- Kategori
- Güncel
Vatan ve A(k)h Tamar!

Kilisesi ve Tamara efsanesiyle ünlü Akdamar adası...resim:Google
Vatan… Bir coğrafya parçasından kutsala dönüşen toprak… Ama nasıl ve hangi aşamalarla toprak kutsallaşıp, vatan olur? Midhat Cemal Kuntay’ın dediği gibi…
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır,
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”
Vatan, gelişi güzel bir "toprak parçası" olmayıp, baştan sona fethedilmiş, elde etmek ve korumak için uğrunda asırlarca can verilmiş, büyük komutanlar yönetiminde, büyük ülküler yolunda, bağrına ve sınırlarına binlerce ecdat gömülmüş bir topraktır. Uğrunda ölünen toprak ülkedir, yurttur, vatandır…
Ülke sözü, yurt/vatan sözüne göre daha dar bir anlam ifade etmektedir. Yurt/vatan sözü, ülke ile birlikte milleti de içermektedir. Bu durumda yurt/vatan, "bir milletin üzerinde yaşadığı, tarihi, gelenekleri ve hatıraları ile bağlanıp sevdiği, uğrunda severek ölmeye razı olduğu toprak parçası"na verilen ünvandır… .
Hiçbir ülke, Anadolu kadar vatan kavramını hak etmemiştir. “Büyük Mezarlık” denilen bu toprağa, Türkler kadar; tarihi, gelenekleri ve hatıraları ile bağlanıp seven, uğrunda severek ölen bir millet yaşamamıştır.
Milattan önceki dönemlerde Anadolu’ya gelip yerleşen Türkler, ana yurtlarıyla bağlarını kestiklerinde millî benliklerini yerli halkın potasında eriyerek yitirmişlerdi. 1071’deki Malazgirt Zaferin’den bir yıl sonra başlayan fetihler, kısa sürede Anadolu’yu vatana dönüştürdü.
Kuşkusuz, bir coğrafyanın "vatanlaşması" sadece o toprak uğrunda can vermekle gerçekleşmez. Bu çok önemli oluşumun ilk aşamasıdır, ama coğrafyanın vatanlaşmasında çok önemli bir aşama daha var ki; şehit kanlarıyla sulanan bu toprakların, aynı zamanda millî kültür değerleri ve medeniyet eserleri ile donatılması, millî kimlik damgasının her yere vurulmasıdır. Ülke üzerinde yaratılan eserler ve kültürel değerler, âdeta, bu toprakların vatanlaştırıldığının kanıtı, birer tapu senedidir.
Medeniyetler Mezarlığı olan Anadolu’da, yaklaşık bin yıl yerli halkla mozaiği bozmadan kaynaşan Türk milleti, vatanına göz dikenlerin giriştiği bir çok Haçlı Seferini defetti. Yüzyıllar boyu Anadolu’nun kadim milletlerine gösterdiği hoşgörüyle varlıklarını sürdürmelerini sağladı.
Dünyanın en önemli ve belâlı coğrafyasında bulunmanın ceremesini en son XX.yüzyıl başlarında çekti. Daha önce bağlı milletler birer birer ayaklandırılıp, bağımsız devlete dönüştürülürken, sadıkayı tebaa(sadık/bağlı millet) sayılan ve Türklerden inanç dışında ayırt edilmeyen Ermenilere sıra geldi. Bir yandan başta İngilizler olmak üzere Batı’nın entrikaları, öte yandan Ruslar’ın Doğu’yu işgaliyle ayaklanan sadık millet ile Müslüman halk arasında başlayan karşılıklı öldürmeler, güvenlik amacıyla yapılan tehcirde büyük felâkete dönüştü… Dört yıl sonra işgallerle katmerlenen acılar, Atatürk’ün belirttiği gibi;
"Türklerin vatan sevgisi ile dolu göğüsleri, düşmanların melun ihtiraslarına karşı daima bir duvar gibi yükseldi"
Hem Ermeniler, hem de Osmanlıları derin acılara gömen büyük felâketin üzerinden tam 95 yıl geçti, neredeyse bir asır… Acılar uzak, çok uzak yerlerde dindirildi, ama vatan hasreti hiç dinmedi. Kuşaktan kuşağa Anadolu, Ararat, Ani, Aktamar kutsal mitler olarak aktarıldı. Emperyalizmin kanlı dişleri ise fırsatı kaçırmayıp, o hasreti sürekli kanırtıp durdu.
Vatan hasreti, özlemlerin en koyusu, en umutlusudur. Çünkü er geç oraya dönüleceği inancı vardır. Gurbete düşünce adı geçtiğinde burun direğini sızlatan yaşlar, yer yer Ege, Akdeniz, Marmara, Karadeniz, Van Gölü kadar tuzlu ve yakıcı olurlar…
“Burası hem senin hem de benim vatan… ”
19 Eylül 2010 Pazar günü Anadolu’nun konukları vardı. Gelişleri günler öncesinden özel hazırlıklarla, merakla beklenen konuklar. Dedelerimizin komşularının torunlarıydı beklenen… Diasporanın tüm engellemelerine karşın, kimi Okyanus ötesinden, kimi Paris ve Avrupa’nın değişik yerlerinden, kimi de Ermenistan ve vatanın içinden yaklaşık beş bin kişinin katıldığı tören, Ermeni medyasının “İyi niyet değil, mecburiyet! Kutsanmamış ve kubbesinde haç olmayan bir kilisede ayin yapmak Hıristiyanlık’ta günah olarak görülür.” iddiasına karşın, bir bayram havası içinde geçti. Bunu katılanların içtenlikle Türkçe, İngilizce, Ermenice dillendirdikleri duygularından anlıyoruz. Tekneler gölün sularını köpürte köpürte yarıp Akdamar adasına doğru ilerlerken, gözyaşı eşliğinde ağıtlara başlayanlar, kilisenin merdivenlerini çıkarken duygularını soranlara, gözyaşları içinde genci-yaşlısı aynı şeyi söylüyorlardı.(1)
“Biz buraya atalarımız için geldik. Burası hem senin, hem de benim vatan…”
-Ohannes Maraşyan –ABD/Kaliforniya : "Burası vatan... Hem senin, hem benim. Biz de Kilisliyiz. İstedim ki, ölmeden göreyim burayı. İyi ki açtılar ibadete''
-Saki Şarapyan –ABD/Hollywood : Babası Gaziantep doğumlu. 25 yıl önce gidip yerleşmişler Hollywood'a. "Babamın annemin adına da dilek tuttum bugün.''
-Virginia Mermeryan: Halep'te doğmuş. 1962'de Amerika'ya eğitim için gitmiş. "Onlar artık yaşamıyor. Biz onların çok istediği şeyleri yapıyoruz. Çok mesudum.''
- Ayk Mermeryan: Virginia'nın kocası Hatay'da doğmuş. Kasketi, pantolonuyla tam bir Hataylı... Gözleri dolu dolu: "Bugün hak yerini buldu. Arkamızda büyük hükümet var çünkü. Ondan buradayız.''
-Caroline Sarı- İstanbul : "Ben her zaman bu kadar duygulanmam. Burası çok özel bir yer. İstanbul'daki pek çok kilisede bu duyguyu yaşamıyorum. Şu an kendimi gerçekten çok mutlu ve Tanrı'ya çok yakın hissediyorum. Kudüs'te de aynı duyguları yaşamıştım. Burası kirlenmemiş yerlerden biri.''
-Tanya Kuyumcu: "Allah buraya gelmeyi bize nasip etti ya daha ne isteyeyim.''
-Sultan Göktaş-İstanbul: "Bu anlatılır gibi bir şey değil. Genç yaşımda burayı gördüğüm için çok mutluyum. Sağlık, mutluluk dileyeceğim. 95 sene sonra böyle bir şeyin olması çok gurur verici''
-Aznif Durmaz- Eşi ve kızını kaybetmiş yakın zamanda. "Dua çok güzel bir şey. Tanrıdan istediğiniz şeyler olur. Mekan çok da önemli değil tabii, ama burası bizim için çok önemli. Burası bize atalarımızdan yadigar kaldı''
-Melkon Çakmak- Kanada :1983 yılında göç etmişler Beyrut'tan Kanada'ya. Doğumu Kayseri Talas. "Böyle bir adım çok önemli. Daha fazla demokrasiye gidiyor Türkiye. Hepimizi geçmişimize götürdü. Teşekkür ederiz...''
-Zartar Evlik: Adının anlamı Türkçe'de zeytin dalı. "Bu ortamın devamı olsun. Kardeşçe yaşalım. İbadette mekân önemli değildir tabii, ama buranın yeri apayrı. Bir sürü dileğim vardı, hepsini diledim. Herkes için de sağlıklı ve mutlu bir ortam diliyorum.''
-Jülyet Hanım-İstanbul: “Tüylerim diken diken… Bugünün anlamı bizim için anlatılamayacak kadar büyük.Haç zamanla kilisenin tepesine konacaktır, sorun etmeye lüzum yok. Eçmiadzin’in tavrını doğru bulmuyorum, onların da gelmesini isterdik.”
-Linda Sağıkoğlu–İstanbul: “İsterdik ki haçımız orada olsun”
-Linda Atkins: Bitlisli ailesi 1915 olaylarından sonra ABD’ye yerleşen Linda ise, çok daha sert yaklaşıyor tepeye dikilmeyen haç meselesine ve Türk hükümetini reklam yapmakla suçluyor.
-Seroj-Gürcistan: Köyünden altı arkadaşıyla birlikte kalkıp ayine gelen Seroj’a göre de haçın yerinde olmaması bir sorun. “Bugün aziz bir gündür ama haç olmadığı için yarım bir gündür. Haç oldu mu tamam olur”
-Marin Arpacı, Yozgat: Bir rahibin dağıttığı, civar bağlarından gelen üzümleri yerken sevinci yüzünden okunuyor. “Üzümü bile güzel… Bugüne ulaşacağımızı tahmin bile etmiyorduk. Bayram gibi bir gün bu...”
-Bercihi Küpçü-Diyarbakır: “Biz azla yetinmeyi bilen bir toplum olduğumuz için her şeyden çabuk mutlu oluyoruz.” (Ne kadar bizle özdeş…)
-Sime Hanım ise hemen itiraz ediyor: “Nasıl minaresiz cami olmazsa, haçsız da kilise olmaz.”
-Zakariya Mildanoğlu- Restorasyonun mimarı. “Yetmez ama evet… Yapılan yeterli değil. Bu tip şeyler çocuk oyuncağı değil, politik malzeme haline getirmek kimseye bir şey kazandırmaz. Bu haç tartışması yeni değil. Üç senedir bu haçın tepeye yerleştirilip yerleştirilmemesi konuşuluyor. Van Kalesi’nde daha yeni bir cami restore edildi, minaresinin üzerinde bakın alem var mı yok mu? Dini açıdan yaklaşmıyorum, mesleki açıdan bu restorasyon yarım kalmıştır.”
Hz.İsa’nın gerildiği haçın, kaçıranların elinden alınıp özgürleşmesini kutlamak amacıyla, bütün dünyada her yıl Eylül’ün ikinci pazarında yapılan ve Akdamar’da Türkiye Ermenileri Patrikliği Ruhani Meclisi Patrik Genel Vekili Başpiskopos Aram Ateşyan(Silvan-1954)’ın yönettiği ayine; Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Eckart Cuntz, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü Osman Murat Süslü, Van Belediye Başkanı Bekir Kaya, Gevaş Kaymakamı Yusuf Güni, Gevaş Belediye Başkanı Nazmi Sezer, Ermeni cemaati üyeleri ile Almanya, Fransa ve Avrupa’nın çeşitli ülkeleri ile ABD’den gelen devlet temsilcileri katıldı.
11.00- 13.30’u arasında süren ayinin ardından, Maral Müzik ve Dans Topluluğu davul-zurna eşliğinde halaya başladı. Cemaatin de katılıdığı halay, halka içinde halka olurken, çoğunluğun ağzından aynı dilek döküldü.
“Keşke Hrant (Dink) da burada olsaydı!..”
Ayinden sonra ‘hayırlı’ bir iş de gerçekleşti Akdamar’da. Ermeni asıllı Tamara Alcal ile Avinis Bıçakçı kilisenin içinde nişanlandı. Gelinin adının Tamara olması ayrıca anlamlı. Çünkü adanın adını taşıyor... Tamara Alcal, ailesinin kendisine bu adı “Ahtamara” efsanesi nedeniyle verdiğini belirtti.
“A(K)H TAMAR!”
Adanın Tarihçesi:
Akdamar Adası (Ahtamar, Ağtamar, Akhtamar, ???????), Van gölünün içinde yer alan en büyük ada olup, Gevaş’a bağlıdır. En eski kaynaklarda adanın adı, Gevaş bölgesinde hüküm süren Ermeni Rştuni sülalesine atfen Rştunik Adası olarak geçmektedir. 705 yılında Vard Rştuni'nin adada öldürülerek Rştuni beyliğine son verilmesinden sonra, ada ve yöresi daha önce Başkale’de (Ağbak) hüküm süren Ardzruni sülalesinin eline geçmiştir. 908'de I. Gagik Ardzruni bazı Ermeni ve Müslüman beyleriyle anlaşarak Gevaş(Vostan)’da kendini Vaspuragan Kralı ilan ederek, başkentini adaya taşımıştır. I. Gagik adada halen mevcut olan kiliseden başka müstahkem bir kasaba, saray, çarşı ve liman inşa ettirmiştir.
Ermeni Kilisesinin ruhani başkanlığı olan Gatoğigosluk makamı 10. yüzyıl ortalarından 1101 yılına kadar Ahtamar Adasında bulunmuştur. Makamın 12. yüzyılda Kilikya'ya taşınmasından sonra da Ahtamar Kilisesi XIX. yüzyıla dek önderlik iddiasını devam ettirmiştir.
Ada üzerindeki sivil yerleşim XVI. yüzyıl başlarına kadar canlı olarak varlığını sürdürmüştür. 1535’te Kanunî Dönemi’ndeki Osmanlı-İran Savaşı’nda tahrip olmuştur. XVI.yüzyıldan sonra sivil yerleşimin bulunmadığı adada, Kutsal Haç'a (Surp Khaç) adanmış bir Ermeni manastırı hayatiyetini sürdürmüştür. XIX. yüzyıl sonlarında 300 civarında keşişin ikamet ettiği manastır, 1895’te kısmen, 1915 olaylarından sonra tamamen terkedilmiştir.
”A(k)h Tamar Efsanesi:
Adanın adının nereden geldiğine dair yaygın halk hikâyesine göre; zamanında badem ağaçlarıyla dolu bu adada yaşayan Ermeni Başkeşişin güzelliği dillere destan, badem gözlü Tamara adında bir kızı varmış. Adanın çevresindeki köylerde çobanlık yapan bir genç, bademlerin çiçek açtığı bir dönemde ağaçlar altında bir peri gibi dolaşan kızı görür görmez vurulmuş. Genç aşık, güzeller güzeli sevdasıyla tanışmak için gölün tuzlu, sodalı soğuk suyuna aldırmadan adaya yüzmüş…
İki sevdalı geceleri keşişlerden gizli buluşup, mehtabı, yıldızları ve göldeki yakamozları izleyerek, geleceğe dair hayaller kuruyorlarmış. Her gece herkes uykuya çekilince, delikanlının “Tamar” dediği sevdiği, eline bir fener alarak kıyıdaki ağacın altına sığınıp, maşukuna işaret veriyormuş. Genç çoban da, gece vakti kulaçlarını ada'daki ışığa doğru atarak, sevdiğine kavuşuyormuş. Durumu fark eden bir keşiş, kızın babasına gördüklerini anlatmış…
Geceyi özlemle bekleyen delikanlı, gölde kopan fırtınaya aldırmadan kıyıda fenerin yanmasını beklemiş. Gölde uğuldayan rüzgâra eşlik eden adam boyundaki dalgalara bakan Tamara, sevdiğini tehlikeye atmak için feneri yakmamış... Başkeşiş bu durumu fırsat bilip bir fener kapıp koşmuş kıyıdaki ağacın altına. Delikanlı da feneri görmenin mutluluğu ile fırtına ve yüksek dalgalara aldırmadan adaya doğru kulaç atmaya başlamış, ama kıyıya bir türlü ulaşamamış… Çünkü delikanlı kulaç attıkça fenerin yeri değişiyor, O da rotasını değiştiriyormuş. Keşiş böylece bütün adanın etrafında feneri dolaştırmış durmuş ve gücü tükenen delikanlı artık dalgalarla boğuşamaz hale gelmiş. Gücü sönerken son bir havleyle "A(k)h Tamar!.. A(k)h Tamar!.." diye bağırmış. Çığlıkları hem ada, hem de Van Gölü kıyılarında öyle bir yankılanmış ki, herkes gibi Tamara da kıyıya koşmuş. Maşukunu göremeyen genç kız dayanamayıp suya atlamış. Gün ağardığında tüm aramalara rağmen iki genç bulunamamış…
Bu hikâye Ermeni şair Hovhannes Tumanyan’ın anlatımıyla efsanelesmistir.(1869-1923) Efsanenin tarihi gerçeklerle ilgisinin zayıf olduğu şüphesizdir. IX. yüzyıldan itibaren kaydedilmiş olan Ağtamar adının Arapça ĞMR kökünden "kabartı, tümsek" anlamına gelen bir türev olması daha kuvvetli bir olasılık olarak değerlendirilebilir. Akdamar adı 1980'li yıllardan bu yana resmî kurumları tarafından tercih edilmektedir.(2)
Vatanımızın her yeri bu tür efsanelerle doludur. İşin ilginç yanı hepsinin harcında acı, ayrılık ve gözyaşı vardır. Mutlu olanlar o kadar az ki… Mutluluğu bulanlar da dış etkenlerle rahat yüzü görmez. Yüzyıl önce bencil çıkarları için vatanımızı acıya boğan dış güçler, bu günlerde başka bir unsuru kandırarak yine huzurumuzu bozmaktalar. Vatan düşmanlarımızın kazdıkları tuzağa kendilerinin düşmesi dileğiyle, yine bekleriz gurbetteki Ermeni vatandaşlarımızı…
1-Konuşmalar, Milliyet ve Sabah gazetelerinden derlendi
MİRAÇ ZEYNEP ÖZKARTAL(Milliyet)-Yahya Öylek-Fahrettin Gök-Mediha Olgun(Sabah)
Fotoğraflar: AA-ALİ İHSAN ÖZTÜRK-GOOGLE