Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Eylül '16

 
Kategori
Eğitim
 

Üretmeden tüketmek, en büyük ahlaksızlıktır

Üretmeden tüketmek, en  büyük ahlaksızlıktır
 

 “Bozkırı baştanbaşa yeşille öreceğiz;

Tanrı’nın geç kaldığı işi biz göreceğiz.”

Galip Nâşit ARI

Sanmayın ki, başlıktaki söz benimdir. Hayır, değil… Bu söz, 1940’lı yıllarda Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesindekiPazarören Köy Enstitüsü’nün kapısında yazılıymış.

Doğruluğuna yüzde yüz inandığım, böylesine güzel bir sözü ben söyleyebilseydim keşke!

“Pekiyi, başlığın altındaki o güzel iki size nerden?”diye mi sordunuz?

O dizeler de, yine aynı “Enstitü”nün en görkemli binasının alnında çakılıymış.

Evet, Köy Enstitülerinikuranlar, bu kurumlarda yönetici, öğretmen ve usta öğretici olarak görev yapanlar ile öğrenciler, gerçekten de “Üretmeden tüketmenin en büyük ahlaksızlık”olduğuna yürekten inanmış insanlardı.

“Köy Enstitüleri, İkinci Dünya Savaşının tüm şiddetiyle sürdüğü, Alman ordularının sınırlarımıza gelip dayandığı bir zamanda, niçin her türlü imkâna sahip elverişli ortamlarda değil de aksine ağaçsız, susuz, yolsuz bozkırlarda kurulmuştur?” diye sorulabilir.

Sahi, neden öyle yapılmıştır?

Kolayı varken, niçin zor yol seçilmiştir?

Çünkü efendim, bir eli yağda bir eli balda kolay ortamlarda yetiştirdiğiniz insanları, her türlü olanaktan yoksun zor ortamlarda çalıştıramazsınız.

Köy Enstitülerininkurulma amacı neydi?

1930’ların sonunda, nüfusumuzun % 80’inin yaşadığı köylerimizi ve köylülerimizi kalkındırmak… Bunun için, köylerimizin en âcil ihtiyacı olan başta öğretmen, tarımcı ve sağlıkçı olmak üzere gerekli her çeşit elemanı yetiştirmek…

Öğretmen, tarımcı ve sağlıkçı… Evet, Köy Enstitülerinde yetişen bu elemanların hiçbiri, kolay koşullarda çalışmayacaktı. Öyleyse onlar, gelecekte karşılaşacakları zorluklardan korkup yılmamaları için, yaparak ve yaşayarak zorluklarla savaşıp kazanmayı öğrenmeliydiler.

Engeller karşısında apışıp kalmak yerine, onları kendi akıl, yürek ve bilek güçleriyle aşmanın zevkini tatmalıydılar.

Şikâyet eden, konuşan, çok güzel mazeretler üreten insanlar değil, çevresindekilerle birlikte iş yapan, iş üreten, problem çıkarmadan problem çözen görevlilere ihtiyacı vardı köylerimizin.

Nitekim altı yıl eğitim gördüğüm, ekmeğini yiyip suyunu içtiğim Aksuda öyle bir yere kurulmuştu, öğretmen olarak çalıştığım Dicleve Hasanoğlanda…

Tek tek saymaya gerek yok; 21 Köy Enstitüsünün 21’i de benzer özelliktedir.

Yuvarlak sözleri bırakıp da biz gelelim şimdi Hasanoğlan’a…

Şu andan itibaren Hasanoğlanhakkında vereceğim bilgiler ve tırnak içindeki alıntılar, bu okulda bendan sonra yıllarca öğretmenlik yapan Ressam Mehmet Erbil’in “Eğitim Onurumuz Köy Enstitüleri ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü”adlı eserinden alınmıştır. (Hasanoğlan Mezunlar Derneği Yayını, Ankara 2016)

Mehmet Erbil, Enstitülerin büyük zorluklara katlanarak öğrencilerin emekleriyle kurulmasının nedenini şöyle yorumluyor:

“Tüm bunlar sıkıntılı günlerde görülen yokluklara direnmek, yokluğu ortadan kaldırmak içindi. Nerdeyse tüm enstitüler kendi yağında kavrulmak çabası içindeydiler. Çoğunlukla bunu da başarmayı bildiler.

“Bildiler; çünkü her biri bir işin ucundan tuttu. İş için koştular, iş için yarıştılar. Kendilerine yapılar yaptılar. Tarlaları işleyip ürünler yetiştirdiler. Devlete fazla yük olmamaktı tek dertleri. Savaş yıllarının yarattığı yoklukları aza indirmekti tüm çabaları.”

Pekiyi, bu eğitim anlayışı, bu uygulama işe yaradı mı? Bu yöntemle yetişen gençler, isteneni verebildi mi?

Bu soruları da şöyle yanıtlamış yazar:

“İşte bu görev anlayışı ile yetişen öğrenciler tüm öğrendiklerini, köylerine yani Anadolu’ya taşıdırlar. Bilgileri öğrendiler, becerilerini uygulayarak geliştirdiler. Köylerine giderken bu bilgi ve becerilerle donanmış olarak gittiler. Bavullarında kitaplar, ilaçlar ve sağlık gereçleri taşıdılar. Köylerine kendilerinin yaptıkları ziraat araç ve gereçlerini götürdüler.”

Gittiler, giderken bir şeyler götürdüler de başarılı oldular mı? İsteneni verebildiler mi?

Aydınlık hedeflere kavuşmak için trahomluların gözlerine ilaç damlattılar; hiç usanmadan sıtmalıya kinin tedavisi uyguladılar. Gerektiğinde iğne yaptılar. Köylerinin ve çevre köylerin okullarını yapıp yıkılanları onardılar. Bataklıkları kurutup sıtmayı önlediler. Yaralıların yaralarını, kangren olmadan sardılar. Çünkü Köy Enstitüsü mezunları, köyün sağlıkçısı, doktorudur. Kısaca her konuda köyün danışmanıdır.”

İyi, güzel de, köye gönderilen Köy Enstitüsü mezunu öğretmen erkek ise, özellikle de 1940’lı yıllarda köy hanımları, bir erkeğe iğne yaptırırlar mıydı? Bu durumda köylü nüfusun yarısına hizmet veremeyecek midir öğretmen?

Bakalım; İvriz Köy Enstitüsümezunu İzzet Doğanbu problemi çözebilmiş mi?

Yeter ki, insan düşünsün; kafayı çalıştırsın; çözülmeyecek problem yoktur.

İzzet Doğan, okulda öğrendiklerini köyde uyguluyor:

“İğne ve pansuman yapıyor. Hatta daha hızlı hizmet verebilmek için, eşine iğne yapmayı öğretiyor. Böylece eşi köyün hanımlarına iğne yapmaya başlıyor.”

Sanmayın ki, yalnızca bu kadar, onca emek sonucu elde edilen başarı. Yazar Mehmet Erbil’e kulak verelim yine:

“Onlar, tarlasını sürenlere pulluk kullanmayı öğrettiler; gerektiğinde pulluklarını onardılar, nasıl onarılacağını öğrettiler. Islah edilmiş tohumları tarlaya saçmak ve verimi artırmak bilgilerini ve yollarını kavrattılar.”

Sakın azımsamayın. Halkımız, özellikle de 1940’lı yıllarda hastaneden, doktordan, ilaçtan yoksun köylümüz için çok önemliydi; bu kadarcık bir sağlık hizmeti bile.

Hele hele “kara saban”dan bir türlü kurtulamamış çiftçimizin pulluk kullanmaya başlaması tarımda büyük bir devrimdi. Ve dahi:

“Bataklıklar kurutulup fidanlar dikildi. Dikilen bu fidanlar bakıldıkça büyüdü, ağaç oldu. O ağaçlar zamanı gelince budandı, aşılandı, zararlılara karşı ilaçlanarak verim artırıldı. Ağaçlar tam ağaç oldu, dallar meyveyle doldu.”

Bütün bunlar, bugün bize bir masal gibi gelir; ama değil…

Köy Enstitülerinin kurulduğu birçok yerde, sözgelişi Dicle, İvriz, Hasanoğlanve Kepirtepe’de bir tek ağaç bile yoktur. Öğrenciler bilek güçleriyle kazma kürek kullanarak toprağı 80 cm derinliğinde alt üst ederler. Binlerce, on binlerce fidan yetiştirip dikerek bozkırları, kepirleri yemyeşil bir hale getirirler.

On iki, on beş yaşlarında bunu yapabilen öğrenciler, öğretmen olarak köylerine döndüklerinde aynı şeyi neden yapmasınlar?

Öğrencilere bina yapıp fidan dikmek dışında başka ne mi öğretilmiştir; bu kurumlarda?       

Bakalım, bu soruya ne cevap vermiş kitap:

“Örneğin, Kars bölgesi hayvancılıkla uğraştığı için, Cılavuz Köy Enstitüsü’nde hayvancılık, sütçülük teknolojisi uygulamalı öğretilmeliydi. Orta Anadolu’da koyunculuk ve tahıl tarımı, Arifiye’de meyvecilik, Kızılçullu’da çevrede bağ çokluğu nedeniyle şarapçılık ve Ege Bölgesi özellikleri düşünülerek tütün, pamuk, zeytin, incir eğitimine ağırlık verilmesi gereği vardı. Antalya Aksu Köy Enstitüsünde narenciye geliştirilmeliydi. Beşikdüzü (Trabzon) Köy Enstitüsü’nün tarlası deniz olmalıydı. Beşikdüzü denizin veriminden yararlanma yollarını bulup balıkçılıkta ilerlemeliydi. Düşündüklerini yaptılar. Tonlarca balık tutmayı başardılar.”

Bu alıntıda geçen “Öğretilmeliydi, geliştirilmeliydi, olmalıydı” sözcüklerini, “Öğretildi, geliştirildi, oldu”diye anlayın siz. Gerçekten de Aksu’da kurutulan bataklığın yerinde portakal ve mandalina bahçeleri vardı. Dicle’de, ottan başka bir şey yetişmediği için halkın “Hoşot Ovası”adını verdiği o bozkırda yüzlerce akasya ve elma ağacı yetiştirilmişti.

Orta Anadolu’daki Enstitülerde tiftik keçisinden yararlanma yolları öğretilmiştir. Sözgelişi Hasanoğlan’da:

“Okulun yararlandığı koyunlar salt ahırda değil, verimin artması için yaylada ağıllarda beslenmişlerdir. Okulun ağılı İdris Dağı eteklerindeydi. Korunak olarak bir çoban kulübesi yapılmıştı. Bahar ve yaz aylarında kız ve erkek öğrenciler, öğretmenlerinin denetiminde buraya dönüşümlü giderek bakım ve süt sağımı yaparlardı. Emine Aydoğan Biçer de bunlardan biriydi. Nöbet sırası onlara geldiğinde atlara biner, ağıla giderlerdi. Orada bulunan koyunlar sağılır, sütler güğümlere doldurulur, yine atlara binilerek okula getirilirdi. Bu sütlerle yoğurt, peynir yapılır, bazen de öğrencilere sabah kahvaltısında verilirdi. Ayrıca peynir yapılmasına özen gösterilir, sonra tuzlanıp kış aylarında tüketilmek üzere depolara konurdu.”

Köy Enstitülerini uzaktan yakından tanıma fırsatı olmayanların inanacağı şeyler değildir; bu anlatılanlar. Ama inanın ki, hiçbiri uyduruk değil, gerçeğin ta kendisi…

Ve belki de gerçeğin binde biri…

Daha fazla uzatıp sabrınızı taşırmadan başladığım gibi bitireyim bu yazıyı:

Evet, evet… “Üretmeden tüketmek en büyük ahlaksızlıktır.”

Var mı, aksini savunacak bir babayiğit?

Hüseyin Erkan

 huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..