Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Kasım '10

 
Kategori
Anılar
 

Vefa ile Kızı Cemre

Vefa ile Kızı Cemre
 

O istasyonun hemen yanı başındaki kitapçılar sokağında kuruyordu tezgâhını Vefa. Teni esmere çalan, telaffuzu düzgün, atılgan, kısa boylu, tıknaz birisiydi Vefa… Tezgâhındaki kitapların başında dört döner, kitaba elini atan müşterisinin önüne geçip, derhal o ilgili kitaba dair görüşlerini gayet anlaşılabilir bir dille müşterisine aktarırdı. Heyecanla yapardı işini. Kitaba elini atana illede satardı kitabı. O olmasa, illede başka bir kitabı satardı. Ama satardı. Müşterisini eli boş göndermezdi. O sokaktaki onlarca kaldırım kitapçısı içerisinde en çok kitap satan satıcıydı Vefa. Beceriyordu bu işi. Beceriyordu, zira rafına koyduğu her kitabın içeriği hakkında ve yazarı hakkında mutlaka bir şeyler biliyordu. Bıkmadan, yılmadan anlatıyordu. Ve ben ne zaman o istasyonun yanındaki kitapçıların arasına dalsam, Vefa’nın o sıkı ilgi ve alakasına mazhar oluyordum. Uzun uzadıya sohbet ediyorduk. Ayaküstü tartışıyorduk. Yeri geliyordu havadan sudan konuşuyorduk, yeri geliyordu başka başka şeylerden bahsediyorduk. Ve ben, sürekli, Vefa’nın o sıkı anlatımlarını keyifle dinliyordum. O kitaplar hakkında verdiği bilgileri dikkatlice dinliyordum. Önerilerini dikkate alıyordum. En nihayetinde beni de o sokaktan eli boş göndermiyordu Vefa. Ne zaman Bakırköy’e insem, illede o kitapçıların sokağına girer ve Vefa’dan bir kitap alarak öyle evin yolunu tutardım.

Aradan geçen yılların ardından yeniden bir gün Bakırköy’ün Özgürlük Meydanında kendimi bulduğumda hafif bir heyecanla yüzümü o kitapçıların sokağına çevirdim. Yine o eski günlerdeki gibi gözüm Vefa’yı arıyordu. Kitap almak istiyordum ve bu sebepten dolayı içimde hafif tarafından birde heyecan vardı. Kitap alacaktım, Vefa ile bir süre sohbet edecektim, sonra birkaç tane bira alıp Bakırköy’ün sahiline demir atacaktım. O dalgakıranların üzerinde biramı yudumlayarak, aldığım kitabı okumaya başlayacaktım. Böyle bir hayalim vardı o anda. Yeri gelecekti, hafif çakır kafa ile yüzümü Marmara’dan gelen esintiye bırakacaktım. O esinti yüzümü hafif hafif okşayarak geçip gidecekti. Ve ben tekrar biramdan bir yudum aldıktan sonra, yeniden kitabın içerisine dalacaktım. Okuyacaktım, okuyacaktım ve saatler akşama çaldığı sıralarda ağır ağır tutulmuş vücudumu ayağa kaldırıp, evin yolunu tutacaktım. Gemilere bakacaktım o gün, o sahilde. Elimde açık kitap, yanımda birkaç tane bira ve illede çıtır leblebi ile, tuzlu fıstık… Hem biramdan yudum alacaktım, hem de arada bir ağzıma yemişlerden atacaktım. Arada yüzümü kitaba yeniden dönderecektim. Bir kaç satır okuduktan sonra yeniden biramdan bir yudum alacaktım. O denizin üzerinde uçan martıların ahengli uçuşunu izleyecektim. Ama… İşte o rengârenk olan kitapçılar sokağının yerinde kitaptan ziyade daha başka şeyler vardı. Kitapların yerlerinde yeller esiyordu. Merakla o yöne doğru yürüdüm ama kitap namına ortada hiçbir şey göremiyordum. O raflar, o kitaplar, o satıcılar… Hiç birisi yoktu. Üzüldüm pek tabiki. O rengârenk kitapların olduğu, adeta Bakırköy’de bir sembol haline dönüşen o kitapçılar sokağı artık kitapçılar sokağı olmaktan çıkmıştı. Başka şeyler satanların sokağı olmuştu o güzelim kitapçılar sokağı. O sokağın kitapçılarının köküne kibrit çakmışlardı.

Hüzünlü bir şekilde ayrıldım oradan. Hayallerim yıkılmıştı. Kitap alacaktım, bira alacaktım, tuzlu fıstık ve çıtır leblebi alıp sahile inecektim… Dalga kıranların üzerine tüneyip, akşamın dibine kadar orada oturacaktım. Olmadı… Hem o kitapçılar sokağının yok oluşuna üzüldüm, hem o anlık kurduğum hayallerin gerçekleşmemiş olmasına üzüldüm.

Bir Temmuz sıcağının öğle vaktinde Antalya’nın Kalekapısı civarında elimde çantam yürüyorum… Ve birden Vefa… O kaldırım kitapçısı Vefa… Hayli zaman geçmiş aradan. Yine kitap satıyormuş, Antalya’nın kaldırımlarında. Boş bulduğum kaldırım kenarlarına kitap tezgâhı açıyorum diyordu. Ayaküstü bir süre konuştuktan sonra kartımı verdim ve ayrıldık. Çok değil, yaklaşık bir on gün sonra Vefa şehir merkezinde bulunan ofisime geldi. Kolu alçılıydı Vefa’nın. Yanında küçük bir kız çocuğu vardı. Kızıymış. Adı Cemre. Hanım hanımcık, az konuşan, çoğunlukla dinleyen ama derinden bir hüzne bezenmiş bir ruhu vardı Cemre’nin.

Hikâyesini anlatmaya başladı Vefa… Hüzünlü bir hikâyesi vardı. Hüzünlü hikâyenin içerisinde ana tema o küçük kız çocuğuydu.

Eşi tarafından aldatılmış Vefa… Ve sonrasında ayrılmışlar. Ama çocuğun kimde kalacağı hususunda büyük bir savaş başlamış. Hem de feci bir savaş. Bitmek bilmeyen savaş. İstanbul’u terk etmek zorunda kalmış. Eşinin ailesi tarafından sürekli tehdit edilmesi, her mahkeme çıkışında şiddete maruz kalması diz boyu. Nitekim anlattığı son mahkemenin çıkışında, uğradığı şiddet sonrasında kolu kırılmış. Alçıya almışlar kolunu. Vefa kızını alarak Antalya’ya gelmiş. Mahkemeler olayın geçtiği Fethiye’de yaşanıyor. Vefa kızı ile birlikte kaçıyor, eşi ve ailesi Vefa ile kızının peşinde. Vefa’yı buldukları yerde öldüresiye dövüyorlar. Amaç o kız çocuğunu alabilmek. Ama mahkeme, kızı babaya veriyor. Çünkü anne tarafından bir aldatma söz konusu ve annenin çocuğa bakabilecek ekonomik gücü yok. İşte tamda bu noktada annenin, mahkemeye sunduğu bir SSK’lı işe giriş bildirgesi söz konusu. Dava dosyasının içerisine koymuşlar. Vefa bu işe giriş bildirgesi hakkında benden bilgi almak istiyor. Sahte bir evrak. Sadece bir işe giriş bildirgesi doldurulmuş ama kuruma verilmiş bir bildirge değil. Kuruma verildiğine dair bir kurum kaşesi, tarih ve sayı mevcut değil evrakın üzerinde. Her hangi bir yasal statüsü olmayan bir evrak.

Bir çatı katında yaşıyorlarmış kızı ile… Cemre okula gidemiyormuş, zira kaçırılma durumu söz konusuymuş.

Cemre ile bir süre eşim ilgilendi biz Vefa ile konuşurken. Eşim Cemre’nin durumundan çok etkilenmişti. Anne ve babası beraberlerken nasıl yemeğe gittiklerinden bahsetmiş o küçük kız. Lunaparka nasıl gittiklerini anlatmış. Yaz aylarında çıktıkları tatilden bahsetmiş. Eşim, o küçük kızın dram yüklü anlatımları karşısında günlerce kendisine gelememişti. O gün yaklaşık beş saat ofisimde kaldılar. Birlikte yemek yedik. Ve sonra Vefa ile kızı Cemre ofisimden ayrıldılar. Vefa’yı ve Cemre’yi sık sık görmeye başladım Antalya’da. Kaldırım kenarına kurdukları tezgâhlarda kitap satıyorlardı. Vefa alçı içerisindeki kolu ile adeta kızı ve kendisi için savaş veriyordu. Vefa ve Cemre ile dört ay kadar görüştük. Sonra… Ansızın kayboldular ortalıklardan. Ne bir daha ofisime geldiler, nede Antalya kaldırımlarında rastlar oldum kendilerine. Sırra kadem bastılar.

O gün Vefa’nın anlattıkları beni, Cemre’nin anlattıkları eşimi sarsmıştı.

Bu sabah evden çıkmadan önce kitaplığımda gözüme çalınan bir kitap vardı. Vefa’dan satın almıştım yıllar önce. Vefa’nın Bakırköy’deki tezgâhından. İşte o anda aklıma geldi Vefa ile Cemre.

Antalya’daki son görüşmemizin üzerinden tam on iki yıl geçmiş.

 
Toplam blog
: 1509
: 1145
Kayıt tarihi
: 07.08.07
 
 

Yazarım... Okurum... Öğrencilik yıllarımda çok yazdım... Kompozisyon derslerinde yazdım... Duvar ..