve teknik becerilerle yüklü olarak yetişmesini sağlayacak bir içerik kazanmasıydı. Üçüncüsü ise böylesine kapsamalı bir eğitim için ülkenin ekonomik gerçeklerine, bütçesine uygun kaynak yaratabilmek sorunuydu.

Eğitimin alanlarında yenilik yapmak isteyen Türkiye yurtdışından önemli eğitimcileri Türkiye’ye getirtiyordu. Bunlar arasında John Dewey, George M. Kerchensteiner’in uzmanı Kühne de vardı. Bu eğitimciler; ekonomik ve sosyal gelişmeleri karşılayacak okulların açılmasını, öğretmen okulları derslerini, ders yöntemlerinin yaşamsal olması gerektiğini, köy okullarında Türk köylüsünün tarım yaşamında etkin olacak bir eğitim verilmesini ve buna uygun öğretmen yetiştirilmesini öneriyorlarrdı.

Mustafa Necati’nin Milli Eğitim Bakanı olmasıyla Türkiye eğitimde ilerlemenin adımlarını atmaya başladı. Mustafa Necati göreve başlar başlamaz “3. Heyet-i İlmiye”yi topladı. Necati döneminin önemli etkinliklerinden biri de basında çıkan kitap, yazı ve eğitim tartışmalarıydı. Milli Eğitim Bakanlığı kendi çıkardığı dergi ve yayınlarla eğitim üstüne yazılar yazılmasına, herkesin düşündüğünü söylemesine fırsat veriyordu. Pedagoji yönünden, eğitim düşüncesi yönünden kısır olan ortamı hareketlendirmek, yazılardan yararlanmak isteniyordu. En başta bakanın kendisi, “eğitim” ve “köyde eğitim” üstüne yazarak tartışmayı başlatıyordu.

Leipzig Pedagoji Enstitüsü İş Eğitimi Seminer’inden dönen Tonguç, yeniden Ankara Öğretmen Okulu’na atanıyor. Burada Tonguç’un gerek okulların araç ve gereçleri, gerek yetiştirilmesi, donatılması, gerekse okul yapılarının gereksinimlerin, eksikliklerin yerinde saptanması gibi başka bir görevi de vardır.

İlk ve ortaöğretimde eğitimi ezberden kurtarıp, yaparak görerek öğrenmeyi sağlamak için çeşitli derslerin araç ve gereçlerini yapıyor, buluyor ya da kimilerinin nasıl yapacağını belge ve broşürlerinin okullara gönderilmesini sağlıyordu. Tonguç’un içinde bulunduğu her görev Milli Eğitim Bakanlığı’nın en önemli çalışması oluyordu. Okul Müzesi Müdürlüğü de öyle olmuştu.

Tonguç Gazi Eğitim’deki dersleri sırasında özellikle kendi kurduğu Resim-Elişi Bölümü çalışmalarında okula, yarattığı iş ve sanat eğitimi ortamı ile bu alana olan karşı görüş ve alışkanlığı kırmış, yalnız kendi bölümünde değil, okulun tüm öğretmen adaylarınca, özellikle pedagoji bölümü öğrencileri arasında bu alanı istenir duruma getirmiştir. O Batıyı genç yaşta tanıyan, kendi ülkesinin koşullarını ve uygarlık amacını iyi bilen bir eğitimci olarak; uygarlık ve eğitim ilişkisini, özelde kendi alanı olan iş ve sanat eğitiminin ilişkisini düşünmekte ve araştırmaktadır. Elişi çalışmalarında ve kuramda olsun, kendi öğrencilerinin Batılı öğrenciler kadar başarılı olamadıklarının, onlar kadar nitelikli işler üretemediklerinin farkına varıyor derslerinde.

Tonguç Kerchensteiner’den yola çıkıyor; ama başka eğitimcileri de ele alarak onların “eğitimde iş ve mesleksel yaşam” görüşlerini irdeliyor. Eğitimde iş ve meslek konusu içinde Türkiye gençliğine bakıyor. İş içinde iş yetiştirmek, mesleğin işleri içinde meslek içinde yetiştirmek anlamı da taşıyordu. Ona göre eğitimde işin amacı Pestalozzi’nin çocuklar köyünde denediği, bireyin kendini iyileştirmesi, Kerchensteiner’in beceri kazandırma, Dewey’in örnek okul toplumundaki işlerden ve eğitimi görüşlerinden oldukça farklıdır. Ona göre birey iş içine girince bu etkileri zaten alacaktır. Bu nedenle iş eylemi daha kapsamlı ve mesleğe yönelik bir olgudur. Bu bağlamda iş eğitiminin daha çok boyutları vardır. Örneğin, ekonomik sistemde, devlet ve toplum yaşamında etkinliği ve yeri vardır.

Ethem Nejat, yenilikçi ve gerçekçi eğitimcilerin adamıdır. Ülkenin gereksinimlerini bilip, uygun öneriler bulmuştur. Okullarda tarım derslerini çaplı olarak ele alan, köy eğitimine yönelen yanıyla Tonguç’un ilgisini çekmiştir. Teknik sanatlar eğitimi, beden eğitimi, müzik gibi derslerin; kitaplık kooperatif, laboratuar vb. ünitelerin okullara girmesi için harcadığı çabaları kendi yayını olan Yeni Fikir dergisi vb. yayınlarda çıkan eğitimle ilgili yazılarını, kitaplarını eğitim için büyük kazanç sayar.

Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de vefat etmesi halkı büyük bir hüzne sürüklemiş olsa da, onun bıraktığı yoldan yürümek, onun bıraktığı işleri ara vermeden devam ettirmek gerekiyordu. Onun ölümünden sonra İsmet İnönü cumhurbaşkanı olmuştu. Onun ölümünden önce Saffet Arıkan Milli Eğitim Bakanı olmuştur. O Atatürk’ ün sözlerini not etmişti. Kendinden istenen, köylere yönelik büyük bir eğitim seferberliğiydi. Ona bu konu da yardımcı olanlardan biri, partili bir eğitimci olan Nafi Atıf Kansu’ydu. Kansu, Arıkan’a yardımcı olurken İsmail Hakkı Tonguç’un yenilikçi fikirlerini hatırlatmış ve onun Milli Eğitimde kendileri ile beraber görev almasını istemiştir. Onu İlköğretim Umum Müdürlüğü’ne tayin etti yeni bakan. Artık Tonguç burada yeni fikirler üretecek, eğitim politikaları hazırlayacaktı.

İsmail Hakkı Tonguç göreve başlar başlamaz önceki eğitim politikalarını inceledi. Eğitim için harcanan paraları, okulların durumunu, öğretmenlerin özelliklerini içeren bir rapor hazırladı. Bu raporda eğitimde gereksiz harcamalara gidildiğini, ekonominin zarara uğratıldığını, okulların yapısının kötü olmasını, eğitimin amacına hizmet etmediğini ve çözüm yollarını içeren bilgiler vardı. İlk kez eğitim ile ilgili geniş çaplı böyle bir rapor düzenlendi. Bu muhtıra bakana, ondan da İnönü’ye sunuldu ve kabul gördü.

Muhtıraya göre eğitim seferberliğine köylerden başlanacak, ilk olarak küçük köyler için “eğitmen” yetiştirilmesi denenecekti. Yeni uygulamaya, eskiye bulaşmadan, eskinin dışında, sıfırdan ve köylerde başlanacaktı. Muhtıradan sonra “eğitmen deneyi” için harekete geçildiği görülür. Bu projeye göre askerliğini onbaşı ya da çavuş olarak yapanlardan eğitmen yetiştirmek esastı.

Öğretmenler için kurslar açılacak, ilk olarak eğitmen yetiştirmekle işe başlanacaktı. Bu eğitmenler, okulların tatile olduğu aylarda açılacak, yöneti ve öğretmen bulmada güçlük çekilmeyecekti. Eğitmenlerin köylerde uygulayacağı program üç yıllık olacaktı. Yalnız okuma yazmada değil, bağ-bahçe gibi tarım işlerinde de öğrenciye ve köylüye yol gösterici olacaklardı. Kursun programı eğitmenlerin bu nitelikte yetişmesi doğrultusunda hazırlanmıştı.

Geleceğin köy öğretmenin eğitim-öğretim, tarım vb. işleri başarabilmek donanımında bir “eğitmen” olması gerekiyordu. Bu nedenlerle onlar şu niteliklerde yetiştirilmeliydi:

*Köylerden alınacak ve kendi köyüne verilecek eğitmenler, köy yaşamının tüm sorunlarını yaşadıklarından, bunları değiştirmeye yönelik yeni bir anlayışla yetiştirilecek.

*Köylerini yalın ama ileri bir yaşama düzeyine getirecek etkiler için çalışacaklar.

*Köyün zorunlu okuma çağındaki çocuklarıyla gençleri ve yetişkinlerine okuma-yazma, matematik, yurttaşlık bilgilerini yeni bir eğitim görüşü ile öğretecekler, onlara öncülük edeceklerdi.

*Tarım gibi genel yaşama düzeyini iyileştirici işlerde ve devleti temsil etmede rehberlik edecekler.

Gerek eğitmen, gerekse öğretmen okulu denemesinden çıkan ve eğitimin temel taşlarını oluşturacak kimi sonuçlar aşağı yukarı şunlardır:

*Köyde iş içinde yaşadıklarından gerek eğitmenler, gerekse deney öğretmenler okulundaki öğrenciler, işe dayalı uygulamalarda daha etkin oluyorlar, bilgide biraz geri kalıyorlardı.

*Eğitmenlerle bu kadar başarı elde edildiğine göre, köyden seçerek alınıp daha çok yılda yetiştirilecek öğretmenlerle daha iyi sonuçlar alınabilecekti.

*Bu kurumlarda genel ve mesleki eğitim yan yana ve iç içe verilebilmişti. Türkiye açısından bu sonuç çok önemliydi.

*Köylü çocukların kendi kendilerine uzun süre çalışabilme alışkanlığı kazanmış oldukları görülüyordu. Bilgiye aç kurtlar gibi atılıyorlardı.

*Basit araçlarla yaratıcılıklarını gösterebiliyorlardı.

*Adaylar bir yandan geleneksel sanatı, folkloru taşıyorlar, bir yandan, öykünme, müzik, öykü alanlarında kendileri de yaratıyorlardı.

*Onların imece yöntemiyle yapamayacakları şey yoktu.

*Çalışmaların iş içinde yapılması, yönetici öğretmen ve öğrencilerin iş içine girerek kendi iş kuruluşlarına doğrudan katılmaları, derslerin vb. etkinliklerin gerçek yaşamın işleriyle bütünleşerek yapılması, eğitimin ekonomik giderine büyük katkı sağlıyordu.

Köyde Eğitim

Eğitmen kursları verime durmuştu; Çifteler ve Kızılçulla’da denenmekte olan köy öğretmen okulunun bir örneği Trakya’da açılıyordu

Halkta köy ile ilgili farklı görüşler, inançlar vardır. Bazılarına köy evleri yeşillikler içinde, şırıltısı kesilmeyen akarsular ve cıvıltıları arasında, içerden her zaman türkü ve kaval sesi gelen, mutlu insanlarla dolu bir yerdi. Öyle bir yer tasavvur edip köye giden insanlar hayal kırıklığına uğruyorlardı. Bazılarına göre ise köy pisti, susuzdu. Hastalıklı ve açtı. Üretim ve para kazanmayı bilmezdi. Her iki görüşte yanlışlıklar vardı. Bunun yanında gerçekçi görüşler de vardı. Köylünün sanıldığı kadar bilgisiz, görgüsüz, güçsüz ve düşkün olamayacağını öne sürülmüştü. Ayrıca eğitimle bu ön yargılar yıkılmak istenmiştir.

Söz konusu olan köyde eğitim, gerek yeni açılacak kurumlara eğitmen ve öğretmen adaylarını yetiştirirken, onların yönetici ve öğretmenlerin izleyeceği yolu; gerekse köyde eğitimin dayanacağı temelleri saptarken yararlanılacak gerçekleri görmeye yardımcı olacaktı. Tonguç’a göre köyde eğitimin önemli görevlerinden biri, doğaya akılcı yoldan yüklenebilecek, verimliliğine zarar vermeden yararlanılabilecek, donanımlı insanı yetiştirmektir.

Yeni Bakan Yücel

Tonguç’un Avrupa incelemesinden döndüğü 1938 günü ve sonrası ülkemiz için gerçek bir hüzün mevsimi olmuştu. Cumhuriyetin kurucusu Atatürk’ün ölümü insanları üzmüştü ama ölen ile ölünmezdi. İşlere devam etmeliydi. Saffet Arıkan Atatürk’ün ölümünden sonra sağlık problemleri nedeni ile görevden ayrılmış, yerine Hasan Ali Yücel bakan olunca, Tonguç görevden ayrılmak istedi. Çünkü asaleten atanmamıştı. Ama Yücel bu yolda beraber yürümelerini ve beraber devam etmelerini isteyince, Tonguç görevine devam etti ve Hasan Ali Yücel’in bakanlığının sonuna kadar her projede beraber görev aldılar.

Yücel, Milli Eğitim Bakanlığını içinden tanıyan bir devlet adamıydı. İşine alışmak için zaman yitirmesine gerek yoktu. Tonguç ve Yücel kısa bir sürede çok yakın bir ilişki kuruyorlar. Tonguç köyde eğitim ile ilgili Yücel’i bilgilendiriyor, onu yakın köylerdeki eğitmenlerin çalışmasını görmeye götürüyor, Mahmudiye ve Kızılçullu’da denenen öğretmen yetiştirme uygulamasını ve eğitmen kurslarını gezdiriyor, gösteriyordu. Onlar yalnız köy davası değil, orta ve yüksek öğrenimde, teknik öğretim ve kültür işlerinde de çağdaş uygarlığı amaçlayan atılımlara girişecektir, yeni Bakan.

Tonguç, Canlandırılacak Köy adlı kitabında, ülkenin işleri için, ülke yalnız yazışmalarla düzeltilmezdi, diyor. Köyün içine girmeli, onların başına üşüşen dertleri yok etmek için elbirliği ile çalışmalılardı. Köylünün beklentisi buydu. Köylü, temel uğraşları olan tarım vb. ekonomik etkinlikler içinde canlanıp bilinçlenerek; yeni ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel alışkanlıklar kazanacak, değişecektir. Bu açı genel eğitime getirilen yepyeni bir bakış gösteriyordu. O yıllarda Batıda yapılan Genel Eğitim ve Meslek Eğitimi tartışmasının Türkiye için düşünülen, bize uygun bireşimidir bu yaklaşım.

Türkiye eğitim yönünden Kurtuluş Savaşı ruhunu yakalamıştı. En azından bir grup aydın için öyleydi.17-29 Temmuz 1939 günleri arasında toplanan ilk Eğitim Şurası, ülkenin eğitim politikası ve köy davası için oluşturacağı kamuoyu ve adı “Köy Enstitüleri” olacak yeni kurumlara ışık yakması tarihsel bir önem taşıyacaktı. Yapılan bu şura eğitim politikasının önemli “araç” lardan biri olan eğitimin şurasına ilk kez işlerlik kazandırılmış, daha da önemlisi genel müdürün hazırlığı “İlköğretim Planlama Raporu” kenarından köşesinden kırpılmadan öneri durumuna gelmiştir. Bu şura genelde, anaokulundan üniversiteye kadar her yanıyla çağdaş, aydınlıkçı, üretici bir eğitim amaçlıyordu. Bu nedenle Tonguç’un görevi ilköğretim Genel Müdürü olmasının ötesinde önemsiyor, eğitim seferberliğinin öğütleyicisi, yönetici ve yönlendiricisi olarak ona büyük yetkiler veriyor ve güveniyordu Hasan Ali Yücel

Eğitim ilk kez seçkinlere, babaların kesesine göre değil, ülke nüfusunun yüzde sekseninin gereksinimlerine göre düzenleniyordu. Böyle bir fırsat eşitliği ve demokratikleşme yönünden büyük bir atılımdı. Ayrıca eğitim politikası kadın ile erkek arasında var olan fırsat eşitsizliğini azaltıyordu. Bunu örgütleyerek, düzenleyecek ilkeler, yapılan denemelerde ortaya çıkmıştı. Eğitimde eşit olarak yararlandırılması yolu seçilerek yeteneklerin ortaya çıkması, herkesin yeteneklerine uygun bir işe yaraması sağlanacaktı.

“Kim eğitecek?” sorusuna getirilen yaklaşım, yeni eğitim politikasının öteki önemli yanıydı. Köyler için eğitmen, öğretmen vb. eleman yetiştirme önerisi şuradan olduğu gibi geçmişti. Eğitmen ve öğretmen yetiştirme denemesinden alınan sonuçlara göre ülkenin küçük köylerine kadar ulaşacak bir eğitim ağı için Türkiye önce dört eğitim bölgesine, bölgeler üç-dört ili kapsayan “kesim” lere ayrılarak, her kesimde öğretmen ve köye yarayışlı eleman yetiştiren bir merkez kurum olacaktı.

1940 yılında 14 yerde bu koşullarda açılan Enstitülerin sayısı, 1941’den 16’ya, 1942’de 18’e, 1943’te 20’ye çıktı. Kesimlerine giren ilkelerin kalkınması için merkez konumunda olan Köy Enstitüleri bulundukları köylerin adını alıyorlardı.

1940 yılı Nisan’ından sonra köylüler için düşlerde bile görülmeyecek bir şey oldu. Devlet eğitim vermek için kızlarını, oğullarını istiyordu; çağrı göndermişti. Yeni açılan köy Enstitülerinde parasız yatılı okuyarak kendi köylerine öğretmen, sağlıkçı, ebe ve tarımcı olacaklardı. Öyle unutulmuşlardı ki “işin içinde bir kötülük olabilir mi?” diyenler bile oldu. Bu yüzden ilk zamanlar aileler çocuklarını göndermek istemedi. Ama zamanla bu okulları tanıyınca çocuklarını rahatlıkla göndermeye başladılar. Ayrıca çocukları hem okulda okuyacak, hem de kendi işlerinde onlara yardım edebilecekler diye aileler göndermeye razı olacak. Çünkü o zamanlarda bazı çoçuklarda köy işlerinde çalışsınlar diye okutulmuyorlardı.

1940 yılında başlayarak, tarım işlerine elverişli, geniş arazisi bulunan köylerde veya onların hemen yakınlarında Köy Enstitüleri açıldı. Türkiye’de seçilen şehirlerden uzak ancak tren yollarına yakın tarıma elverişli 21 bölgede Köy İlkokullarına öğretmen yetiştirmek üzere açılmıştı. Öğretmenler köylülere hem örgün eğitim hem de okuma-yazma ve temel bilgileri kazandıracak, hem de modern ve ilmi tarım tekniklerini öğreneceklerdi. Kitaba, deftere dayalı öğretimden çok iş için, iş içinde eğitim ilkesi tatbik ediliyordu. Her Köy Enstitünün kendine ait tarlaları, bağları, arı kovanları, besi hayvanları, atölyeleri vardı. Derslerin %50’lik bölümü temel örgün eğitim konularını içeriyordu. Geri kalan kısmı ise uygulamalı eğitimdi. Eğitim ezberden kurtarılmak istenmiş, yaparak ve yaşayarak ve hayatilik ilkesi uygulanmıştır.

Köy Enstitüleri’nde okuyacak çocuklar için sadece o öğrencilere ait formalar dikildi. Her mesleğin kendine ait bir kiyafeti vardı. Çocukların yeme, içme, barınma ihtiyacını karşılamak için yurtlar açılmıştır. Öğrenciler burada parasız kalıyorlardı. Bu öğrencilerin başında eğitmenler kalıyordu. Kız yatakhanesine erkek eğitmenlerin girmesi yasaktır.

1940-1946 arasında Köy enstitülerinde 15.000 dönüm tarla tarıma elverişli hale getirilmiş, üretim yapılmıştır.  Aynı dönemde 750.000 yeni fidan dikilmişti. Oluşturulan bağların miktarı ise 1200 dönümdü. Ayrıca 150 büyük inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar depo ve 48 ahır ve samanlık, 12 elektrik santrali, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 3 balıkhane, 100 km yol yapılmıştı. Sulama kanalları oluşturularak enstitü öğrencilerinin uygulamalı eğitim gördüğü çiftliklere sulama suyu, öğrenciler tarafından getirilmişti.

Köy Enstitülerinde tarım işçilerinin yanında öğrenciler; matematik, edebiyat, resim ve müzik dersleri de görüyorlardı. Kız çocuklarına dikiş-biçki, nakış, örücülük ve dokumacılık, ziraat sanatları da öğretiyorlardı. Erkeklerede tamircilik ve bakım kursları veriliyordu. Bunun yanında fen ve doğa bilimleri, sosyal bilgiler, askerlik dersleri de veriliyordu. Bu zamanda farklı müzik aletleri çalınması öğretilmiştir. Mandolin, gramafon, ağız armoniği, akerdeon, davul, zurna, kaval gibi müzik aletlerinin kullanılması şarttı. Bu enstitülerde tiyatrolar yapılıyor, öğrencilere farklı eğitimler uygulanıyordu.

Öğrenciler karma olarak ders görüyordu. Disiplin ne çok katı, ne de yumuşaktı. Bu enstitüler arada sırada müfettişler tarafından denetliyor, eksikler ve yanlışlar zamanında halledilmeye çalışılıyordu. Bu çalışmaları bizzat Yücel ve Tonguç kendileri de inceliyor, köyleri dolaşıyorlardı. Bu dönemde tam anlamı ile bir eğitim patlaması oldu.

Kapatıldığı 1954 yılına kadar Köy Enstitülerinde 1308 kadın ve 15.943 erkek toplam 17.251 köy öğretmeni yetişmişti. Bu okullar atılan iftiralardan dolayı (fuhuş yolları) amacından sapması (uygulamalı eğitimden yine ezberci eğitime girilmesi), siyasi olaylar (ikinci dünya savaşı ve hükümetin değişmesi) dolayı kapatıldı. Fakir Baykurt, Ümit Kaftancıoğlu, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Pakize Türkoğlu, Hatun Birsen Başaran, Ali Dündar, Mehmet Uslu ve Dursun Akçam gibi önde gelen yazarlar bu okullarda yetişmişlerdir.     

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara