Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Mart '12

 
Kategori
Dünya Kadınlar Günü
 

Türkiye’de artıları ve eksileriyle kadın hakları

Türkiye’de artıları ve eksileriyle kadın hakları
 

Atatürk; yüzyılın en büyük kadın hakları savunucusu.


“Dünyada hiçbir milletin kadını; ‘Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar emek verdim’ diyemez” diyen Mustafa Kemal Atatürk, kadınların Osmanlı döneminde başlattığı hak ve özgürlük savaşımının kazanımlarını bir bir edinmelerinin yolunu açmıştır. Cumhuriyet Devrimi, işte bu yüzden aynı zamanda “Kadın Hakları Devrimi” dir. Devrim yasaları, kadını kul konumundan, erkeğe eşit birey konumuna getirmiştir. Atatürk ve Cumhuriyet Devrimleri, Türk kadınını çağdaş yaşamda eşit ve özgür konuma getiren hukuksal, siyasal, toplumsal düzenlemelerin ivme kazandığı,  yaşama geçtiği dönemdir.

Atatürk, yüzyılın en büyük kadın hakları savunucusudur. Bunu görmek için, 20’nci yüzyılın başlarından 21’inci yüzyılın ilk on yıllık dönemine dek, kadın hakları ve kadın – erkek eşitliği açısından yaşananlara bakmak yeterlidir.

Öncelikle 4+4+4 ile gündemde bulunan eğitim alanına gönderme yaparak, kadınların Atatürk dönemi ve sonrasındaki durumuna, kadın hakları yararına ve zararına gelişmeleri,  “artı” ve “eksi” diye puanlayarak bir göz atalım:

Cumhuryet’in eğitimdeki ilk (+) sı; 3 Mart 1924’de çıkan Tevhid’i Tedrisat Kanunu. Böylece tüm eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı ve kızlar, erkeklerle eşit haklarda eğitim almaya başladı.  Sonrasında 1997’de 8 yıllık kesintisiz eğitim, gericilerin her Cuma namazı sonrası yaptıkları şiddet içeren protesto gösterilerine karşın yürürlüğe girdi. Böylece imam hatip okullarının orta kısmına öğrenci alınması, küçücük kızların anlamsız biçimde başlarını kapayarak bu okullara gitmesinin de önüne geçildi.

Eğitimdeki diğer (-) ler: İlköğretim çağında olup da okula gidemeyen yaklaşık bir milyon çocuğun yarıdan fazlası, yani 600 bin kadarı kız. İlköğretim yaşının düşürülerek, süresinin 4 yıla indirilmesi, okula gönderilen çocuk ve özellikle kız çocuk sayısını artıracak mı?... Hele bazı yörelerde okul ve derslik sayısı yetersizken, hala tuvaletsiz, su şebekesiz ve öğretmensiz okullar varken…

Siyasetçinin zihniyeti

Siyaset ve yönetime katılma alanındaki (+) lar, 1930’ların başından günümüze dek sürdü. 

Atatürk, 1930 Nisan’ından 1934 Aralık’ına dek gerçekleştirilen bir dizi yasal düzenlemeyle, (1930’da belediye seçimlerine katılma, 1933’te muhtar, 1934’de milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanınarak) Türk kadınının bütün siyasal haklarını kazanmasını sağladı.

Birleşmiş Milletler’in 20 Aralık 1952’de kabul ettiği, 31 Mart 1953’de imzaya açtığı, 7 Temmuz 1954’de yürürlüğe giren “Kadınların Siyasal Hakları” sözleşmesi, kadınların bütün seçimlerde erkeklerle eşit koşullar altında oy kullanma, seçilme, kamu alanına girme hakları düzenlenmiş. Sözleşmeyi onaylayan ülkeler arasındaki Türkiye, zaten 1930’lardan beri, buna uygun demokratik bir yapılanma içindeydi.

Türkiye, kadınların siyasal haklarına kavuştuğu ilk İslam ülkesi. Amerika Birleşik Devletleri ve Büyük Britanya’da kadınlar, siyasal haklarını 1920’lerde, 1800’lerin sonlarında itibaren verdikleri kanlı mücadelerle kazanmıştır. Tarih, İngiltere’de onlarca kadının kendilerini parlamento binası önündeki sütunlara zincirlediklerini, Amerika’daki eylemleri sırasında yüzlerce kadının can verdiğini yazmaktadır. (Nitekim, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk bazı demeçlerinde Kuran’ın Mücadile Suresi’ni örnek verip, Mücadile sözcüğünün; hakları için savaşan kadın anlamına geldiğini belirterek, Türk kadınının, hakları için savaşması gerektiğinin altını çizmiştir. Ama bu hak mücadeleleri, gerici ve bölücü akımlara hizmet eden, sözde kadın ve insan hakları, özde türban ve terör örgütü propagandası eylemleriyle karıştırılmamalı…)

8 Şubat 1935’de yapılan milletvekili genel seçimlerinde ilk kez, kadınlar milletvekili seçme ve seçilme haklarını kullandılar ve beşinci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne 18 kadın milletvekili girdi. O zaman yüzde 4,5 olan kadın milletvekili oranı son dönemlere kadar yakalanamamış, hatta daha düşük kalmışken, son seçimlerde kadın milletvekili sayısı yüzde 9 oranıyla 78’e ulaşmış.

Yine de bu oran, kadının siyaset alanındaki etkinliği ve demokrasimiz açısından olumsuz yani (-) gösterge. Çünkü, kadınlarına siyasal haklarını, Türkiye’den onlarca yıl sonra vermiş olan birçok ülkenin gerisinde bir oran. Avrupa ülkelerinden Fransa’da 1944, İtalya’da 1948, özgürlük ve demokrasi beşiği sayılan İsviçre’de 1972 senesinde, yani ben 3 yaşımdayken, kadınlar seçme ve seçilme hakkına kavuşabilmiş.  Ama, bugün çoğu Avrupa ülkesinde kadın parlamenter oranı yüzde 40’larda!

Siyasette kadının önünde birçok engel var. Eğitsel ve ekonomik koşullar belirleyici sayılmakla birlikte, bu konudaki engeller ve olumsuzlukların erkek egemen zihniyetin ve sayıca erken üstünlüğünün bulunduğu parlamentolardan çıkacak yasalarla giderilmesi beklenemez.  

Kadınlar TBMM’de şimdilik eşit oranda olmasa da, makul oranda yer almalılar. Türkiye’de nitelikli işlerde çalışan kadınların oranı yaklaşık yüzde 35’ken, bu oranın siyasete yansımadığı ülkemizde, mecliste alınan kararların demokratikliği de tartışılır. Bu konuda atılabilecek ilk adım, yaklaşık 90 ülkede uygulanan cinsiyet kotası yönteminin, Türkiye’de de yaşama geçirilmesi olabilir.

Türkiye’de ilk kadın bakanın 1971’de atandığını, kadınlara kaymakamlık sınavına katılma hakkının 1989’da tanındığını, 1991’de ilk kadın valimizin göreve başladığını, 1991’de de ilk kadın başbakanımızın seçildiğini (+) bilgi notu olarak aktaralım.

Niye kadına şiddet?

Ben niteliğin, nicelikten önemli olduğuna inanırım, kadının her alandaki varlığı söz konusu olduğunda da görüşüm aynı. Siyasette kadın olmak da yeterli değil; kadın bakış açısına ve duyarlılığına sahip olunmalı... Canan Arıtman, kendisiyle 6 yıl önceki görüşmemizde, Orta Çağ zihniyetinin yaşandığı yöre ve ailelerdeki töre cinayetlerini, yaşlı kocaya satılan küçük kızları, kadına yönelik şiddeti, kadın intiharlarını sorduğumda şu yanıtı vermişti:

“Parlamentosunda kadının ancak yüzde 4.4 oranıyla temsil edildiği bir ülkede kadınlar, töre ve namus cinayetlerine kurban gider… Bunlar, namus ve töre cinayeti değildir. Yanlış terminoloji kullanılıyor. Bunlar, cinsiyet ayrımcılığı cinayetleridir. Sadece kadın olduğu ve başkalarının çizdiği sınırların dışına çıktığı için öldürülüyorlar.”

Türkiye’de kadına uygulanan şiddetin ve kadın cinayetlerinin artması çok büyük bir eksi (-). Ülkemizde kadınların yaklaşık yüzde 40’ı şiddete maruz kalıyor. O da bilinenler. Çünkü, şiddet gören kadınların yüzde 90’ı hiçbir kuruluşa başvurmuyor. Doğu ve Güneydoğu’da kadına yönelik şiddet, cinayet ve kadın intiharı oranı daha yüksek. (Bkz: “Doğu’da ve Batı’da kadının kaderi aynı” başlıklı yazım.)

Birleşmiş Milletler’in “Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi”nin (1979) altına imza koymuş bir ülkede, Kurtuluş Savaşı’nda erkeğiyle omuz omuza savaşmış Türk kadınına bu reva mıdır? Yaşananlar, Sözleşme’yi yaşama geçirmede birinci derecede sorumlu devletin ve ilgili kurumlarının, üstlendikleri sorumluğun gereğini pek az yerine getirdiğini ortaya koyuyor. Bu arada, başlangıçta kadına karşı şiddeti içermeyen Sözleşme, 1980’lerde kadına yönelik şiddeti ayrımcılıkla ilişkilendirerek, devleti bu konuda da sorumlu kılmış.

Cumhuriyet Dönemi’nin bu bağlamda da ilk (+)’sı 1926’da yürürlüğe giren Türk Medeni Yasası’yla erkeğin çok eşliliğinin ve kadını tek taraflı boşamasının kaldırılması; kadına boşanma, velayet ve malları üzerinde tasarruf hakkının tanınmasıdır. 1998’de Ailenin Korunmasına Dair Kanun ile ilk kez doğrudan kadına şiddet konusunda bir düzenleme gerçekleşmiş.  Uygulamada bazı eksiklikler ve aksaklıklar olsa da önemli bir adım. Diğer (+) lar arasında sayılabilecek, evlilik içi tecavüzün suç sayılması, “hayat kadını”na tecavüz suçunda ceza indiriminin kalkması,  yeni sayılabilecek düzenlemelerdir.

Türkiye’de ilk “Sığınma Evi” 1990’da Bakırköy Belediyesi’nce açılmış.  2000’li yılların sonu itibariyle sayı 40’lara ulaşmış. Oysa, ülkemizin gereksinimi olan sığınma evi sayısı 5 bin. Çünkü, uluslararası standartlara göre her 7 bin 500 kadın ve kız için bir sığınma evi açılmalı. İşte, ülkemiz koşulları düşünüldüğünde büyük bir (-) ve eksiklik!

Bazı yörelerde birden, hatta ikiden çok kadınla “evlilik” (birlikte yaşamak), kumalığın normal sayılması; çok eşli milletvekillerinin bulunması, Batı’da ve büyük kentlerde bile “imam nikahı” adı altında metres ilişkisi yaşanması, eşitsizliğin ötesinde kadının aşağılanmasıdır.

İş yaşamında ayrımcılık

Devletimiz, kadını iş yaşamına katmaya ve çalışma koşullarındaki eşitsizlikleri ve olumsuzlukları gidermeye yönelik düzenlemeleri oldukça erken getirmiş (+).  Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) kadınların ağır ve tehlikeli işlerde çalışmasını yasaklayan sözleşmesi 1936’da; kadın ve erkek arasında ücret eşitliğini öngören (ama sağlayamayan) sözleşme de 1966’da imzalanmış. Ülkemizde çalışan kadınlara doğum izni hakkı ise daha erken; 1930’da tanınmış. Bunu doğum öncesi ve sonrasına ilişkin düzenlemeler izlemiş.

1965’de çıkan “Nüfus Planlaması Hakkında Kanun” tıbbi zorunlulukta kürtaj; 1983’de yapılan düzenleme de 18 yaşından büyük bekar kadına, kendi isteğiyle 20 haftaya kadar gebeliğini sonlandırma hakkı tanımış. Kişisel olarak kürtaja karşıyım!  Ancak, kadını kendi isteği dışında anneliğe, evliliğe, işsizliğe, eve kapatmaya zorlayacak; bebeklerin tuvalette doğurulmasına, çöpe ve sokağa atılmasına yol açabilecek her türlü etkenin de ortadan kaldırılmasından yanayım!

Günümüzde çalışma yaşamının gerçekleri; kadın açısından birçok (-)yi barındırıyor.  Türk toplumunda erkeklerin yüzde 70’i, kadınların yüzde 25’i çalışma yaşamında. İşe alımda ve ücret belirlemede eşitsizlik sürüyor. İşveren, gebe ya da çocuklu kadını işe almamayı, evlenen ya da gebe kalan kadını işten çıkarmayı kendinde hak görebiliyor. Sanki ev geçindirmek bir tek erkeğin sorumluluğundaymış gibi, onunla aynı işi yapan kadından daha yüksek maaş alması uygun görülüyor.

Anne olan, bu yüzden çalışamayan kadınlara, çalışma yaşamına dönebilmesi, para kazanabilmesi, çocuğunu gözü arkada kalmadan güvenilir ellere ve kurumlara teslim edebilmesi için olanak sağlanmalıdır. Bu da uluslararası sözleşmeler gereği devletin sorumluluğudur.

Tüm kadınlar ve genç kızlar, okutulmamanın, okusa da çalışmayıp ev kadınlığı yapmanın, baba, koca, metres parasıyla geçinmenin; kendilerini düşünsel, bedensel, toplumsal, ekonomik, siyasi (her anlamda ve alanda) kısıtlamaya, baskı altında tutmaya ve aşağılamaya hizmet edebileceğini akıllarından çıkarmasınlar!

Türk Kadını, Cumhuriyetimiz’i kuranların verdiği siyasal ve hukuksal haklarını, Atatürk’ün, ondan beklediği gibi “Selahiyet” ve “Liyakat”la kullanamamıştır.

Niye!?

Anadolu topraklarına yüzlerce yıl boyunca atılmış gericilik tohumları giderek serpilip, boy verip, sarmaşıklar gibi kadınların elini kolunu mu bağlamıştır yoksa? Ya da kitle iletişim araçlarının , kadını rahata, kolay para kazanmaya, ev kadını, metres ya da “Ezik” olmaya yönlendiren yayınları mı etkili olmuştur?

Aslında, kadınların, özel, toplumsal, siyasal, ekonomik yaşamdaki konumları, bir ülke ve toplum için insan hakları, hukuk, demokrasi açısından önemli gelişmişlik göstergeleridir. Hangi dinsel, siyasal yapı egemen olursa olsun, gericiliğin, yozlaşmanın, haksızlığın, adaletsizliğin, şiddetin, baskının, cehaletin, bulunduğu tüm toplumlarda kadın hep aşağılanmış, ezilmiş, haklarından, özgürlüğünden mahrum bırakılmıştır. Bu Ortaçağ Avrupası’nda da böyleydi... Dolayısıyla, kendisini demokrat, ilerici, adil, insan sever, kadın ve insan hakları savunucusu ve Atatürkçü sayan herkesin; kadının her alanda eşit koşullarda hak ettiği yeri alabilmesi için savaşması gerekir. Ama, en başta ve en çok kadınların...

 

Gülçin Erşen – 8 Mart 2012

 
Toplam blog
: 134
: 869
Kayıt tarihi
: 06.07.11
 
 

Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu (İletişim Fakültesi) Radyo ve Televizyon Bölümü mezun..