Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Mayıs '07

 
Kategori
Anılar
 

Üniversiteli olmak için "Paralı eğitime EVET"

Üniversiteli olmak için "Paralı eğitime EVET"
 

Blogumun başlığına aldanıp hükümet giderayak bir karar mı aldı ne, diye merak edip tıklamayın. Resim ise, ararken buldum, hoşuma gitti o kadar. Kalkıp güzel bir hatun eklemediğime (!) şükredin. Anılar kaldığı yerden devam ediyor. Bu defa oldukça uzun, anlatacaklarım çok daha farklı.

Dikkat ettiyseniz yazdıklarımla size o günkü İzmir'i gözünüzde canlandırmaya çalışıyorum zaman zaman. Amaç, bencil davranıp sadece kendi yaşamımı anlatmak değil. İzmir benim "aşkım" desen yalan olmaz.

Askeri okullar, üniversite ve dengi okulların birinci sınıfında okuyan öğrencileri de kabul ettiği için seneye yapılacak sınavlara katılabilmem, "Ben de varım" demem için benim acele tarafından bir üniversite veya yüksekokula başlamam, kaydolmam lazım. Benim, daha doğrusu ailemin aklı hala askeri okullarda. Kısa yoldan hayata atılma beklentisi ve umudu hala sürüyor. Kimse bana ister misin, ne düşünüyorsun diye hala sormuyor. Kim soracak, kime derdimi anlatacağım? Tek yol kalmış. Özel Yüksekokullar.

Özel yüksekokullar. Sınava girmeden, koleje girer gibi bastır parayı, ekonomik gücüne ve isteğine göre mevcut olanlardan birine kaydol, ister sabah git ister akşam. Bitir, devletin okullarında okuyanlarla aynı haklara sahip ol. Oh! Ne ala! Öyle mi?

Ancak işin aslı bazen düşündüğünüz gibi olmuyor. En azından ben ve benim gibi olanlar için değil. Özellikle akşam okumak zorunda kalanlar için hiçte öyle değil.

Bu yazımı hazırlarken ilgimi çekti, araştırdım, bir yazı buldum. Yazımın sonundaki link'e tıklayıp ister anılara ara verir okursunuz, ya da anılardan sonra. Türker Alkan Radikal'de 04.10.2002 de yazmış yazıyı, ilginizi çekerse diye koydum, Özel Yüksekokullar hakkında. Ben okuyunca şaşırmadım, ama üzülmedim de değil. Kimler varmış bu olayların arkasında, kimler kazançlı çıkmış, amaç-çıkar ilişkileri?

Benim okulumun yıllık fiyatı 2.700 TL. O da bize, yani akşam okumak isteyenlere. "Akşam da eğitim verebiliriz, gelsinler, yerimiz var". Arkayı dörtleyelim misali. İndirimli fiyat. Hem de taksitle. O zaman K.K. icat olmamıştı. Bana ve babama imzalattılar senetleri. Biz 125 TL yi denkleştiremeyip Merkezi Sistem sınavına giremiyoruz ama onun yaklaşık 22 katı parayı sanki garantiymiş gibi, belirsiz bir amaç için nasıl buluruz düşüncesi ..derken.

Uzatmayalım, babamın dostları, arkadaşları aracılığıyla İzmir'de Gümrük meydanında eski adıyla Emlak Bankası, şimdilerde özelleştirme ile gündemde yerini alan Halk Bankası'nın olduğu binanın 3. katında avukat ağabeylerimin yanında çalışmaya başladım. Daktilo kullanmasını öğrendim, dava dilekçekleri yazdım, mahkeme, hakim, savcı, başkatip, icra, sulh hukuk, asliye hukuk, ağır ceza, mübaşir, kalem, kağıt, git, gel ne varsa öğrendim kısa sürede. Çalışkanlığımla dikkat çektim. Avukat Yaşar Bey Altay'lı, Galip Bey de Göztepe'liydi. Bu bile onların ortaklığına olumsuz etki yapmazdı. Her ikisine de bin kere dua ederim, haberim yok, 20 sene sonra öğrendim, beni SSK'lı yapmışlar bile. Böyle iyi insanlar da olabiliyor demek ki.

Sabah evden çıkar, otobüsle Konak'a gelir, oradan yürüye yürüye işyerine. Evde bir şeyler yememişsem (ki çoğunlukla öyleydi) boyoz, kumru, gevrek, peynir, yanında çay sabah kahvaltım. Bazen büroda, bazen çay ocaklarında. Çay ocaklarına herkes gelirdi, kimlik önemli değildi, ama hem çaylar sıcaktı, hem de ortam. İzmir daha kültürlüydü o zaman. Günün değerlendirilmesi yapılırdı oralarda, her konuda. Herkes birbirini dinlerdi. En çok da biz. Genciz, dinleyip öğrenmemiz lazım. Tıpkı burada, MB de olduğu gibi.

Öğlen yakınımızdaki Kardiçalı hanına giderdik yemeğe, bazen de büroda yerdik. Sandviç, yanında ayran, bazen gevrek çay, dengelerdik. Gene de maça, sinemaya para ayırırdık. Büroya gazete alındığı için para vermezdim. Sonraları ufak, transistörlü bir radyom olmuştu. Çoğunlukla Çiğli'deki (Askeri) Nato üssünden yayın yapan radyoyu dinlerdim. Çünkü orada Ali Kocatepe, Bülent Özveren, Sebla Özveren, Bülent Gül, Ümit Tunçağ, Akın Ajlan Aksel gibi o dönemin yabancı şarkılarını bize sevdiren ve dinleten şimdilerin ustaları vardı. Yabancı müzik sevgim ve ilgim o yıllardan kalma. O dönemin şarkılarını hala zevkle dinlerim. Sizlere dinlettiklerim ise çok azı. O dönemin müziğini, şarkılarını sevenlerle her zaman paylaşırım.

Hala okulumdan bahsetmedim. Ama yerini söyledim. Önceki blogumda. Hani Kız Lisesi'nin karşısında Polis Moral ve Eğitim Merkezi diye. İşte orası. Bundan evvel de Devlet Güvenlik Mahkemesi'ydi. Bizleri yargılıyorlardı sanki. Okulumuzda bizimle beraber başka katlarda eğitim gören Eczacılık Özel Yüksek Okulu da vardı. Başka var mıydı, hatırlamıyorum. O bölüm daha pahalı olduğu için okuyan arkadaşlarımız da bizden farklıydı, hissederdim. Okuluma erken gittiğimde görürdüm onları. Gerçekten farklıydılar, görünüşleri ile, giyimleri ile. Sabah akşam içerisi arı kovanı gibiydi. Benim okulum ise "İktisadi ve Ticari İlimler Özel Yüksek Okulu". Nerede okuyorsun dediklerimde söylerdim, ama önce anlamazlardı, o nedenle tane tane söylerdim. Kısaca "İTİÖYO", sonraları (Ö) kaldırılmış, "İTİYO" olmuştu.

Klasik lise okumuşum, fiziğimi (!) saymazsam diğer derslerim fena sayılmaz. Burada ne var? İngilizce, Yüksek Matematik. Güzel, diğerleri: Ekonomik Coğrafya, Hukuk (her türlüsü), İktisadi dokrinler, Siyasi Tarih.. Kimdir, ne iş yaparlar, nasıl anlaşacağım bunlarla?

İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi ile bizim okul aynı kategoride. Orada iki dersten (A) al, sınıfı geçtin say, derlerdi arkadaşlar. Diğer derslere girmesen de olurmuş. Bizde statü farklı. Bütün derslerden sınava gireceksin ve geçer not alacaksın. Paranla rezil olmak (!) gibi bir şey. İlk ikisi tamam da diğerleri? Fiziğe kurban olayım, kıymetini bilememişim. Çoğunu borçlu ikinci sınıfa geçtim. Üçüncü sınıfta borcum hem ders cinsinden hem de TL cinsinden artmıştı. Babam destek vermediği için aldığım haftalık okul taksiti, yeme içme, yol gideri, akşam okul, sonra eve dönüş, sinema, maç nereye kadar. Gittiği yere kadar. O zamana kadar ne sigara ne de alkol alışkanlığım oldu. Onları ne tanıdım, ne de tanıştım.

Rıza ile tanıştım. Daha ilk gün. Adı sınıf ama, içerde kaç kişiyiz, bilmiyorum. Çok fazla. Bizim sınıfın, yani akşam öğrencilerinin kaç kişi olduğu hakkında kesin bir bilgim hiç olmadı. Çünkü sayımız her geçen gün artıyordu. Özel okul olduğu için, kontenjanmış, yer var-yok gibi bir düşünce önemli değil okul idaresince. Paran var mı yok, o zaman imzala senetleri gel. Kim olursan ol, gel. Sana da yer buluruz zihniyeti. İçlerinde en çocuk olanı benim. Çoğunun buraya gelme nedeni farklı, amaç aynı. Askerlik. Yaş ilerlemiş, askerlik çağı gelmiş hatta geçiyor, hiç olmazsa bir şekilde mezun olup yedek subay olarak askerlik yapma düşünceleri. Bir çoğunun da kendi işi var, bırakacak kimseleri yok hem iş hem okul burada yürür diyor. Kimisi de bir iş bulmuşum, öbür türlü yani devletin gündüz okullarında nasıl okuyacağım, gündüz okuyup gece işinde mi çalışacağım mantığı. Çok az bayan öğrenci vardı. Onlar da gündüz bir işte çalışıyorlarmış. Hepsi haklı. Ama ben farklıyım, bulunma nedenim de farklı. Ben bunun için buradayım dediğimde ağabeyim yaştakiler şaşırıp kalıyorlar.

Rıza ile ben o gün sınıfta yanyana oturmuşuz. Kısmet işte. O Atatürk Lisesinden yeni mezun olmuş, bir nedenle de girmemiş Merkezi sistem sınavına. O klasik liseden ben de öyle. O GS'li, ben FB'li. Bu bile arkadaşlığımıza hiç bir zaman olumsuz etki yapmadı. Rıza diğer dersleri benim gibi sevmese de bitirmek zorundaydı. Nitekim bitirdi. Babası ile birlikte işi vardı. Hala dostluğumuz devam eder, görüşürüz. 40 yıldan beri. Bazı arkadaşlarımızda olmuştu, bize benzerdi durumları. Dört arkadaştık biz. Ali Abi ve Nazmi genç yaşta bu dünyadan, bizlerden ebediyen ayrıldı.

O yıllarda İngilizce'mi ilerletmek için eski adıyla Amerikan Kültür Derneği (sonraları Türk-Amerikan Derneği)' nin lisan kurslarına gitmeye başladım. Yeri hala aynı yerde. "Sevgi Yolu" hani eski kitaplar, takılar falan satılır ya o sokağın bitiminde, sağınızda Behçet Uz çocuk hastanesi kalır, tam karşınızda. Evet, orası işte.

Okul artık ikinci plana düşmüştü. Sadece İngilizce ve matematik olduğu günler okula gidiyordum. Diğerlerine hala alışamamış, ısınamamıştım. Klasik liseden gelmişim o nedenle zor, bi de işten sonra o dersleri dinle. Artık askeri okul defterini tamamen kapattığım için hiç olmazsa buraya devam edeyim İngilizce'm ilerlesin, alışamasam da okulumu borç-harç bir şekilde bitiririm düşüncesi içindeydim.

Bu arada sadece İngilizce kategorisinde blog yazmayı düşünüyorum, ne blogu pardon İngilizce öğretmenliği ile ilgili eğitim alıp iyi bir İngilizce öğretmeni olup çocuklara İngilizcenin sadece "This is a pen" olmadığını ve İngiltere'de "Mr. and Mrs. Brown" ailesinin yaşamadığını öğretmek istiyorum. Yeri gelmişken mizahta yapalım biraz. Hem uykunuz açılır hem de güleriz. O aileyi o kadar çok kıskanırdım ki anlatamam. Her sene Mr. Brown ve ailesinin tatilleri için deniz kıyısına gittiklerini anlatan cümle beni çok üzer, derinden yaralardı.(A direct method English Course - by Gatenby)

"Mr. Brown and his family went to the seaside for their summer holiday."

Arkadaş biz yıllardan beri çalışıyoruz. Bırak aileyi, tek başına bir yere gidemiyoruz, bunlar her sene tatile gidiyorlar, hem de denize.

Talatpaşa'dan gelen troleybüslerle, bazen de hava güzelse geze geze, sağa sola baka baka giderdim okuluma. Şimdilerde önünden geçtikçe o günlerden çok anı canlanır gözümde. Karataş'tan başladı eğitimim, gene oraya yakın geldik. Kader mi? Oralar da değişmişti artık, aile evleri, sahildeki tek katlı evler, yavaş yavaş teslim olmaya başlamıştı beton yığınlarına.

Bazen okuldan çıkıp Rıza'ların dükkana veya sinemaya gideyim desem, geç kalır, kaçırırdım son otobüsü. Çok kişi kaçırırdı. Bir nedeni de otobüsler ortada yoktu. Belediye hala ulaşım hizmeti vermediği için otobüs sahibi şahısların keyfine kalmıştı seferler. O zaman benimle beraber bekleyenler (çoğu tanıdık) bulabilirsek Balçova dolmuşları ile Balçova kahvelere kadar, olmazsa troleybüslerle Üçkuyulara kadar gelirdik. Sonra yavaş yavaş Narlıdere'ye doğru hem yürür hem de İzmir yönünden gelen araç var mı diye arkaya döner, devam ederdik yürümeye. Kamyon, kamyonet, özel oto, ne varsa, kimin insafına kaldıysa. Bazen gelmez, ya da durmaz, altı kilometreyi yaya gittiğimiz de olurdu. İşte o zaman ellerimizde taşlar, bahçe aralarından aniden önümüze çıkma ihtimali kuvvetli olan köpeklere karşı gücün kimde olduğunu gösterme şovları başlardı. Şükür bir şey olmadı. Onlar havlar, biz dinlerdik, taş falan atmaz yavaş yavaş yürürdük Narlıdere'ye. Biraz gecikirdik evimize. O kadar. Köpeklerle aramızda hiç bir kötü bir olay olmadı. Yoksa medyaya yansır (!) duyardınız. Reha bey sorardı "Acı var mı, acı?"

Güzel günler yerini mevsimler gibi terkediyordu. Hava gittikçe bozmaya başlıyor, biz bunu hissediyor ve yaşıyorduk. Ülkemizi karanlıklara sokan, acımasız ve geride gözü yaşlı analar babalar bırakan, benim yaşadığım, gördüğüm, Cumhuriyet tarihimizin en karanlık günleri tarih sayfalarında yerini alıyordu. Çoğunlukla boykot edilirdi dersler, toplantılar yapılırdı okulda. Bazen okula gitmez, gidemezdik bu nedenlerle. Bir de bizler özel okulda, para vererek okuduğumuz için karşıt görüşteki demek doğru olmaz daha da kötüsü her görüştekilere göre, küçük burjuva, zengin çocukları, baba parası ile okuyan tiplerdik. Bizleri benzer yakıştırdıkları sözlerle hep suçladılar. Kimseye derdimizi anlatamazdık, MB olsa yazayım bir kaç blog, belki okuyan olur, o da yok. O nedenle ne yürüyüş ne miting ne şu ne bu. Hiç bir şeye katılmadık, katılamazdık da. Bizler herşeyden önce baba parası ile okuyan kitle olduğumuz için bu yakıştırılan kimlik hep yanımızdaydı. Merkezi sistem sınavına hazırlığım sıkı bir şekilde sürüyordu. Sınavda sanıyorum Eylül ayında olacaktı. Tek hedefim o. İngilizce öğretmenliği.

Muhtıradan sonra, bir ara anamın babamın memleketine gideyim, büyüklerimi göreyim, ellerini öpeyim, değişiklik olsun dedim. Sık sık giderim. Hala da giderim. Gitmese miydim acaba?

Nisan'ın 20 sinden sonra gittim. Çorum'a. Çok sevdiğim Mustafa dedemle muhabbetim iyiydi. Severdi benden haber almasını. Haber? İzmir'le Çorum arasındaki fiyat karşılaştırması.

Ekmek kaça? Yirmi kuruş. Ula! - Karpuz? 50 kuruş. Ula!.-

Ne kadar, sebze, meyva, yiyecek, içecek, giyecek varsa fiyatını sorar, ben de İzmir'deki fiyatları özellikle abartırdım. O İzmir ile Çorum'u mukayese eder, her seferinde söylediği ULA lafı da benim çok hoşuma giderdi. Nur içinde yatsın.

Hoşbeş sohbetlerden sonra, "Seni askerlik şubesinden sorup duruyorlar, başına bir şey gelmesin, bir ara uğra."dediler.

Bizim nüfus kaydımız rahmetli (öbür) Hafız dedemim adresine kayıtlıydı. Çok sonraları aldırdı babam İzmire. Dedemin evine askerler gelip, şubeye uğramam için sürekli yazı bırakıyorlarmış. Ünüm oraya kadar uzayınca çok okunduğumu, bırakılanları yorum (!) sandım.Tabi ki gitmem de farz olmuştu. Gittim;

- Ben İlyas Bayram, beni arıyormuşsunuz.

- Hoş Geldiniz, sizi askere alıyoruz. Üç gün içinde Isparta'da olun. 40. Piyade Alayı.

- Ancak ben öğrenciyim, devam ediyorum, işte öğrenci kartım.

- Sizin durumunuz bakayaya giriyor. Yapacak bir şey yok. Şu andan itibaren askersiniz. Zaten sıkıyönetim var, biliyorsunuz.

Bakaya : Askerlik çağına girenlerden son yoklamada bulunarak askere alınmış oldukları halde çağrıldıklarında gelmeyen veya gelipte kıtalarına gitmeden toplandıkları yerlerden veya yollardan savuşanlar.

Sonra öğrendik, okulumuz paraları almış ama askerlik şubesine ben ve benim gibiler hakkında hiç bilgi göndermemiş. Şubedeki kaydımda okulumdan gelen hiç bir belge, bilgi yok.

Türker Alkan'ın Özel okullarla ilgili yazısı.

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=52203

 
Toplam blog
: 240
: 2494
Kayıt tarihi
: 13.04.07
 
 

6 Mayıs, bir Hıdırellez günü "Merhaba dünya" demişim. Geçen elli küsur yıl. Bir şarkı vardır Osma..