Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Ocak '08

 
Kategori
Ben Bildiriyorum
 

Uyanıklık yapmak her zaman yararlıdır...

Uyanıklık yapmak her zaman yararlıdır...
 

www.milliyet.com.tr den alınmıştır.


Yukarıdaki cümleyi yazarken hemen bir parantez açmak istiyorum. Uyanıklık yaparken başkalarının hakkını yemeden ve kimseye zarar vermeden yapılan uyanıklıktan söz ediyorum. Yoksa herhangi bir kuyrukta başkalarının hakkını yiyerek öne geçmek gibi bir olaydan söz etmiyorum.

Son günlerde eski FİFA hakemlerimizden Ahmet Çakar’ın sunduğu bir yarışma programı var. Şansa bak. Ancak o yarışma programına katılmak için bilgi birikiminiz yanında bir de duygu sömürüsü yapılacak nitelikte bir öykünüz olması gerekir. Herhalde yarışmanın formatı bu şekilde. Aslında soruların bir çoğunu bildiğim halde böyle bir yarışmaya katılmak için telefon bile etmedim. Aslında telefon etsem bile, bu kadar müracaatın içinde yarışmaya katılma şansım ancak milyonda birdir. Görüşmeye çağrılsam takdirde, duygu sömürüsü yapılabilecek bir öyküm olmadığından yarışmacı da olamam herhalde.

Yarışmada 10. soruya kadar 3 yarışmacı devam ediyor. Yarışmacılardan biri sıradaki soruyu bilemezse bir sonraki soruda cevap hakkı diğer bir yarışmacıya geçiyor. 10. soru sonunda Ahmet Çakar, yarışmacılardan birini eliyor. Burada kıstas, doğru verilen cevaplar yanında, kişilerin öykülerinin hangisinin daha acıklı olduğu. Yani bu şu demek, hangi yarışmacının paraya daha çok gereksinimi var?

Son yarışmalardan birinde ise Ahmet Çakar, yarışmacı eleme görevini, yarışmacılardan birine verdi. “Ya bu iki kişiden birini elersin veya ben seni elerim.” diye de ekledi. Bu tavır bana eski filmlerden bir sahneyi hatırlattı. Düşman işgal komutanı, aynı aileden esir edilen üç kişiden birine bir tabanca veriyor ve bu iki kişiden birini öldürmezsen ben seni öldürürüm diyor. Böyle bir format içinde geçiyor yarışma.

Hedefte 125.000 YTL. olan final yarışmalarının birinde kalan 2 yarışmacı soruları sırayla cevaplandırmaya çalışıyor. Bir yarışmacı o soruyu bilemezse diğer yarışmacı o soruya cevap veremiyor. Ona başka bir soru soruluyor. İşin ilginç yanı, yarışmacı kendisine sorulan soruları bilemezken, yanındaki yarışmacıya sorulan bütün soruları bildiğini söylüyor. Bu durumda yapılacak bir şey yok tabii. Şansına, kendine gelen sorular, bildiklerinden değil bilmediklerinden gelmiş.

Okul zamanında da öyle değil miydi? Sınavlarda dersin bir bölümünü çalışmışsınızdır. Sınav soruları eğer çalıştığınız kısımdan gelirse iyi not alırsınız, çalışmadığınız kısımdan gelirse ise zayıf alırsınız. Amaç dersin hepsini çalışmak olsa bile, dersleri yarım yamalak çalışanlar için şansın rolü büyük.

Yukarıdaki paragraftaki yarışmacı, kendisine sorulan soruları bilemezken, başkalarının sorularını biliyor cümlesini çıkış noktası alarak iki okul anımı anlatmak istiyorum.

Lisede ekonomi dersinden yazılı sınav oluyoruz. Sıralar ikişer kişilik. Öğretmen sıranın sol tarafında oturanlara A sorularını, sağ tarafında oturanlar ise B sorularını soruyor. Ben A tarafındayım ve kendi sorularımın hiçbirisinin cevabını bilmezken, B sorularının hepsinin cevabını biliyorum. O zamanlar şimdiki gibi soru kağıtları dağıtılmıyor. Sorular da cevap kağıdının üstünde yer alıyor. Bu durumda sıfır almaktansa yapılacak tek şey var. Ben de kağıdımın üzerine B yazarak, önce B sorularını sonrada cevaplarını yazıyorum. Ancak sınav sırasında herhalde öğretmen, sıkıntılı olduğumu fark etmiş olacak ki sık sık, bana çok huzursuzsun kopyamı çekiyorsun? Diye sormuştu. Ancak olayı fark etmemiş ve ben sınav sonunda 10 tam not almıştım.

Mühendislik gibi meslekler dışındaki örneğin, iktisat, hukuk ağırlıklı fakültelere matematik dersini neden koyduklarını yıllar sonra öğrendim. Matematik insanların zihinlerini açarak daha çok boyutlu düşünmelerini sağlıyordu. Bunu yöneticilik yaptığım dönemlerde daha iyi anlamıştım. Üniversite birinci sınıfta yüksek matematik diye bir dersimiz vardı. O zamanlar bu dersin neden bize öğretildiğine bir anlam veremiyorduk. Öğrencilerin Kel Naci tabir ettikleri matematik hocamız, bu konuda bizim temelimiz çok sağlammış gibi problemleri tahtada alelacele çözerdi. “Anlamayan var mı?” dediğinde, sınıf hep beraber “anlamadık hocam” dediğimizde “Burası havan tokmağı mı? Anlasaydınız” derdi. Havan tokmağı deyimini o gün anlamadığım gibi bugünde hala anlamıyorum.

Sınavlarda sorulan matris sorularının birini çözmek, geçmek için yeterliydi. Bu sorular denge matris dediğimiz kısa, transpoze matris denilen uzun yoldan çözülüyordu. Bir yerlerden elime geçen bir yardımcı kitabın yardımıyla uzun yoldan yapılan problemlerin bazılarını çözebiliyordum. Diğer yol hakkında hiçbir fikrim yoktu. Sınavda ne yazık ki hocamız, denge matris yoluyla çözülmesi gereken bir soru sordu. Ben ise soru kağıdına hocanın değil de benim çözebileceğim yolu yazdım ve soruyu o yoldan çözdüğümde ise, sınava giren 220 kişiden başarılı olan 11 kişiden biri olmuştum. Sanırım değerlendiren, sadece sonuca bakıp, doğru olduğunu görünce ben de bu dersten geçmiştim.

Yazımı bitirmeden bir şey daha;

Çalıştığımız yerde bir kız hakkında arkadaşlarımın biri aracılığıyla benden o kız hakkında bilgi istediler. Sanıyorum bir aile kızı beğenmiş ve oğullarına almak istiyorlarmış. Ben de kızın konuştuğu başka biri var dedim. Aslında o sıralarda kızın bir erkek arkadaşı yoktu.

Sonra ne mi oldu?

O kızla ben evlendim.

 
Toplam blog
: 974
: 3444
Kayıt tarihi
: 16.01.07
 
 

2017 Basın özgürlük endeksine göre 180 ülkeden 155. sırada olan ülkemizde yemek tarifleri  ve tel..