- Kategori
- Anılar
Yanık Emine'nin Yol Geçen Hanı

Antalya Kale İçi
Bu gün önünden geçtim Yol Geçen Hanının. Eski anılarım canlandı birden.
“Yol Geçen Hanı”. Bizim “Yanık Emine” nin yeri. Yani adı Emine, soyadı Yanık ama biz Yanık Emine deriz.
Yıllar önce rahmetli Erdal Ağabey götürmüştü Yanık Emine’nin Yol Geçen Hanına.
O yıllarda yalnız yaşıyordum ve bir pazar günü Erdal Ağabey’nin hem çalıştığı ve hem de yatıp kalktığı şirkete gittim, birlikte çıkıp Kaleiçi’ne doğru gittik.
Dolaştık birkaç saat ve sonra Yanık Emine’nin Yol Geçen Hanın’da nokta koyduk yürümemize. Erdal Ağabey sürekli gidermiş oraya. Ben ilk defa gittim.
Salaş, döküntü ve pasaklı bir mekan. Yanık Emine’de aynı şekilde bir kimlik.
Çocukken hiç kaçırmadan izlediğimiz bir dizi vardı hani “Pasaklı Sally” di dizinin adı. İşte oradaki Pasaklı Sally karakterine nede çok benziyordu Yanık Emine.
Kısa boylu ve aynı Pasaklı Sally’nin ses tonlaması ve fazla konuşmayan, ters bir tip. Bir köpeği vardı ortalık yerde dolaşan. Kirli mi kirli.
Tüylü ve tüylerinden gözleri görünmeyen bir köpek. Miskin miskin bir kenarda yatıyor. Adı Kahve. Yanık Emine ile gönül bağı kurmuşlar.
Mekan basık ve hemen girişin on metre kadar sağında çok berbat bir mutfak, arka tarafında bahçeye benzemeyen bir bahçe ve üst katta yine döküntü bir alan. Sıkı bir yağmur yağmaya başladı ve biz üst kata çıktık. Ortada bir adet odun sobası, kırık, dökük ahşap sandalye ve masalar. Masalardan birisine oturduk, hemen yanı başımızda bir küçük pencere ve yağmur tanecikleri pencerenin camına sert bir şekilde vuruyordu. Bir an için korkmuştum pencere kırılacak diye. Yaklaşık 13 sene önceydi.
Yanık Emine’nin Yol Geçen Hanı nevi şahsına münhasır bir yer. Ve o ilk gidişimde Erdal Ağabey ile rakı içtik. Yanık Emine bize biraz peynir, hamsi tava, süzme yoğurt ve rakı getirmişti. Oturduğumuz yerde gürül gürül yanan bir soba vardı ve hemen yanı başımda duvara asılı bir bağlama ve gitar, bir başka tarafta akordion, ud ve başka sazlar sanki bizi seyrediyordu. Biz oturup da rakımızı yudumlamaya başlayınca başka birileri daha geldi ve masalardan birisine oturdu. O birileri gitara el attılar ve gitar çalmaya başladılar, derken başka birileri daha geldi ve orada yaklaşık bir on beş kişi olmuştu.
Gece yarısına kadar şarkılar çalındı, türküler söylendi, sohbetler yapıldı.
Güzel bir akşam geçirmiştik. Sonraki günlerde sık sık bu mekana gitmeye başladım. Bir çok değişik insanla tanışma imkanım oldu. Hep aynı müşteriler ve ortalama her akşam en az on beş tanesi hava kararmaya yüz tutunca soluğu Yanık Emine’nin orada alıyorlardı. Gece yarısına kadar rakı sohbetleri sürüyor, yeri geliyor küsmeler, yeri geliyor memleket kurtarmalar ve yanı sıra husumetler. Uzun yıllar fırsat buldukça Yanık Emine’nin oraya takıldım.
Ama yaklaşık yedi yıl oldu hiç gitmedim. Nedendir bilmem ama o dönemlerde illaki Yanık Emine’nin oraya uğrar, birkaç kadeh rakı içtikten sonra eve geçerdim. Evlendikten sonra sık sık gitmez oldum. Eşimin pek de sevdiği mekanlardan olmadığından ağır ağır ayağım kesildi oradan. Yanık Emine’nin mekanını en çok kış aylarında severdim. Yanan sobanın yakınında, pencere dibinde bir yere oturup, loş ışıkların altında rakı içmek ve hele hele dışarıda o Antalya’ya özgü gürültülü yağmurlar da varsa alınan keyfe diyecek lafım olmuyordu. O mekan ki işletmecisi ile birlikte tam bir bütündü. Kirli, pasaklı, döküntüydü ama o mekan ilk tercihimizdi. Nedenini hep merak ettiğim ve her defasında aynı noktayı yakaladığım cevaplar veriyordum. Neden Yanık Emine’nin Yol Geçen Hanı bizim mesken tuttuğumuz bir yer olmuştu?
Orada tanıdığım kimi tipleri yıllar sonra da hep anar oldum zihnimde. İhsan isminde orta yaş üstü birisi vardı ve hemen hemen her akşam gelirdi, eline bağlamayı alır kendince Anadolu’dan türküler çalardı. Beytullah isiminde altmış yaşlarında birisi vardı ve ille de “Emir Dağı” türküsünü söylerdi. İskelet haline gelmiş ve içmekten içi dışına çıkmış Samsun’lu Soner isminde beyaz eşyacı kırkbeş yaşlarında birisi vardı ve her hali ile iticilik timsali olan bu şahıs, her konuşmada muhalefet örnekleri sunar, “Altın Hızma Mülayim”, “Yozgat Sürmenesi” türkülerini istisnasız her akşam bir kez de olsa söylerdi. Gece yarısına doğru sızar ve zar zor evinin yolunu bulurdu. Ve bir akordioncu bayan vardı. Nursan. Güzel akordion çalardı. Akordionu çalarken beraberinde bir birinden güzel şarkıları da söylemekten kaçınmazdı. Kara kuru bir Serpil vardı.
Bir de hafif yollu tarafından akli dengesi bozuk sevgilisi.. Her dakika kavgalarını izlerdik ve gece yarısı vurduğunda o kavga edenler sanki bunlar değilmiş gibi sarmaş dolaş mekandan çıkıp evlerinin yolunu tutarlardı. Altmış Sekizli Aydın Bey ise Yanık Emine’nin mekanının sembollerindendi. Ve daha pek çok farklı kişilikler için Yanık Emine’nin orası bir rahatlama ve stres atma ortamıydı. Güzeldi. Güzel bir dönemdi.
Sonrasında dağıldı oraya takılanlar. O yüzler bir bir gitti. Kayboldular. Kimsinin yüzünü yıllar var ki hiç görmedim. Kimisi ile zaman zaman yollarda karşılaştım.
Ama hepsi bir bir dağılıp gitti.
İşte bu gün önünden geçtim ve gözüm takıldı mekana. Emine beni görünce çıktı kapıya ve ters ters yüzüme baktı. O her zamanki sakin ama sert bakışları ile başladı konuşmaya. Niye gelmediğimden, neden uğramadığımdan demler vurdu.
Ama belliydi, o eski tadı kalmamıştı mekanın.
Erdal Ağabey aklıma geldi. Geçen sene ölüm haberini almıştım. Tam da yılbaşı akşamı öğleden sonra gelmişti haber. Bir an için öylece kalmıştım.
Hem rahmetli Erdal Ağabey’i ve hem de Yanık Emine’nin mekanını özlediğimi fark ettim.