Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

17 Şubat '14

 
Kategori
Siyaset
 

Yabancılar ve içişlerimiz; Menderes, “Büyük Türkiye” sevdasının kurbanı mı oldu (3)

Yabancılar ve içişlerimiz; Menderes, “Büyük Türkiye” sevdasının kurbanı mı oldu  (3)
 

İlerleyen bölümlerde tahtan indirilen Sultan Abdülaziz'in aşağılamak için çektirilmiş benzer bir resmi yayınlanacaktır.


Asla utanılacak bir tarihimiz olmamıştır. Ancak kendilerinden utanılacak çok sayıda “Tarihçiler!” vardır. “Adnan Menderes’in idamında, İsmet İnönü ve Celal Bayar’ın konumları nedir, Adnan Menderes "kontrolden çıktı"ğı için mi asılmıştır?”  

Bu ülkeyi kalkındırmaya çalışan, kalkındıran devlet adamların akibeti, neden ya darbe ile alaşağı edilmek, ya da memleket sevdaları uğruna canlarını vermek olmuştur? Bu ve devam eden bölümlerde bu sorulara cevap aranacaktır.

Başlamadan evvel o dönemi ve yaşananları anlamak adına kısa notlarla hatırlatmalar...

Bunları öğrenmeden ülke gerçeklerini ve yaşananları kavramak mümkün değildir.

…Menderes muayene odasında oturmaktadır. Ayakta, dili dışarıda bir doktor ona nasıl aa… diyeceğini gösteriyor. Bademcik muayenesi çok önemli. Bir insanın asılabilmesi için bademcik iltihabının olmaması gerekiyor.

Muayene sonrasında sehpaya gidecektir. Ama onu oraya koyan irade önce bir de prostat muayenesi yaptırtır. Asılabilmek için o da mı şart? Neyse ki o an fotoğraflanıp basına verilmemiş. Muayene bile olsa, cinsel çağrışımları olan eylemleri ceza ile birleştirme dürtüsü hangi hastalıklı zihnin ürünüdür…”(1)

-“17 Eylül 1961 sabahı İmralı’da cellatların hazırlıkları sürüyordu. Öğleye doğru Başbakan Adnan Menderes’in hücresine gelen 6 doktor, sağlıklı olduğuna dair rapor verdiler. Yassıada Komutanı Tarık Güryay, intihardan kimsenin sorumlu olmadığına dair bir yazı aldı. Darbecilerin acelesi vardı. Güryay, son anlarında bile Menderes’e yalan söylemekten çekinmedi.

Yola çıktılar. ‘Nereye gidiyoruz?’ diye sordu başbakan. ‘Hastaneye!’ dedi Güryay. İmralı’ya 13.15 gibi geldiler, iki subay koluna girdi. Misafirhanenin giriş kapısının solundaki odaya alındı.

Elleri önden kelepçeliydi. İnfaz kararı yakasına iliştirildi. Başsavcı Ömer Altay Egesel tarafından hükmü okundu. “Ayın kaçı?” dedi. Bir sigara istedi. Fotoğrafları çekildi. Hocaları getirdiler. Yalnız kalarak konuşmak istedi. İzin vermediler.

Duayı müteakip son sözü soruldu. İnfaz gömleği giydirildi. İmralı Cezaevi’nin bahçesine yürüdü. İki adım sıra ile iki yana askerler dizilmişti. Sola döndü. Misafirhane ile ambar arasındaki sehpayı gördü. Sendeledi… Yürürken zorlanıyordu. Erler kollarını bırakınca yere yığıldı.

Sehpaya çıkardılar. Cellat ipi boynuna geçirdi. Sıktı… Altındaki sandalyeye vurdu. İnfaz yerine getirilmişti ancak Menderes çok çırpınıyordu. Urgan soğancığın arkasına gelmemiş, kasıtlı olarak kaydırılmıştı.

Yere indirip ikinci defa ipe çektiler. Cellat, ‘Bu evliya imiş, namaz kılıp dönüyormuş, bunun için uçuruyorum’ diyordu.

Bir deri bir kemik kalmıştı. Ayakkabılar ayaklarından fırlamıştı. Soydular, yıkadılar. Göğsünde bir değil, belki binlerce sigara söndürülmüştü.

Aceleyle açılan çukura götürüldü. Ne tahta ne başka bir şey… Başı ve ayağı belli olsun diye taşlar kondu. O hâlde bırakıldı.

Hava kuvvetlerinin jetleri adanın üstüne dalışlar yapıyordu. Bir denizaltı başını çıkarıyordu.” (2)

“Senirkent Faciası, 26 Kasım 1946…”

Kapıdağı’nın üstüne doluşan yağmur yüklü siyah bulutlar o gün Senirkent insanının yüreğini ağzına getirmişti.

Esnaf, dükkânlarından dışarı çıkıp, tedirginlikle seyrediyordu gökyüzünü…

Kadınlar dam üstünde bekleşir olmuşlardı neticeyi. Hiç hayra alamet değildi, böylesine aniden çöken kara bulutlar…

Yukarılarda düşen üç beş damla rahmet, dağın çıplak bedeninden hiç oyalanmadan, aşağılara önü alınmaz sel olarak inerdi hep…

Önce gökyüzü patlar, sonra Kapıdağı, bulutlardan aldığı suyu, içine çamurunu ekleyip Senirkent ahalisine, rahmeti, bir öldürücü felaket olarak sunardı, olanca gürültüsüyle!

Ama o gün korkulan haber dağdan inmedi.

Hükümet konağından çarşıya doğru tırmanan cadde üstünde, söylenerek koşuşan insanların gürültüsü, dağın tepesine noktalanmış kuşku dolu bakışları aşağı çekti.

Kaymakamlık odacısı, Erkan’ların Hacı Hamza’nın kafasına yular bağlamış, onu cadde ortasından çarşı içine doğru çekerek götürüyordu.

Hacı’nın sırtına tahribat kâtibi binmişti, elindeki kızılcık sopasıyla;

“Deh hadi, deh!” diyerek, bacaklarına olabildiğince şiddetlice vuruyordu…

Daha elli metre gitmeden yere çöktü Hacı. Odacı, Hamza’nın kafasına takılı yuları, hala koparırcasına çekiştiriyordu. Tahribat kâtibi, yere yığılan adamın üstüne daha rahat oturup elindeki kızılcık sopasıyla vurmaya devam etti;

-Deh, hadi deh!

İlçenin tüm memurları, jandarma korumasında, bu senaryodaki görevlerini, caddenin iki yanına sıralanıp; “Deh, hadi, deh!” naralarıyla eksiksiz yerine getirirken Senirkent halkı akla hayale gelmeyecek bir olayı görmenin şokunu yaşıyordu…

1946 Genel Seçimlerinde tüm ilçe halkı fukaralığı biteceğini, karnının doyacağı ümidiyle oylarını Demokrat Partiye vermişlerdi. Bu davranış resmi görevlilerce hiç hoş karşılanmadı.

“Devletin Partisi, CHP’ye oy vermeyip, Komünist (!) Demokratlara taraftar olmak, düpedüz eşekliktir. Bu yaratıklara EŞEKÇE muamele etmek gerekir.” diye kararlar alındı gizlice.

İlk uygulama Erkan’ların Hamza’da başladı. (3)

 

Devam edecek…

-Size çok ilginç bir hikayemiz daha var. Yıl 1947…

www.canmehmet.com

Resim;http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yasam/91410.aspx

Kaynaklar;

(1) Daha fazlası için bakınız; http://derkenar.com/yazar/erdem-abaka+intikam-zeytinyagli-bir-yemek-midir

(2) Yazının tamamı için bakınız;  http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-33596-173-imralida-yasananlar-suc-olarak-tescillenmeli.html

(3) Hasan Basri Bilgin; “Son Çorba” Tarih ve Politika 2002 Sahife; 115

 

 
Toplam blog
: 1117
: 1768
Kayıt tarihi
: 29.08.06
 
 

Ticari ilimler akademisindeki öğrenciliğim sırasında, bir kamu iktisâdi kuruluşunda başladığım ça..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara