Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Haziran '13

 
Kategori
Öykü
 

Ve umut; pembe beyaz açmış kuşburnu çiçeğiydi…

Ve umut; pembe beyaz açmış kuşburnu çiçeğiydi…
 

Onu,  Anadolu’ nun gözlerden ırak bir ilçesinde tanıdım…                                                         

Sarp arazileri olan, yolunuz düşmese varlığından haberdar dahi olamayacağınız, yurdun bir köşesinde…

Terör, burada da kol gezmişti… Şimdi, sessizlik hâkim olsa da; 2200 rakımları gören, karın mayısın ortasında hala kalkmadığı bu arazilerde yollar kesilmiş; nice can pazarı yaşanmıştı… Geçtiğimiz yollar o kadar da tekin gelmiyordu; o günleri düşününce… Ve yiten gençlerin, öğretmenlerin feryatları kulaklarında yankılanıyor, acıdan bir kütle yüreğinin ta orta yerine yerleşiyordu…

Ama teker döndükçe, ovaya indikçe; pembe beyaz açmış kuşburnu çiçeği gibi bir umut beliriyordu…

Yollardaydık yine… Şanslıydık; aracın içindeydik çünkü… Yağmurluydu hava; dolular ceviz büyüklüğündeydi nerdeyse… Şimşek çakıyordu… Gözümüzün önünü görmüyorduk… Silecek baş döndürürcesine çalışıyordu…  Ama birden damlalar görünmez oluyordu… Sanki hiç yağmur yağmamışçasına her taraf kupkuru,  gökyüzü pırıl pırıl oluyordu… Daha sonra duyuyordun haberini; selin, heyelanın, yolda kalanların...

Diğerinin acısını o an nöbet şeklinde yaşıyor ama sonra beynimizin en derinlerine gönderiyorduk… O kadar hızlı unutmamızın nedeni belki de yaşanan acının; kendi başımıza da gelebilme inancıdır kimbilir… Bundandır gözlerimizi kapatmamız, kulağımızı tıkamamız, beynimizi uyuşturmamız…

 

Yol, hiç bitmeyecekmiş gibi gelmişti… İlmek ilmek işlenen bir oya gibi ilerlemiyordu… Ömrümün kalanının bu yoldan ibaret olduğu düşüncesi karabasan gibi üzerime çöktü…

Birilerine sorup, az kaldığının tastiğini duymak istiyordum…

“Ne kadar kaldı..? Yollar virajlı ya…; bir türlü ilerlemiyor…” dedim…

Nihayet ulaşmıştık… İçimden derin bir “Ohhh” çektim…

 

Vardığımız yerde bizi, İsmail Usta’nın bütün sıkıntımızı alan gülümsemesi kucakladı… Buralardaki sarp araziye, çoraklığa inat; denizin mavisini gözlerinde taşıyordu… O baktıkça, kor misali bir sıcaklık yayılıyordu insanın içine…  Belki de her şeye rağmen beni, onu dinlemeye zorlayan bu sıcaklıktı… Geldiğin yeri, zorlukları unutuyordun… O sorun yaptığın her şeyin;  aslında ufacık detaylar olduğunu anlıyordun…

Ama bu, benim o konuşurken, bir şeyler anlatırken; neden orada olduğumu sorgulamama engel olmuyordu… Yine de ona hiçbir şey belli etmeyerek, aynı sıcaklıkta bir tebessümle karşılık veriyordum… Arada da onu başımı sallayarak tasdik ediyor ya da

 –Gerçekten mi..?,

 - Evet…,

 -Anladım…  gibikelimelerle ilgimi gösteriyordum…

O kadar konuşma ortamı yaratmamaya çalıştığım halde; mizaç itibarıyla samimi olduğumdan laf lafı açıyordu…

Civar kasabalarda iş hayatının birkaç yılını geçirdikten sonra, nihayet on yedi yıldır bu ilçede yaşadığını söyledi…

-Zamanın da Dersim’ den göç etmişiz…  Neredeeen nereye… İnsanoğlu işte… Nerede doyuyorsan orası senin memleketin… Eşim, oğlumun yanında şimdi…  Gelinimle oğlum öğretmen… Ellerinizden öper, torunum oldu iki ay önce… Daha izin alıp da göremedim…

 

Ailesinden bahsederken mutlu insanlara has bir parıltı vardı gözbebeklerinde…  Konuşurken öyle heybetli, güçlü görünüyordu ki karşında boyu 1,40 değil de 1,90 biri var yanılsamasını yaşıyordun… Yüzü kırış kırıştı… Güneş, kavruk cildindeki çizgileri iyice belirginleştirmişti…  Yaşam bütün gücüyle üzerinden geçmişti; o hala dimdikti… Üstünde bembeyaz, jilet gibi ütülenmiş bir gömlek vardı ve minicik bir leke yoktu… Onun gibi sahada görev yapan başka biri olsa daha kir götürür bir rengi; mesela griyi seçerdi… Başkası olsaydı ütüsü bozulurdu mesela gömleğinin; ama onunki sanki hiç oturmamış kalkmamış birinin giysileri gibiydi…

Konuyu, o açtı sanırım… Çünkü birden nereden başladığını anlamadan laf siyanüre geldi…

 İlçelerine siyanürle altın ayrıştırmak için yurtdışından firmanın geldiği anlattı… Halkın da iş imkanı için onları desteklediğini….

Gelen çevrecilerin üzerine “Biz memnunuz, elimiz para gördü; siz karışmayın”  diye yürüdüklerinden… Onları, gözyaşları içinde siyanürün zararlarını anlatan kadın aktivist bile etkileyememişti… Artık kansere yakalananlarda artış olduğunu, yeni doğan hayvan yavrularının genelde özürlü doğduğunu anlattı…

Daha bunları sindirememişken;

-Buraya 2-3 yıla kadar baraj yapılacak… Şimdi burada oturanların çoğu il merkezine taşınacak…  Mezarlık bile boşaltıldı… Sahipleri başka yerlere gömdüler ölülerini… dedi

 “ Bütün bu evler sular altında mı kalacak..? Ama onların memleketleri… Çok üzülmüşlerdir… dedim…

“ Evet… Ama başka çareleri yok…”dedi…

Sular altında kalacak olan yerlerde yürüyorduk şimdi… Bir tarihe şahitlik ediyorduk… Yüreğim burkuldu… Böylesi bir zamanda enerji ihtiyacımızı falan düşünecek halim yoktu… İnsanların anıları su olup toprağa karışıyordu…

 

Buralarda birkaç günlük işimiz vardı… Arada İsmail Usta’ yla karşılaştık yine… Ama ilk günkü gibi uzun uzun sohbet edemedik… Onu bir an bile görmüş olmak beni mutlu ediyordu…

Bize, çevreyi çok iyi bildiği için yardım ediyor; dağları keklik misali kolayca aşıyordu… Görüntüsünden bile ürkeceğiniz yerlerde çok rahattı… Buraların insanı olduğu, her halinden belli oluyordu…  Artık, ekibimizin bir parçası olmuştu…  Biz de İsmail Usta’ ya çok güveniyorduk… O da bu düşüncede ne kadar haklı olduğumuzu bize gösterdi… 

 

Çalışmamızın bitmesine, bir gün kalmıştı… Onun ilçesindeydik yine…  Sarp bir dağın üzerindeydik…   Trenin gelişini bekliyorduk… Tren tünelden çıkacak, bir kenarı uçurum olan köprüden geçecekti… Elimizde iki adet kibrit kutusu(go-pro) kamera, bir de dijital betacam kameramız vardı… … Ekibi üçe böldük… Birimiz tünelin başında, diğerimiz köprü ayağında beklemeye koyuldu… Ben de go- pro kameranın sabitlendiği köprünün bir kenarında, trenin gelişini bekliyordum…   Kamerayı çalıştırıp; sonra tekrar kapatacaktım… Daha bir-iki dakika geçmişti; kamerayı çalıştırmamdan… Birden bardaktan boşanırca yağmur yağmaya başladı… Hemen başucumdaki minicik bir dağ oyuntusuna sığındım… Orada vücudumun büyük bir kısmı dışarıda kalıyordu… Bulunduğum köprünün bir tarafı uçurumdu… Yüz metre ötemde, böyle bir köprü daha vardı… Ama benim durduğum yerden tren yolu kıvrımı daha güzel görünüyordu…  İnde bekliyordum… Dışarı çıkamıyordum… Buraya ulaşmak için sadece tren raylarının üzerinde yürüyebiliyordun… Şimşeklerden korkuyorum… Demiryolunda yürümek şimşekleri üzerime çekebilirdi… Ayağa kalkamıyordum… Arabaya tekrar dönemiyordum… Demiryolu kıvrımının ötesini göremediğimden; yürürken üzerime tren gelmesinden korkuyordum… Önüm demiryoluydu….Onun da yanında sarp bir dağ yükseliyordu… Ve dağın tepesinden, önüme minik minik taşlar yuvarlanıyordu… Heyelandan korkmaya başladım…  O zaman buranın bu özelliğiyle ünlü olduğunu, haberlerden izlediğimi anımsadım… Neredeyse çok büyük taşlar yuvarlanmıyor diye sevindim… Olduğum yere, mıh gibi çakılıp kalmıştım… O an, hiçbir çıkış yolu yok gibi görünüyordu… Benim için sadece bekleyiş var gibiydi… Bütün bunların, topu topu onbeş-yirmi dakika gibi bir sürede olması; inanılır gibi değildi…  Çünkü yaşarken, çok uzun zaman geçti sanıyordun…

 Bütün vücudum kaskatı kesilmişti; beklemekten ve de çaresizlikten…  Hızla dönüp duran akrep yelkovan gibiydi zaman… Dakikalar değil de aylar geçiyordu ömrümden…  Kıvrımdan, tren değil de İsmail Usta belirdi… Korkularımın hepsi, onu görmemle birlikte kayboldu… Kalbimin atışı normalleşti… Ama yine de bir anormallik vardı onun gelişinde; ne arıyordu rayların üzerinde acaba… Bana seslendi… “ Tren gelmeyeceeek; ilerinizdeki köprüde toprak kaymış ben de şimdi oraya bakmaya gidiyorum…”  

 

Biraz ötemde böylesi bir olay olması korkularımın ne kadar da yerinde olduğunu göstermişti…  O topraklar, taşlar benim üzerime gelmiş olabilirdi…  Tesadüfî kurtulmuştum… Buz kesildim…  Sığındığım yerden kalkıp hızlı adımlarla aracımıza doğru ilerledim… Ne kadar çok üşüdüğümü o an anladım…

Araca vardığımda bizim için kâbusun henüz bitmediğini fark ettim… Ekibin hepsinin başına, benim yaşadığıma benzer olaylar gelmişti… Şimdi de aracı çıkarttığımız bu dağdan inemiyorduk… Çünkü geldiğimiz yol yağışın etkisiyle çökmüş ve çukurluklar oluşmuştu… İsmail Usta tekrar kendini gösterdi… İnanılmaz biriydi “O”… En zor anlarımızda bir kurtarıcı, bir Süpermen gibi görünüyor ve tekrar kayboluyordu… Her yere yetişiyordu… Ve iş bitiriciliği mükemmeldi…  Heyelan bölgesi de onun kontrolündeydi… Bir de üstüne üstlük; burada mahsur kalan bizim için, dört çekerli traktör bulmanın derdine düşmüştü…

Benim sırılsıklam halim onu çok üzmüştü… Çabalarını yetersiz görüyordu…  “Size o kadar çok düşündüm ve araca sığınmış olmanızı istedim ki..:( “  dedi…Ben de ona iyi olduğumu söyledim…

Ne kadar da düşünceliydi…

 

O gün, zar zor aracı kurtardık… Ama hepimiz de neye uğradığımızı anlayamamıştık… Söz konusu tabiat olunca yapılan planların böylesi sekteye uğraması; her zaman mümkündü…

 

Benim için, buradaki en önemli kazanım; tabi ki İsmail Usta gibi duyarlı birini tanımış olmaktı…

Bazen insanlara, önceki deneyimlerimizden dolayı, hiç de hak etmedikleri bir yaftayı yapıştırırız… Onların bireysel kimliğini unuturuz…

Tıpkı, uzun yolda çok konuşarak bizi rahatsız eden, mecburi bir yol arkadaşı gibi davranırız ona; fark ettirmeden…

 

Ama hiç ummadığımız bir anda, öyle bir cevherle karşılaşırız ki..!

 
Toplam blog
: 58
: 484
Kayıt tarihi
: 04.01.12
 
 

Kendinin farkında olmakla başlar herşey.  Akar giderken birşeyler insan tutunmak ister hayata. Bu..