- Kategori
- Gezi - Tatil
Venedik'te kaybolmak...

Kanal kanal bir şehir
Sabah kalktığımızda neredeyiz, bir gece vakti nereye getirildik diye merakla Pistoia’de etrafı geziyoruz. Programda olmasa da buraya da gelmek varmış. Gördük mü? Gittik, diyecek kadar.
Gezinin en heyecanlı günündeyiz. Çünkü bugün romantik şehir Venedik gezilecek. Müze gezmek, tarihi eserleri incelemek bilgi ve ilgi gerektirse de romantizm insanın doğasında var. Herkes Venedik’i çok merak ediyor. İtiraf etmeliyim ki ben de. Romantizmin kanı kıpırdamaya başlıyor. Her zaman olduğu gibi kadınlar romantizmin baş kahramanı. Sabah giyilen kıyafetler bir sırrı ele veriri gib. Herkes daha bir özenli, daha bir şık, daha bir güzel. Hele ki otobüsün neşe kaynağı Fatma hanımın siyah elbisesinin arkasındaki melek kanatları…
Günün sürprizi Yasemin ve Ayşe hanımın doğum günleri ve otobüste kutluyoruz.
Venedik’e doğru yola çıktığımızda yol boyu katır tırnaklarına rastlıyoruz. Hiç bu kadar çok katır tırnağını yanyana görmemiştim. Pek çok çam ağacı ve ara ara kestaneler de var. 260 km’lik yol etrafı seyrederek keyifli bir şekilde bitiyor . Venedik birbirinden kanallarla yarılmış yüzden fazla adadan oluşuyor. Limana vardığımızda tecrübeli şoför Ümit bey , sokakların birbirine benzediğini söylüyor ve kendi diliyle “ kaybelmeyin “ diyerek ayrıca tembihliyor.
Yolcu taşıyan teknelere “vapuretto” deniyor. Kişi başı gidiş - dönüş 15 Euro ödeyerek vapurettoya biniyoruz. Yolculuk çok keyifli çok rahat. Vapuretto da bizden başka iki grup daha var. Bu gruplardan birinin de Çanakkale’den geldiğini öğreniyoruz. Nereye gitsek Türklerle karşılaşıyoruz. Bu kadar kalabalık turist nüfusunda Türk oranı nedir gerçekten merak ediyorum. Bizim mahalleye dönmüş İtalya! Kanalda ilerledikçe sağlı sollu pek çok tarihi bina ile karşılaşıyoruz. Manzara ayrı güzel.
Bolca fotoğraf çekiyoruz. Geziye başladığımızdan bu yana tahminimin üstünde fotoğraf çekmiş olmalıyım ki fotoğraf makinesinin hafıza kartı doluyor. Ben de etrafı seyretmeye koyuluyorum. İnerken aklımda yeni bir hafıza kartı almak var. Akşam sekizde bizi indiğimiz iskeleden alacak kaptan. Tur rehberlerimizden Serkan bey gecikmememiz için tembihliyor. Gezi otobüsüne benzemez kimseyi beklemez, diyor. Kaçıranın vay haline…
Nereye gitsek meydanlardan başlıyoruz ya gezmeye bu kez uğrak yerimiz San Marko Meydanı. İlk adımda gelin ve damada rastlıyoruz. Pırıl pırıl iki genç. Bandırmalıymışlar. Gelinin en büyük hayali imiş Venedik’te evlenmek. Ne hayal ama. Onlarla birlikte türkü söyleyip, oynuyoruz. Meydana çok da dikkat ettiğimiz söylenemez. İlk hedefte gondol gezisi var. Topluca en yakın iskeleye gidiyoruz. Pazarlık etmeye kalkınca taksi ücreti gibi tarifelerini olduğunu söylüyor ve listeyi gösteriyorlar. En fazla altı kişi alan gondolun yirmi dakikası seksen Euro. Gondol sefası müzikle renklendirilebiliyor.
Gondollara tarihi hava verilmiş. Ahşaptan yapılmışlar ve siyah boyanmışlar. Altın yaldızdan antik süslemeleri var. Gondolcular siyah pantolon üzerine lacivert - beyaz ya da kırmızı beyaz çizgili kısa kollu yakalı tişört giyiyorlar. Bizim gondolcumuzun kırmızı beyaz tişörtünün üzerinde beyaz kısa kollu ; cep, yaka ve kol kenarlarında ince kırmızı biyeler olan ayrı bir gömleği vardı. Meksikalı gibi şapkası ve şapkasının kenarlarında da kırmızı kurdeleden biye vadı. Tanıdıkmış gibi davranıyor ve kanal kanal gezdikçe bilgiler veriyordu. Özel seçilip eğitildiklerini öğreniyoruz. Aşka gelince arya söylüyorlar!
Büyük kanalda gondol sefası çok hoş, çok güzel de binaların arasında çok nem var. Kesif bir rutubet kokusu ciğerlerinize işliyor. Nefes almakta zorlanıyor insan. Ayrıca trafik öyle yoğun ki romantizm zorlama bir eylem olarak ortada duruyor.
Gondoldan inince herkes bir tarafa dağılıyor Buraya özgü ne var diye inceleyince; operada, balede kullanılan cinsten maskeler ve cam işçiliği objeler satan dükkanları görüyorum.
Sokakları tanımaya çalışıyoruz. Kanalların kenarındaki evlerin inanılmaz fiyata satıldığını öğreniyoruz. Gondolcularla pazarlık eden turistleri izliyoruz bir durakta. Herkes pazarlık niyetiyle gelip tarifeyle karşılaşıyor. Hamile bir kadınla eşinin romantik anlarına şahit oluyoruz. İngiliz olduklarını düşündüğüm iki erke bir kız yakın yaşlardaki (8-9 ) yaş) üç çocuktan kız iki elini birleştirip dua eder gibi gondolcuyla pazarlık etmek istiyor. Tarifeyi söylüyor gondolcu. Anne –babayı ikna edemeyince izlemek zorunda kalıyorlar. Kanala ayaklarımızı sarkıtıp serinliyoruz. Büyük kanala uzanmış bir elin parmakları gibi sokaklar. Her seferinde benzer kafe ve lokantalarla karşılaşıyoruz. Lokantalar pahalı değil ve çokça şarap içilen mekan var. Rialto köprüsü yakınına geldiğimizde bir grup arkadaşla karşılaşıyoruz ve karşıya geçmek istediğimizi söyleyince buluşma noktasına geç kalabileceğimiz uyarısında bulunuyorlar. Nasıl geç kalabiliriz ki bir avuç yer derken köprünün karşısını gezip geliyoruz ve 2A dışında bir adını bilmediğimiz iskele yakınında bir lokantaya oturuyoruz. İskeleyi sorduğumuzda doğru yerde olduğumuzu söylüyor garsonlar. Yemeğimizi rahatla yiyip, şarabımızı yudumluyoruz. Zaman geçiyor ve buluşma noktasına gelen yok. Çeyrek kala Serkan beyi aradığımızda çok uzaklaşmış olduğumuzu ve yetişemeyeceğimiz söylüyor. Önce panikliyoruz. Sonra lokantadan başka bir yetkilinin yardımıyla Tranketto’ ya iki bilet alıp son seferi olduğu söylenen deniz otobüsüne biniyoruz. İyi de onca insan bizi bekleyecek limanda. Hiç kendimden ummazdık, kaybolduk.
Otobüsten indiğimiz nokta farklı. Sorun şu ki her araç farklı bir noktadan işliyor. Deniztaksileri başka yerden, deniz otobüsleri başka yerden ve vapurettolar başka yerden. İskele numarasını bilmek yetmiyor. Otobüsün park yeri görünürde yok. Kırık dökük de olsa İngilizce bilmek işe yarıyor o başka. Bir zaman İstanbul’da kimyagerlik yaptığını öğrendiğimiz Maria yetişiyor imdadımıza. Arkadaşlarımıza kavuşuyoruz. Bizi görünce çok seviniyorlar. Sitem edeceklerini düşünürken başka bir grupla neşe içinde halay çektiklerini görüyoruz. Bir daha kaybelmeyin , diye şaka yapıyorlar üstelik.
Damat halayı denen oyuna katılmak hiç bu kadar mutluluk vermemişti!
Gülgün Çako / 6 ağustos 2015