- Kategori
- Öykü
Yansımalar

Atlama taşları düşüncelerim. Beni nehrin öteki tarafına geçiriyorlar. Durup soluklanıyorum. Sonrası düz yol. Eğilip dokunuyorum toprağa. Islak. Tam hissetmek istediğim gibi. İçime çekiyorum koca bir nefeste havadaki sessizliği, sonra usulca bırakıyorum nefesimi gece kuşlarını ürkütmekten korkarak.
Karanlığın içerisinde ilerlerken tüm vücudum kaskatı, dikkat kesilmiş. Bir çığlık kopuyor uzaklarda, düş âleminden. Fısıltılar işitiyorum. Sanki birilerinin gözleri soyuyor beni çırılçıplak, sonra memnuniyetsizce geri giydiriyor tüm korkularımı. Ritmik bir davul sesi, ateşin çevresinde yapılan savaş dansını çağrıştırıyor. Bir başkalık var nehrin bu tarafında. Ben yaratıyorum yolumu çünkü dokunulmamış bir bölge burası. Her çalı, her çakıl taşı yerini öylesine benimsemiş ki, sanki bir benim burada fazlalık. Birbirini sıkıca kucaklamış ‘tabu ağaçları’nın dalları. Ayırmaya çalışıyorum incitmeden ama yol vermiyorlar geçeyim diye. Zorlamak istemediğimden, dolanmaya karar veriyorum çevrelerinden. İlerideki mabedi seçebiliyorum hayal meyal ama kestirmeden gitmek çok zor. Ben de uzun yolu denemeye karar veriyorum. Nasılsa yapacak başka işim yok. Hem artık eskisi kadar ürkütücü de gelmiyor orman.
Biri adımı söylüyor sanki durmaksızın. Arkama dönüp bakıyorum… Sadece karanlık. Ansızın zehirli ‘yargı sarmaşıkları’ dolanıyor her yanıma. Bağırmak istiyorum ama çığlıklar düğümleniyor boğazımda. Bataklık diplere çekiyor ben çırpındıkça. Hareketsiz duruyorum bir süre. Yine batıyorum biliyorum, sadece daha yavaş. Sonra bir dal yetişiyor imdadıma. Uzanıp kavrıyorum sıkıca. Aa bu bir elma ağacı. Bir elma koparıyorum en kırmızısından. Lezzetli bir ısırık alıyorum. Tadı çok güzel diye düşünürken bir kahkaha çınlıyor sanki yerin yedi kat altından. Devam ediyorum yoluma daha cesur ama çok daha dikkatli. ‘Hişşt’ diyor bir ses. Yetti ama bu yanılgılar deliriyor muyum ne?
‘Hişşt’ diye tekrarlıyor aynı ses. ‘Evet, sana diyorum şaşkın. Ne var arkada bir türlü bırakamadığın? Biraz bakarsan etrafına beni görürsün.’ Başımı kaldırıyorum, dalın üstünde bir baykuş. Hadi canım baykuşlar konuşur mu? ‘Nehrin bu tarafında evet’ diye cevabı yapıştırıyor hemen baykuş. ‘Düşüncelerimi mi okuyorsun?’
‘Zekiyim ama o kadar da değil. Sadece siz insanlar hep aynısınız. Tahmin etmek zor olmuyor.’
‘Bilge baykuş musun sen?’
‘Ha ha. Bilgeyi bilmem ama baykuşum. Sen de diğerleri gibi ‘mutluluk mabedine’ ulaşıp ‘özgürlük çeşmesinin’ suyundan içmeye geldin değil mi?’
‘Daha önce gelenler de oldu mu yani?’
‘Tabii ama dönenlere rastlamadım. Umarım geride pek de bir şey bırakmamışsındır.’
Gözlerimin önünden geride kalanlar geçti. Sesime hâkim olmaya çalışarak yalan söyledim. ‘Hayır’
‘Güzel. Çünkü geriye dönüp bakanlar genellikle ‘saplantı kuyularına’ düştü. Hep ileriye bakanlarsa ‘açgözlülük canavarına’ yem oldu. Hayatta kalan olduysa da bu yoldan geri dönmedi. Yani ben rastlamadım.’
‘Sen hep burada mısın?’
‘Evet’
‘Ya sabahları?’
‘Ha ha seni çaylak! Gizem ormanının büyüsü de bu işte. Burada hiç sabah olmaz’
Korkuyla geriliyorum. Sinirlerim bu gerginliğe ne kadar dayanır bilemiyorum ama sanırım baykuşun unuttuğu bir üçüncü ihtimal de delilik.
‘Demek mutluluğu arıyorsun. İyi, iyi… Ama burası bin bir çeşit felakete gebedir. Üstelik aynı tehlikeler karşına çıkıp durmaz. Her seferinde de seni hazırlıksız yakalar. Yani hazine avcısı hevesiyle geldiysen, yol yakınken dön. Buraya gerçekten kaybedecek bir şeyi olmayanlar gelir.’
‘Yok, dedim ya. Göründüğün kadar zeki değilmişsin.’
‘Sandığından fazla…’
İnsanların baykuşları neden sevmediklerini anlıyorum. Ağızlarından hiç iyi bir şey çıkmıyor.
‘Kapasana gaganı’
‘Siz insanlar ne iyilik yaparsınız ne de takdir edersiniz. Hoş bunu başarabilseniz burada olmazdınız ya…’
‘Bana bak Bay Kuş, söyleyecek iyi bir şeyin yoksa konuşma bence.’
‘Pekâlâ, o zaman iyi bir haber vereyim. Mabede giden en kısa yolu biliyorum.’
‘Sahi mi? Nereden gidiliyor?’
‘Kısa ama çok da tehlikeli. İstersen uzun olanı tarif edeyim’
‘Boş ver onu. Ben zoru severim’ Bu da başka bir yalan tabii. Kendime şaşıyorum. Bir yarım saat daha kalırsam ömrümde söylemiş olduğum tüm yalanlardan daha fazlasını söylüyor olacağım. Baykuştan yolu öğrenip devam ediyorum ilerlemeye. Ortalık aydınlanmaya başlıyor sanki. Ay bulutların arasından sıyrılıp, meraklı bir kızıllıkla asılı kalıyor havada. Epeydir sakin geçen yürüyüşüm, beni belirsiz bir telaşa sürüklüyor. Sanki bir şeylerin vakti geldi artık.
Kuru bir ağaç dalına basıyorum. Can havliyle uçuşuyor ‘yalnızlık kuşları’. Bir arada yaşayan yalnızlık kuşları. Ne çelişki ama diye geçiriyorum içimden. Bir göl çıkıyor karşıma, şelalenin döküldüğü. Hiç bu kadar gür akan bir şelale görmemiştim. ‘Gözyaşı şelalesi’ olmalı diye düşünüyorum. Uzaklardan gelen mistik bir flüt sesi var. Ezgiler çalıyor durmaksızın. Aşıklar, yalnızlar, umudunu yitirenler dilek dilermiş, bir iki damla göz yaşı akıtarak suya. Kaynağı buymuş bu şelalenin. Amma da mutsuz insan varmış ha… Yoluma devam ediyorum, dileyecek dileğim olmadığından.
Bir kadın ağlıyor ileride. ‘Yardım edin ne olur…’ diye. Bakıyorum sıkışmış kayanın altında. Hay Allah kararsız kaldım şimdi. Mabede ulaşmak için uçurumun üzerindeki ince köprüden geçmeliyim önce. Ama sis bastırdı mı beklemem gerekecek biliyorum. Kadıncağızı da bırakamam ki öylece…
Koşuyorum yardım etmeye. Kadını kurtarıyorum ama birden canavara dönüşüyor. İki başlı, dört kollu, dört bacaklı. ‘Merhamet canavarı’ saldırdıkça kaçıyorum geriye. Sonunda çekile çekile düşüyorum ‘hayal kırıklığı uçurumu’ndan aşağıya. Boşlukta öylece düşüyorum sanki saatlerce. Sonra bir kepçe kavrayıp çıkarıyor beni yukarıya. Ne olduğunu anlayamadan ‘palyaçolar diyarı’nda buluyorum kendimi.
Herkesin suratında koca bir gülümseme, gözlerinde kristal bir damla var. Seviyorlar beni delice. Hoşuma gidiyor ilgi ilk başlarda. Ama sıkıyor sonradan. Gitmek isteyince, bir anda maskelerini sıyırıp, gerçek yüzlerini gösteriyorlar. Bu insanların ağzı yok. Ne gülüyorlar, ne de öpebiliyorlar. Dudaklarımı ama en çok da tebessümümü kıskandıklarını söylüyorlar. Benden çalmak istiyorlar onu. Dehşete kapılıyorum ama en çok da şimdi yürekli davranıyorum. Anlatmaya çalışıyorum, beni alıkoyamazsınız burada, diye. Çok şeyimi yitirdim ama tebessümümü asla. O zaman yok olurum ben diyorum. Tuhaftır merhametsiz değiller. Zaten tek istedikleri eksiksiz bir insan olmak değil mi? İnsanca davranıyorlar, salıveriyorlar beni.
Çok bitkinim ama uyumaya ne cesaretim ne de vaktim var. Gökyüzü kapanıyor ve bir yağmur bastırıyor. Çocuklar gibi seviniyorum, çocukluğumdan kalma alışkanlığımı hatırlayınca. Yüzümü havaya doğru kaldırıyorum, gözlerimi kapatıyorum damlaları hissetmek için. Ne yazık ki bu yağmur ıslatmıyor, bereket yağmıyor gökyüzünden. Yok oluyor dokununca. Çok susadım ama bir damla bile değmiyor kurumuş dudaklarıma.
Artık iyice umutsuzluğa kapılmaya başlıyorum. Kendimi yitik hissediyorum ve bir hıçkırık kopuyor en derinlerden. Ardından gözyaşı tufanı. Ben sarsılıyorum yer sarsılıyor. Ben ağlıyorum, yağmur yağıyor. Gerçek yağmur, ıslatan. Ben haykırıyorum çıplak kayalar cevap veriyor uzaklardan. Ve birden güneş açıyor, yağmur diniyor, kuşların cıvıltısı kaplıyor her bir yanı. Su! Akan suyun sesi. ‘Özgürlük çeşmesi’ bu. Bense mabedin tam ortasındayım.
‘Ne o buldun mu aradığını?’ diye soruyor baykuş.
‘Hani sen hiç yerinden kımıldamazdın?’
‘Ben hep aynı yerdeydim, tıpkı senin gibi. Burada hiç güneş doğmaz da demiştim. Ama sen aydınlığı gördün. Umarım artık gerçeği de görmüşsündür.’
Şaşırdım önce. Kavramaya çalıştım dediklerini. Başımı kaldırıp mavi gökyüzüne baktım. Güneş bana göz kırpıyordu.
Baykuşa bakıp gülümsedim. ‘Nehrin bu kıyısıyla, öteki kıyısının aynı yer olduğunu mu?’
Baykuş da bana gülümsedi. Ya da belki de ben öyle sandım…
Karanlığın içerisinde ilerlerken tüm vücudum kaskatı, dikkat kesilmiş. Bir çığlık kopuyor uzaklarda, düş âleminden. Fısıltılar işitiyorum. Sanki birilerinin gözleri soyuyor beni çırılçıplak, sonra memnuniyetsizce geri giydiriyor tüm korkularımı. Ritmik bir davul sesi, ateşin çevresinde yapılan savaş dansını çağrıştırıyor. Bir başkalık var nehrin bu tarafında. Ben yaratıyorum yolumu çünkü dokunulmamış bir bölge burası. Her çalı, her çakıl taşı yerini öylesine benimsemiş ki, sanki bir benim burada fazlalık. Birbirini sıkıca kucaklamış ‘tabu ağaçları’nın dalları. Ayırmaya çalışıyorum incitmeden ama yol vermiyorlar geçeyim diye. Zorlamak istemediğimden, dolanmaya karar veriyorum çevrelerinden. İlerideki mabedi seçebiliyorum hayal meyal ama kestirmeden gitmek çok zor. Ben de uzun yolu denemeye karar veriyorum. Nasılsa yapacak başka işim yok. Hem artık eskisi kadar ürkütücü de gelmiyor orman.
Biri adımı söylüyor sanki durmaksızın. Arkama dönüp bakıyorum… Sadece karanlık. Ansızın zehirli ‘yargı sarmaşıkları’ dolanıyor her yanıma. Bağırmak istiyorum ama çığlıklar düğümleniyor boğazımda. Bataklık diplere çekiyor ben çırpındıkça. Hareketsiz duruyorum bir süre. Yine batıyorum biliyorum, sadece daha yavaş. Sonra bir dal yetişiyor imdadıma. Uzanıp kavrıyorum sıkıca. Aa bu bir elma ağacı. Bir elma koparıyorum en kırmızısından. Lezzetli bir ısırık alıyorum. Tadı çok güzel diye düşünürken bir kahkaha çınlıyor sanki yerin yedi kat altından. Devam ediyorum yoluma daha cesur ama çok daha dikkatli. ‘Hişşt’ diyor bir ses. Yetti ama bu yanılgılar deliriyor muyum ne?
‘Hişşt’ diye tekrarlıyor aynı ses. ‘Evet, sana diyorum şaşkın. Ne var arkada bir türlü bırakamadığın? Biraz bakarsan etrafına beni görürsün.’ Başımı kaldırıyorum, dalın üstünde bir baykuş. Hadi canım baykuşlar konuşur mu? ‘Nehrin bu tarafında evet’ diye cevabı yapıştırıyor hemen baykuş. ‘Düşüncelerimi mi okuyorsun?’
‘Zekiyim ama o kadar da değil. Sadece siz insanlar hep aynısınız. Tahmin etmek zor olmuyor.’
‘Bilge baykuş musun sen?’
‘Ha ha. Bilgeyi bilmem ama baykuşum. Sen de diğerleri gibi ‘mutluluk mabedine’ ulaşıp ‘özgürlük çeşmesinin’ suyundan içmeye geldin değil mi?’
‘Daha önce gelenler de oldu mu yani?’
‘Tabii ama dönenlere rastlamadım. Umarım geride pek de bir şey bırakmamışsındır.’
Gözlerimin önünden geride kalanlar geçti. Sesime hâkim olmaya çalışarak yalan söyledim. ‘Hayır’
‘Güzel. Çünkü geriye dönüp bakanlar genellikle ‘saplantı kuyularına’ düştü. Hep ileriye bakanlarsa ‘açgözlülük canavarına’ yem oldu. Hayatta kalan olduysa da bu yoldan geri dönmedi. Yani ben rastlamadım.’
‘Sen hep burada mısın?’
‘Evet’
‘Ya sabahları?’
‘Ha ha seni çaylak! Gizem ormanının büyüsü de bu işte. Burada hiç sabah olmaz’
Korkuyla geriliyorum. Sinirlerim bu gerginliğe ne kadar dayanır bilemiyorum ama sanırım baykuşun unuttuğu bir üçüncü ihtimal de delilik.
‘Demek mutluluğu arıyorsun. İyi, iyi… Ama burası bin bir çeşit felakete gebedir. Üstelik aynı tehlikeler karşına çıkıp durmaz. Her seferinde de seni hazırlıksız yakalar. Yani hazine avcısı hevesiyle geldiysen, yol yakınken dön. Buraya gerçekten kaybedecek bir şeyi olmayanlar gelir.’
‘Yok, dedim ya. Göründüğün kadar zeki değilmişsin.’
‘Sandığından fazla…’
İnsanların baykuşları neden sevmediklerini anlıyorum. Ağızlarından hiç iyi bir şey çıkmıyor.
‘Kapasana gaganı’
‘Siz insanlar ne iyilik yaparsınız ne de takdir edersiniz. Hoş bunu başarabilseniz burada olmazdınız ya…’
‘Bana bak Bay Kuş, söyleyecek iyi bir şeyin yoksa konuşma bence.’
‘Pekâlâ, o zaman iyi bir haber vereyim. Mabede giden en kısa yolu biliyorum.’
‘Sahi mi? Nereden gidiliyor?’
‘Kısa ama çok da tehlikeli. İstersen uzun olanı tarif edeyim’
‘Boş ver onu. Ben zoru severim’ Bu da başka bir yalan tabii. Kendime şaşıyorum. Bir yarım saat daha kalırsam ömrümde söylemiş olduğum tüm yalanlardan daha fazlasını söylüyor olacağım. Baykuştan yolu öğrenip devam ediyorum ilerlemeye. Ortalık aydınlanmaya başlıyor sanki. Ay bulutların arasından sıyrılıp, meraklı bir kızıllıkla asılı kalıyor havada. Epeydir sakin geçen yürüyüşüm, beni belirsiz bir telaşa sürüklüyor. Sanki bir şeylerin vakti geldi artık.
Kuru bir ağaç dalına basıyorum. Can havliyle uçuşuyor ‘yalnızlık kuşları’. Bir arada yaşayan yalnızlık kuşları. Ne çelişki ama diye geçiriyorum içimden. Bir göl çıkıyor karşıma, şelalenin döküldüğü. Hiç bu kadar gür akan bir şelale görmemiştim. ‘Gözyaşı şelalesi’ olmalı diye düşünüyorum. Uzaklardan gelen mistik bir flüt sesi var. Ezgiler çalıyor durmaksızın. Aşıklar, yalnızlar, umudunu yitirenler dilek dilermiş, bir iki damla göz yaşı akıtarak suya. Kaynağı buymuş bu şelalenin. Amma da mutsuz insan varmış ha… Yoluma devam ediyorum, dileyecek dileğim olmadığından.
Bir kadın ağlıyor ileride. ‘Yardım edin ne olur…’ diye. Bakıyorum sıkışmış kayanın altında. Hay Allah kararsız kaldım şimdi. Mabede ulaşmak için uçurumun üzerindeki ince köprüden geçmeliyim önce. Ama sis bastırdı mı beklemem gerekecek biliyorum. Kadıncağızı da bırakamam ki öylece…
Koşuyorum yardım etmeye. Kadını kurtarıyorum ama birden canavara dönüşüyor. İki başlı, dört kollu, dört bacaklı. ‘Merhamet canavarı’ saldırdıkça kaçıyorum geriye. Sonunda çekile çekile düşüyorum ‘hayal kırıklığı uçurumu’ndan aşağıya. Boşlukta öylece düşüyorum sanki saatlerce. Sonra bir kepçe kavrayıp çıkarıyor beni yukarıya. Ne olduğunu anlayamadan ‘palyaçolar diyarı’nda buluyorum kendimi.
Herkesin suratında koca bir gülümseme, gözlerinde kristal bir damla var. Seviyorlar beni delice. Hoşuma gidiyor ilgi ilk başlarda. Ama sıkıyor sonradan. Gitmek isteyince, bir anda maskelerini sıyırıp, gerçek yüzlerini gösteriyorlar. Bu insanların ağzı yok. Ne gülüyorlar, ne de öpebiliyorlar. Dudaklarımı ama en çok da tebessümümü kıskandıklarını söylüyorlar. Benden çalmak istiyorlar onu. Dehşete kapılıyorum ama en çok da şimdi yürekli davranıyorum. Anlatmaya çalışıyorum, beni alıkoyamazsınız burada, diye. Çok şeyimi yitirdim ama tebessümümü asla. O zaman yok olurum ben diyorum. Tuhaftır merhametsiz değiller. Zaten tek istedikleri eksiksiz bir insan olmak değil mi? İnsanca davranıyorlar, salıveriyorlar beni.
Çok bitkinim ama uyumaya ne cesaretim ne de vaktim var. Gökyüzü kapanıyor ve bir yağmur bastırıyor. Çocuklar gibi seviniyorum, çocukluğumdan kalma alışkanlığımı hatırlayınca. Yüzümü havaya doğru kaldırıyorum, gözlerimi kapatıyorum damlaları hissetmek için. Ne yazık ki bu yağmur ıslatmıyor, bereket yağmıyor gökyüzünden. Yok oluyor dokununca. Çok susadım ama bir damla bile değmiyor kurumuş dudaklarıma.
Artık iyice umutsuzluğa kapılmaya başlıyorum. Kendimi yitik hissediyorum ve bir hıçkırık kopuyor en derinlerden. Ardından gözyaşı tufanı. Ben sarsılıyorum yer sarsılıyor. Ben ağlıyorum, yağmur yağıyor. Gerçek yağmur, ıslatan. Ben haykırıyorum çıplak kayalar cevap veriyor uzaklardan. Ve birden güneş açıyor, yağmur diniyor, kuşların cıvıltısı kaplıyor her bir yanı. Su! Akan suyun sesi. ‘Özgürlük çeşmesi’ bu. Bense mabedin tam ortasındayım.
‘Ne o buldun mu aradığını?’ diye soruyor baykuş.
‘Hani sen hiç yerinden kımıldamazdın?’
‘Ben hep aynı yerdeydim, tıpkı senin gibi. Burada hiç güneş doğmaz da demiştim. Ama sen aydınlığı gördün. Umarım artık gerçeği de görmüşsündür.’
Şaşırdım önce. Kavramaya çalıştım dediklerini. Başımı kaldırıp mavi gökyüzüne baktım. Güneş bana göz kırpıyordu.
Baykuşa bakıp gülümsedim. ‘Nehrin bu kıyısıyla, öteki kıyısının aynı yer olduğunu mu?’
Baykuş da bana gülümsedi. Ya da belki de ben öyle sandım…