Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Mart '22

 
Kategori
Felsefe
 

Vahşi Çocuk

Yeni dalga akımının öncülerinden Fransız yönetmen Truffaut’un, gerçek bir hayat hikâyesinden esinlenerek çektiği Vahşi Çocuk adlı filmini, yazıma girizgâh olarak kullanmak istiyorum.
Ailesi tarafından henüz bebek denecek yaştayken ormanda kaybedilen bir çocuğun hikâyesidir bu.
Aradan geçen uzun yıllara rağmen her nasılsa hayatta kalmayı başarmış ve hayvanların arasında bir hayvan gibi yaşamaktadır. On, on bir yaşlarına geldiği sırada avcılar tarafından bulunur. İlk bakışta hangi türe ait olduğu pek belli olmayan bu erkek çocuğu, avcıları şoke etmiştir. Sadece avcılar değildir şoke olan, bilim insanları da şaşkındır.
Şehirde dedikodular dolaşmaya başlar. Kimse tam olarak ne yapması gerektiğini bilmemektedir. Sonunda yalnız yaşayan bir hekim çocuğa sahip çıkar. 
Asıl film bundan sonra başlayacak ve çocuğun ruhunun evrimine şahit olacağımız bir şölene dönüşecektir.
Çünkü doğaya göre gayet doğal davranışlarla büyümüş olan bu çocuk, hayatında ilk defa, kendisine hem tinsel, hem de tensel açıdan dur diyen bir toplum ve kültür ile yüzleşmiş; adeta görünmez bir duvara; “O,” bu dünyaya gelmeden çok önce, başkaları tarafından kurulmuş ve dil olarak inşa edilmiş bir düzene toslamıştır.  
Ya, karşısında duran ve onun yabanlığına geçit vermeyen insana aşkın değerlerden; yani insanlıktan nasibini alıp insan olacak; ya da bir hayvan olarak kalacaktır.
Truffaut’un, konusunu özenle seçip çektiği başyapıt niteliğindeki bu filmden de anlaşılacağı üzere, insan; insan olarak doğmaz. İnsanı, insanın insanla ilişkisi yaratır. Kültür, bu ilişkinin kozasıdır. Kültürün diliyle içgüdülerimizin dili arasındaki çatışma ise, tarih atlasını dokur. 
Toplumlar da tıpkı bireyler gibi değişir ve gelişirler. Yaşamları basit olan toplumların kültürleri de basit olur. Toplumun yapısı karmaşıklaştıkça kültür derinlik kazanır. 
Örneğin, insanların mağaralarda yaşadığı ve ihtiyaçlarının çok az olduğu devirlerde aralarında herhangi bir işbölümü yoktu. Dolayısıyla herkes yeteneğine göre üretiyor ve ihtiyacı nispetinde tüketiyordu. Mülkiyet kavramı henüz gelişmemişti.
Marks’ın da üzerinde çok durduğu bu insani birliktelik, kelimenin tam anlamıyla komünal bir topluluktu.
Tamamen ihtiyaç düzleminde yaşadıkları için; herhangi bir şeye tutkuyla bağlanıp arzu etmeyi, birbirlerini sömürmeyi, planlı ve organize suç işlemeyi henüz öğrenmemişlerdi.
İlk olarak ateşi kontrol etmeyi öğrendiler; hemen ardından, dili keşfettiler. Artık, çıkardıkları kaba saba seslerle, ya da beden diliyle değil; içeriği anlam ve kavram açısından fakir bile olsa konuşarak anlaşıyorlardı.
Böylece, insanın dil aracılığıyla ürettiği en çetrefilli zihinsel figürler; yani, diyalektik düşünceyi mümkün kılan manevi ( anlamsal ) figürler tarih sahnesine çıkmış oldu. Bu semboller sayesinde yüzeysel düşünceler fikirlere dönüşüyor ve bilinçdışı derinlik kazanıyordu.
Bu arada mevsimlere göre göç etmeyi, avlanmayı ve toplayıcılığı da öğrenmişlerdi.
Bütün bu olup bitenler insanoğlunun var olduğu coğrafyada eş zamanlı gerçekleşmiyordu elbette. Kavimler arasındaki toplum-zihinsel gelişim düzeyi farklılıklar arz ettiğinden, anlayışları kıt olan barbar toplumlar, medeni olanlara nazaran, insani değerlere karşı daha yıkıcı davranışlar sergileyebiliyorlardı.
Sonunda öyle bir gün geldi ki, o güne kadar gayet basit şeyler içeren yaşamlarını, son derece karmaşık bir yapıya sahip olan tarım ile taçlandırdılar.
Tıpkı buhar makinesi, ya da bilgisayar gibi tamamen insan zekâsının ürünü olan; dahası, o güne kadar toplum hayatına girmiş en suni şey olan tarım aracılığıyla insanoğlu; ilkel, göçer, sınıfsız toplumdan hızla uzaklaşıyor ve işbölümü yüzünden oluşan sınıfların kurduğu yeni bir toplumsal düzene geçiyordu. Zorunlu göçler sona ermiş, yerleşik hayata geçilmişti.
Daha önce at üstünde ok atan avcı kadının erkek tarafından eve kapatılması; göçebe yaşamında verimli olmayan kölelik sisteminin ortaya çıkışı; bunların hepsinden daha da önemlisi; efendisi tarafından öznesi inkâr edilen kölenin vicdanının sesi olarak tek Tanrı’lı dinlerin zuhur edişi, hep tarım uygarlığına geçişten sonraya denk gelir. 
Ne var ki, günümüzden on bin yıl kadar önce gerçekleşen bu dönüşümle birlikte, insanın doğaya yabancılaşma süreci iyice hızlanmıştı. 
Çünkü zeka, kendi varlık nedeni bile olsa; insan eli değmemiş, ham, arı, salt doğada asla doyuma ulaşamaz. Tıpkı annesinden uzakta oynadığı oyunla ancak kendini var edebilen bir çocuk misali; doğaya taban tabana zıt olan bir şeyi; yani, doğayı doğal olmayan şeye dönüştürme gücüne sahip olan kültürü, kendi elleriyle yaratır. 
Kültür; doğanın içinde gizli olan işlenmemiş mutlak bilginin, insan zihninde, kuvveden fiile dönüşmesidir. Başka bir deyişle; mutlak kültür, mutlak bilgiye denk düşer. 
Bunun yanı sıra doğa, insanın kaderidir; çünkü ona sorulmadan verilmiştir. Ancak, kültür, tamamen insana ait bir şaheserdir ve bu şaheseri, bireysel iradeyi aşıp toplumsal iradeyi tesis eden adalet anlayışı yaratmıştır.
Artık, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İnsan zekâsı, doğanın doğurduğu doğal olmayan tek şeydir ve insan, doğallığını yitirmek için doğan bir varlıktır. 
Bu aşamada, Hegel’in felsefesinin omurgasını oluşturacak diyalektik yöntemin malzemeleri, doğa / zekâ / kültür üst başlıklarıyla ortaya çıkar.
Hegel; günün birinde, izafi ( yerel ) kültürün, mutlak ( evrensel ) kültüre dönüşeceğine ve ancak o zaman tüm insanlığın tek bir devlet çatısı altında yaşayabileceğine inandığı için; kendisini, öznel zekânın nesnel zekâya dönüşmesinin tarihini araştırmaya adamış büyük bir filozoftur. 
Hegel’in bu öngörüsü, bizim açımızdan bakıldığında imkânsız gibi gözükebilir. Ancak, bu idealin, kendi elleriyle kendine dar ettiği bu dünyaya sığamayan insanoğlunun uzaya açılmak zorunda kalmasının ardından doğacak yeni bir medeniyette gerçeğe dönüşmeyeceğini kim söyleyebilir?
 
Ahmet Güreşçioğlu
 
Toplam blog
: 164
: 710
Kayıt tarihi
: 13.09.06
 
 

1956 yılında doğmuşum. Tanrı Bilimi Eğitimi aldım. 78 kuşağından olmanın verdiği şevkle olsa gerek;..