- Kategori
- Ekonomi - Finans
Yan gelip yatanları yok edelim...
Liberal ekonominin temel felsefesi her türlü ilişkinin bir artı değer üretip onun faydalı bir birikime yöneltilmesi üzerine kurulmuştur. Bu nedenle kişisel özgürlükler çok önemlidir. Özgürlük derken bireyin ekonomik bir varlık olduğundan söz ediyoruz.
Demokratik devlet yapısı da bu ilişkileri hem düzenler, kontrol eder hem de oluşan birikimin dağılımını ve rasyonel olmayan bir güce dönüşmesini denetler, engeller.
Böyle baktığımızda her bireyin ekonomik faaliyet yaratmasının piyasa için çok hayati olduğunu görürüz. 2008 kriziyle başlayan “tüketin, alış veriş yapın” yönlendirmesinin nedeni de perakende düzeyinde dahi olsa o motoru döndürecek kuvvetin bir şekilde çalışmasını sağlamaktır.
Düşünün reklamda ne diyordu; "sakız dahi olsa gidin alış veriş yapın!"
Kuşkusuz liberal ekonomi belli bir gelir düzeyinin de oluşmasını ister. Yani bir ülkede çoğunluk asgari geçim düzeyi ile yaşıyorsa oradaki ekonomi de asgari standartlarda olur. Gelir dağılımında düzey arttıkça her bireyin ekonomiye katkısı da "logaritmik" olarak yükselir.
İşsizlik bu dengeleri bozar.
Liberal ekonomi bir taraftan ülkeleri küresel anlamda birbirlerine bağlarken aynı zamanda kişileri de bu sistemin içine dahil ediyor. İşsizlik oranı belli bir kritik eşiği aştığında bu bütün ekonomiyi etkiler hale geliyor.
Bu fiili durumuyla baktığınızda aslında Ortodoks Marksist teorinin ifade ettiği şekliyle klasik kapitalist yapılanmanın emekçilerin emeğini sonuna kadar sömürmesi ya da onların sorumluluğunu duymaması gibi bir şeyden söz etmek belki arzulanır ancak uygulanabilir bir şey değildir. Aksine finans-kapital tarafının yeni iş alanları oluşturarak emekçiye istihdam yaratması öncelik haline gelmiştir. Sadece bu da yetmemekte onların yetkinleştirilmesi, teknoloji ile beslenmesi de gerekmektedir.
Ancak Türkiye’de bu durum asla gerektiği şekliyle olamamıştır. Bu da zaman içinde çalışanın veriminin düşmesine, işletmenin ekonomik değerini yitirmesine neden olmuştur. (Açıkçası içinde bulunduğum birçok modern yapının da teknolojik ürünlere rağmen hala arkaik düşünce yöntemleriyle yönetildiğine şaşkınlıkla şahit de olmaktayım.)
Özellikle devlet işletmelerinin son 40 yıl içindeki durumu bu olmuştur. Hatta özelleştirme uygulamasının savunmaları arasında atıl işletmelerin ekonomiye kazandırılması gibi bir açıklama da vardır. Bugün çok küçük yaştaki bir çocuğa devlet ile özel işletme arasındaki farkı sorsanız ezbere bu cevabı verir.
Peki, vatandaşının bütün özlük bilgilerini dijital ortamda yedekleyen ve takip eden, gökyüzünde birkaç uydusu bulunan, kendisi için önemli olan bütün işletmelerini son model teknoloji ürünleriyle donatan devlet neden bazılarının atıl hale gelmesine izin vermektedir? Bu soru önemlidir. Cevabını kuşkusuz çok iyi biliyoruz.
Devlet işletmelerinin “yan gelip yatma yeri olduğu” ifadesi bugün en üst düzeyde dile getirilmektedir.
Kuşkusuz “oraların” bu duruma gelmesine ve sürekliliğine neden olanlar da aynı sürecin sahipleridir, mesulleridir.
Lafı Tekel işçilerine getireceğiz.
İnsanlara belli alışkanlıklar verdikten sonra onların sahip olduğu şeyleri ellerinden almak liberalizmle açıklanamaz ya da liberalizmin gerçek yüzünün iyice anlaşılması için iyi bir örnek de olabilir.
Birkaç ay önce annem gece aniden rahatsızlanınca hastaneye götürdüm. Devlet hastanelerinden biriydi. O gece şahit olduklarım öylesine rahatsızlık vericiydi ki…
Acildeki doktorların yüzlerinden yorgunluk akıyordu. Birçoğu pratisyen ya da uzmanlık yapan hekimdi ve tanı koymaktan acizdi. (Mühendislikte de bir uzmanlık var. Kuşkusuz benim de bir uzmanlığım var. Uzmanlığımın ilk yıllarında hangi durumda olduğumu çok iyi hatırlıyorum. Bu asla söz ettiğim doktorların eksikliği de değildir. Burada böyle bir kolaycılık yapmaktan özenle kaçınıyorum.) Hatta gözümüzün önünde iki farklı doktorun birbirlerine hasta gönderirken diğer birinin koyduğu tanının ne kadar yanlış olduğunu tartıştılar.
Bugüne kadar tansiyon ölçtürmenin bir hastanede bu kadar sorun olacağını tahmin dahi edemezdim. Annemin tansiyonunu ölçtürmek için yaklaşık yarım saat kadar sıra bekledik. (Açıkçası benim o geceden öğrendiğim şey; eğer devlet hastanesine gidilecekseniz tansiyon aletinizin mutlaka yanınızda bulundurmanız gerektiğidir.)
Bazı doktorların insanın yüzüne bile bakmadığını, oturdukları yerden saçma sapan bir bilgisayar oyununa odaklanmış olduğunu izledik. Bütün bunların hepsi bir devlet hastanesinde ve memurları tarafından yapılıyordu. Çok iyi biliyorum ki bir özel hastanede asla böyle şeyler olamazdı. Ancak bir işletmenin doğru çalışmasını sağlayan şeyin devlete bağlı olması ya da olmaması şekliyle açıklanmasını da "hala" akla uygun bulamıyorum.
Bu özel teşebbüsü savunmanın bir mazereti mi olmalıdır?
Tekel işçileri belki de kurum verimliliğini kaybetmiş olabilir. Hatta verimliliğini yitirmiş bir kurumu kapatmak da uygulanabilir bir yöntem olabilir. Bir işletme zarar ediyor ve iyileştirilmesi de mümkün değilse, teknolojik olarak da ömrünü tamamlamışsa "sosyal devlet" adı altında varlığını sürdürmesi akla uygun değildir.
Ancak insanlara kapıyı gösterip “ne haliniz varsa görün, bugüne kadar yeterince sizi besledik” tarzında bir uygulamayı anlamak mümkün değildir.
Bunun için yasal dayanak oluşturmak, meclis iradesini bu şekilde kullanmanın da ne kadar demokratik olduğu özellikle düşünülmelidir.
2008 sonbaharında ortaya çıkan kriz sonrasında birçok işletme çalışanlarında tasarrufa gitti. İnsanlar işlerinden oldu. Sadece ülkemizle sınırlandırmıyorum bu gerçeği, global ölçekte yaşandı. Bu yetmezmiş gibi belli bir düzen içinde sürdürmekte oldukları yaşamlarını artık aynı standartta devam ettiremedikleri gibi ellerindekileri de kaybettiler.
Ancak gazetelerin ekonomi sayfalarında şirketlerin krizi nasıl yönettiklerini, kriz ortamında bile büyüdüklerini başarı öyküleri ve yöneticilik becerileri şeklinde okuyoruz.
Demokratik tavır alışta sıranın hakça bölüşüme ne zaman geleceğini merakla bekliyoruz.
Yaşamın birbirinden kopuk kompartımanlar şeklinde organize olduğu ve birbirleriyle bağlantısı olmadığı düşüncesi önceki yüzyılların alışkanlığı, fikriyatıydı.
Ankara’nın göbeğinde seslerini bir şekilde duyurmaya çalışan insanların birini bile tanımıyorum. İçlerinde gerçekten “yan gelip yatanlar” da olabilir. Ancak olaylara bu şekilde bakamayız.
"Herkes" kendi üzerine düşeni yapacak bir işbölümünü gerçekleştirmek zorundadır.
Uzay Gökerman