- Kategori
- Kitap
Tuhaf bir şehir, tuhaf bir bozacı ve Orhan Pamuk
Kafamda Bir Tuhaflık
‘’Kafamda bir tuhaflık vardı,
İçimde de ne o zamana
Ne de o mekâna aitmişim duygusu.’’
William Wordsworth, Prelüd
Romanı okumaya başlamadan önce okuyucuyu karşılayan bu dizelerde anlatılan düşünce belki aydın bir roman kahramanına kolaylıkla uyarlanabilirdi. Oysa boza satıcısı Mevlut’ un yaşamını ‘’kafasında bir tuhaflıkla’’ geçirmesi gibi bir durumu okuyucuya incelikle hissettirmek elbette gerçek bir kalem hüneri ister. ‘’Kafamda Bir Tuhaflık’’ böylesi derin bir düşüncenin ve derin, tuhaf bir şehirle tıpkı ona benzeyen bir bozacının sarmaş dolaş yaşamlarının hikâyesi; aynı zamanda Türkiye’ nin ve İstanbul’ un destanı...
Romanın hemen her satırında kendisini hissettiren realite, Mevlut’ un yaşam öyküsünün duygusal ayrıntılarıyla harmanlanarak sunulmuş. Anadolu’ dan İstanbul’ a göç ederek varoşlarda zor şartlarda yaşam mücadelesi veren halkın gerçeği, kadınların ezildiği bir ülke, yanlış kentleşme, 1970’ ler, 80’ ler, siyasi çatışmalar, Aleviler, Kürtler, Gültepe, Gazi Mahallesi benzeri semtler ve bu semtlerdeki yaşamlar...
‘’Kafamda Bir Tuhaflık’’ coğrafi konum olarak düşündüğümüzde Avrupa’ da İstanbul dışında yalnızca Napoli’ de örneğinin görüldüğü gecekondu yaşamı ve bu yaşamı soluyan kahramanların öne çıktığı bir roman...
Böylelikle Orhan Pamuk, bu romanıyla daha önce de yoğun olarak işlediği ‘’İstanbul’’ konusunu bu kez bambaşka bir tarzda çeşnilendirerek yazarlık yaşamında farklı bir çığır açmış diyebiliriz. Yazar, bu eseriyle ilk kez toplumcu-gerçekçi yazarlar kategorisine de adım atmış oluyor. ‘’Kafamda Bir Tuhaflık’’ Pamuk’ un diğer eserleri gibi yük’ lü!
Kitabı yazarın önceki romanlarından ayıran bir başka özellik de Orhan Pamuk’ un âdeta bir orkestrayı yönetir gibi tüm kahramanlarına söz hakkı tanıması. Orkestra şefinin sihirli değneğinin dokunduğu kahraman başlıyor anlatmaya...
Yazarın geleneksel bir Orta Asya içeceği olan bozayı Mevlut’ la birlikte romanının ‘’başkahramanı’’ yapması bize olduğu kadar sanırım yabancı okurlara da oldukça ilginç gelecektir.
Mevlut’ un, beğendiği kız yerine yanlışlıkla onun ablasını kaçırarak evlenmesiyle başlayan hayat yolculuğu, ömür boyu ‘’kafasında bir tuhaflıkla’’ sürer. Anadolu’ dan İstanbul’ a göç eden pek çok insan gibi denizi ilk defa Haydarpaşa Garı’ nda trenden indikten sonra gören Mevlut, bundan sonraki yaşamını çok sevdiği İstanbul sokaklarında geçirir.
Bu aşamadan sonra usta bir kent yazarının bu kez Mevlut üzerinden İstanbul’ un pek çoğumuzun görüp de belki görmezden geldiğimiz kesitini gözler önüne sermesine şahit oluyoruz.
Mevlut, roman akışı boyunca sırtında boza güğümlerini taşıdığı değneğiyle bir masal kahramanı misali geceleri İstanbul sokaklarında sessiz bir gölge olarak dolaşacaktır. Ve ‘’Seyretmesi birbirinden zevkli ve pek çok şeyin aynı anda hareket ettiği bir yer. ‘’olarak sevdiği bu şehirde tüm zorluklara rağmen âdeta kutsal bulduğu işini zevkle yapacaktır.
Yanlışlıkla kaçırdığı Rayiha ile dini nikâh kıydırmak için görüştüğü hocanın ‘’Aşk bir hastalıktır. Acil ilacı da evliliktir. Ama tifonun ateşi düştükten sonra bütün hayatı boyunca kinin alır gibi yavan bir ilaç alacağı için hemen pişman olur insan. ‘’şeklindeki uyarısına Mevlut, ‘’Ben pişman olmayacağım. ‘’diye cevap verir. Ve ömrü boyunca onun hayatını kolaylaştırdığı kadar içindeki çocuğu da mutlu edebilen karısının yanındayken kendisini ‘’Hak etmediği halde yanlışlıkla Cennet’ e kabul edilmiş biri gibi’’ hisseder.
‘’Kafamda Bir Tuhaflık’’, gerek kurgu özelliği gerekse içeriğiyle alışılmışın dışında bir roman. Özellikle zengin içeriğiyle okuyucuyu âdeta bir kültür şokuna maruz kalmış hissettiriyor. İçimizde yaşadıklarını bildiğimiz, günlük yaşam telaşımızda gördüğümüz fakat bakmadığımız İstanbul’ un geleneksel sokak satıcıları ile okuyucuyu yakından tanıştırıyor.
‘’Yalnızca İslâmi olan değil, ecdadımızdan kalma eski şeyler de kutsaldır. ‘’diyen Mevlut’ un sözleri onun eskiye, geleneğe bağlı ve az çok dindar bir karakter oluşunun ipuçlarınıveriyor.
Romanın başkahramanı olan bu bozacının adının özellikle ‘’Mevlut’’ gibi toplumsal ve dini geleneklerimizden birini yansıtıyor olması da yazarın bu kişiliği okuyucuya başarıyla aktarmasında yardımcı olan ögelerden biri. Kahramanın bu tür kişisel özelliklerini dikkate aldığımızda işini İstanbul’ un moderniteye yenilme dönemlerinde bile neden âdeta kutsal bir ritüelmişçesine yapmasını da anlamlandırabiliyoruz.
Mevlut, işi gereği İstanbul geceleriyle özdeşleşmiş, cahilliğini sokakların kendisine öğrettikleriyle bir nevi bilgeliğe çevirmiş bir adam. Kısacası benzerlerine kıyasla tuhaf bir adam... Yazarın, romanın sonuna dek okuyucunun ilgisini diri tutmayı başarmasında Mevlut’a yüklediği bilge kişilik özelliğinin payı yadsınamaz.
Mevlut ve geniş ailesi sayesinde sadece sokak satıcıları değil, İstanbul’ daki büfeler, otopark çeteleri gibi pek çok unsurun iç yüzü hakkında da aydınlanan okur, bu kentin ilgili tüm dehlizlerinde bir köstebek misali ilginç bir geziye çıkıyor. Bu gezi esnasında yaşananlar, bizlerin alışkın olduğumuz hayatlara oldukça uzak fakat bir o kadar da içimizde...
Yazar, ülkemizde kadınların ezilmesi gibi önemli bir sosyal sorunu da günlük yaşama ait ayrıntılar üzerinden okuyucuda hüzünlü bir iz bırakacak şekilde sık sık ve derinden vurguluyor.
Kültepe, Duttepe, Kuştepe, Harmantepe, Gültepe, Oktepe ve Gazi Mahallesi gibi çoğu kurgu, pek azı gerçek semtlerden oluşan romandaki mekânların isimlerinin seçimindeki özen ve ana olayın geçtiği semtin kurmaca adı, belli bir semti çok da öne çıkartmamak adına dikkat edilmişe benziyor.
2006 yılında kentsel dönüşümle birlikte değişen pek çok şey gibi Mevlut’ un ve yakınlarının yaşadıkları gecekondular apartmana dönüştüğünde ve onlar bu yeni yaşamlarına uyum sağlamaya çalışırken hissettiklerini yazar, Baudelaire’ nin dizeleriyle aktarıyor:
Ne yazık ki bir şehrin şekli şemaili
Bir insanın kalbinden çok daha hızlı değişir.
Baudelaire, ‘’Kuğu’’
‘’Kafamda Bir Tuhaflık’’ sadece bir roman değil, İstanbul’ un siyasi, kültürel, ekonomik ve kentsel değişim sürecine de ayna tutan değerli bir eser.
İstanbul yazarı Orhan Pamuk’ un henüz romanın başında doğaçlama olarak bu şehre yakıştırdığı ‘’dünyanın başkenti’’ nitelemesi, roman bittiğinde yerine oturuyor. Çünkü İstanbul’ un bu sıfatı hak edecek pek çok güzel, tuhaf ve hüzünlü özelliğe sahip olduğunu roman boyu kuvvetle hissettiriyor. Üstelik okuyucunun ‘’kafasında bir tuhaflık’’ bırakırcasına...