Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Hakan Karaduman (Akdenizli)

http://blog.milliyet.com.tr/akdenizli

15 Şubat '07

 
Kategori
Edebiyat
 

Yaş..

Yaş..
 

Sayın Ayten Çalış hanımefendinin, "Semih Sergen ile edebiyat ve şiir üzerine" adlı yaşam özeti yazısına, önce, birkaç yorumdan oluşan katkı, çıktı, azlık, birazda -haddim olmayarak- fazlalıklar sunmak istediğimde, aklıma bir dostumun sözü geldi; "yorumun uzun olacaksa, blog yaz". Ben de öyle yapacağım şimdi. Sayfamı açan arkadaşıma "merhaba" diyorum. Hemen farenin sağ tuşunu tutturgaç yapıp, "uzun yazıymış, vaktim yok, üstelik şimdi içim sıkılıyor" diyecekseniz, boş bir zamamınızda okumanızı önerceğim yazımı. Hani, yıllar önce TRT'de "adan-zeye" yarışma programının ironik bir sorusu vardı yarışmacılara tek tek sorulan, "boş zamanınızda ne yaparsınız?" Yanıt kesinlikle aynı olduğu gibi değişmezdi de; "kitap okurum, sinemaya giderim, tiyatroya giderim". Şaşar kalırdım, küçük bir kadabada ne sinema ne tiyatro var, üstelik, -ola ki- gidebilmişsem bir sinemaya, nasıl bir boş zamandır ki bu öyle çok "şey"ler öğretir..."Bir kitap okudum hayatım değişti" diyen adam meğerse ne yalancıymış! Ha, sahi "yalınayak Sokrates, sana ne demeli". Siz boşlamayın zamanı, boş -dolu, dolu- bir zaman ayırın. Evren de bir boşlukta değil mi zaten.

Şeytana haber saldılar,

"Irak ellerinden gelsindi" diye,

ölüm...

Nefrete haber saldıklarında

eli boş döndüğü olurdu,

Aşk'a haber saldıklarında

"bir geliversindi diye"

eli boş döndüğü olurdu,

Sevgi'ye haber saldıklarında

çok boştuğu olurdu, eli giderken

Öfke'ye haber saldıklarında

boş giderdi "sakinlikte"

Kin'e haber saldıklarında,

"yunus yunus yunus" diye çağladığı, zaman,

boş dönerdi

Şeytandı haberi ölüme götüren

"bir geliversindi Irak ellerinden"

elini kolayladığı "afrika ellerinden"

Hepsinden farklıydı ölüm;

ölüm çağrıldığında asla eli boş dönmedi

dönmezdi, dönemezdi...

Yoksa olmazdı adı ölüm,

bu kadar istekli çağılmasaydı

gelmezdi ölüm...

Sayın Ahmet Aydın, başınız sağ olsun...

Yazıma üzüntülerimi dile getirerek başlamak istedim. "Dervişin fikri neyse zikri de odur" diyerek, yaklaşık bir aydır ortalıkta "ölüm" başlıklı yazılara kaşı duyduğum tedirginliği de dile getirmek istedim.

Sayın Ayten Çalış hanımfendinin blog'umuza katılmasına o denli sevindim ki, "işte" dedim içimden,"bizi yok sayanlar, 'alt tarafı günlükçü' diyenler, alın size günlük güneşlik bir yazı".

Sayın Semih Sergen gibi bir çınar, köklerini bir yunus'a salmış bir Nazım'a, bir Orhan Kemal'e, oradan fuzuli'ye, seyh Galip'e, Yahya Kemal'e, Veysel'e, pir sultana, karacaoğlana...kökleri bu topraklarda...

Evet, bizim köklerimizden bahsediyorum. Hepimizin beslendiği, sulandığı, taşlandığı, taçlandığı, düşüncelerimize azık ettiğimiz, tokluğumuza açlık katıp semaya yöneldiğimiz, açlığımıza tokluk katıp fütursuzca karnımızı ovduğumuz, dağda yanlız bir ağaç olup, ne meyvesi tatlı, ne yaprağı yenmeyen olup, kalabalıklarda yitip gittiğimiz, bir yitiklik ağıdından çiçek açtığımız topraklar... Bizim topraklarımıza uzanmış kökleri. Beslemek istemiş bizleri; ne iyi etmişsiniz sayın Sergen, ne iyi; ne iyi etmişsiniz sayın Çalış, soyadınız boşuna verilmemiş; iyi ki, "iyi ki bu toprakların çocuğu olmuşum" dedirttiniz bir kez daha, bana...

Yetmişbeşti okuyan, memeyi 975. Anne karnına dönüş özlemi erkeklerdeki emzik merakı. Olsun, insanidir, belki birgün yer değiştirir...

Tanımlar birbirini kovalarken, mecburi acelecelik vardı yazıda. Kısaydı ve acele ediyordu mecburiyetten yazı; çabuk tüketen "ham"burger misalilerin, "okusun, öğrensinler birşeyler", telaşı vardı yazıda. Bazen sakin, bazen kızgın, ama sakindi doğrularında; etkileyendi önce beni doğrularındaki sakinlik.

Bende kalanları sizlerle paylaşmak istedim sayın Çalış'ın yazısından. Çok beğenmiş olduğumu zaten anladınız, ama "huylu huylu" eleştireceğim de.

Usta'dan mı başlayalım; hani usta tanımından?

Usta, "ana fikir"lerine "anasına baktığı" gibi bakar. Ona küfür edilmesine bile tahammül edemez. Hastalanmasına, hatta ölme hakkına bile karşı çıkar. "Anadır, yâr'dır" der, anafikirlerine "yaşama getirene" baktığı gibi bakar.

Usta yaşam dürüstüdür.

Hatalarından çabuk döner, bir çocuğa bile yapmışsa hata, elinden öperek af diler. Bir gevşek toplum yücelmişine vermez elini doğrularında.

Usta, Tanrı'nın göz koyduğudur, Göz'üdür.

Neşesinde, vereciliğinde, affediliciliğinde iç burkar...

"Usta" demeyelim şimdilik sayın Sergen'e, henüz tanımadığımdandır, affede...

"Hocam" diyelim kendilerine, öğretendir, bilgedir kelime...

.."kelimeler bir kuş tüyüdür, yada mitralyöz" mü dediniz hocam. Belki ustalık başka söyletirdi, ne dersiniz? girelim mi ucundan.

"Şükretmek" diyelim örneğin. İnsanlar bulundukları konumun altına düşmemek, bulunduğu konuma razı olmak adına Yaratıcı'ya yönelişlerinde kullanırlar bu kelimeyi, bilirsiniz. Nasıl olmuşsa, kelime, anlamının o güzel samimiyetini, 'öz'ünü yitirmiş ve günümüdeki halini şölye almış: "Tanrım, lütfen gölge etme, beni daha kötü durumlara düşürme, ben buna razıyım". Ne utanç verici bir yakarma. Tüm güzelliklerin kaynağı, tüm iyiliklerin merkezi Yaratıcı'dan kötülük bekleyen zavallılar. "İyi insandan, kötü Tanrı'dan" demeye gelmiş bir kelime olmuş günümüzde "şükür". Halbuki özü şu: Teşekkür ederim.

Kelimeler orada dururken gidip onları alan, kullanana göre anlam değiştirmesi anlaşılır. "Ne kadar çok bilgi deresinden içerseniz o kadar susarsınız. Ama susmamalısınız. Ne kadar çok içerseniz bilgi deresinden, daha çok konuşup yazmalısınız" demeli usta. Ve demeli ki, "bilgi, bir deniz değildir, duran kütle; deredir, devingen akıp giden. Dere akarken, "zavallı bakıp bakıp gidenlerin" çoğunluğunda yaşamak, üstelik bu topraklarda; ne acı...

Kelimeler, "an" içinde değer taşır; yükü heybesine alabildiği kadardır. Heybesi delikse, kelime, boştur, anlamsızdır, acınasıdır.

"Acı" kelimesi, üzüm sapı, altında yazılır binlerce kelime, koşar gelir cenaze evine, sanki ölünün etinden yapılır bol "acı"lı yemek, acını inadına yaşatmaz gelenler, gürültüler arasında okunur Yaratıcı'nın sözleri, bir telaş, zıkkımın kökünü yiyesiceler, aç gelirler ölü evine...Koşturur kelimeler, çıkamazlar, boğaza düğümlenirler, çıkamazlar, gaz odasında en altta kalır çocuklar, onların hemen üzerinde yaşlılar, hemen onların üzerinde orta yaşlılar, en üste gençler...kelimelerin en genci çıkar ağzınızdan; acı da...

Ama vardır, bir kelime, adı "şöhret"; insanların parmak ucunda, yukarda, parmaklar, parmaklar, ama ucunda, sırf sonra korkudan düşmeye, razıdır parmağa...Türkücünün biri bakınca kodes yolları, imparatorluk hak getire, nasılsa elinde meclis-i insan, yanılırsa bu kadar, giymek istemekte dokunulmazlık zırhı...giyecek de. Bizim buralarda biri var, kendi meslektaşları adını koymuş "zübük", zübük çalışmakta Önderin partisinde, gece gündüz çalıntı parasıyla girmek meclis-i insana, zırha...

"Şöhret" zırh ister, en güvenli limanda demirlemek...Demiri çözecek kelime nerede?

Kelimeler saklambaç oynamayı sever. İyi ki, dersiniz "şey" var.

Hiçliğe en yakın kelimeyken "şey", erdemi teslim alır içinde.

Nazım'a desem "baba", "usta" desem varmaz dilim. Karısına neden maçoydu, belki tüm kadınlara?...Şu çıkıyor ortaya, "usta, ortaya koyduklarından sonra yaşamına bakılmaz" derseniz, usta; "yaşam dürüstü" olacak, dedik ya...

Biz "Nazım baba" diyelim izin varsa.

Şair "duvar ustası" değildir baba, şair "taş ustasıdır". On ton taştan, incecik, tül tül çıkarken heykel, kelimeler biçim biçim anlamlanır, bir araya gelen eski dostlar gibi, neşesindelerse, heyecanlanır aynı nihavent şakıyı dillendirir, aynı yorgun bardakların şıngırtısındayken. Acıysa eğer, aynı cenazeyi kaldırırlar; ama sessizce...

Bakın ne diyor canım yunus,

"Ben Ay'ımı yerde gördüm, ne isterim gökyüzünde?

Benim yüzüm yerde gerek, bana rahmet yerden yağar."

"Öz" tanımına giriştiğimde böyle başlamıştım söze. Söz uçtu gitti, kumu hala oralarda bir yerlerde. Kimse sormadı yunus ne demek istemiş diye. Oysa, 750 yıl önce, ne kitapçı vardı köşe başı, ne iletişim cepte. Ne kitap basılırdı yılda yüz, ne de adım başı "herşeyi bilirim" diyen yüzsüz. "Felsefe ayaklar" altında deyip, kör kılıcını demircide dövdürüp, ortalığa kılıcını savuranların da ilgisini çekmedi ayrıca. Verdim onlara felsefelerini. Onlara göre Platon'du, Niçeydi, Kikard'dı felsefe.

Sipinoza'yı bilirlerdi de, lafını anlamazlardı:

"Işık, karanlığı aydınlattığında, aynı zamanda oranın karanlık olduğunu da gösterir".

Mevlana(H.z) şöyle der:

"Sözle anlatılan şey,

yalan bile olsa, kokusu,

gerçek olduğunu da haber verir, yalan olduğunu da".

Öğretici olabileydi daha fazla Nazım baba, hani şairler hayalperesttir çokca, demeye, kafasında ördü durdu duvarı, duvarlar arkasında yaşadı. Varna'dan seslendi memede, memed, ne babasına benzedi ne de bir "şey"e, acep nerede?

Aç kaldı Piraye, bir dizede ağladı baba...

Taş ustaları sinirli olur, o yüzden "dost başa, düşman ayağa"...

İp cambazı şairin inadına okumadım kitaplarını, bir-iki internet araklaması dışında. "Söyledikleri olmamak" geleneğine karşı çıktığımdan. "Lafının adamı" lafı, koyar adama. Hikayeler, perşembe pazarı, bir saniyede bir ömrü görüp anlatabileceği özseverinde- nihilist- , onca mektubuma bir küçük selam vermeden, niye okuyacaktım,ki,ne?

Uçan İngiliz kanalına çıkar eski mizah yazarı, cır cır ağlamaklı, belli sahte. "Bırakıyorum yazmayı", çıkıyorum medyadan" derdi geçenlerde.

Tam bir çorba, tam karaşık; sebze, meyve, et, tavuk, balık karıştırmış; üzerine biraz köfte, "evreka" demekte, "evreka, ülkem böyle kurtulur". Halbuki, çok zeki, bal gibi bilmekte, her ağıza çalacak kadar bol parmak bal. Adamın biri durduk yere, gıcığından masuma gidip çatıp, hakaret edip, hatta dövmeye işi kindarlığından, bu tipler ayırırken söylemede; "yahu ortamı gerdiniz, ikinizde haksızsınız, ayrılın". Demeye var mı gücün; ne saldırıyorsun masuma, çekil çakarım. Büyüklere masallar-ballar, herkesle ölümlük-dirimlik arkadaştılar. Küsmeler barışmalar, elde onca dünya olanaklar; şu ortaya çıkan saçmalıklar...

Ülkemde kalem oynatanlar, at oynatanlardan korkmakta.

Habluki korku diri tutmalıyken aydını, yurt dışına doğru yolunu tutmakta.

Nazım baba sekiz kelime verip çok bonkör davranmış. Ben olsaydım verirdim üç kelime...

Yaş, neden yazının ismi "yaş" diyenlereee...

Yazımın ismi yaş; biraz kuru, biraz ıslak, biraz taş.

"Yaşın başa vurması" gibi.

Kelimeler gibi; anlamı başına vurursa, bilincini yitirip çevresine savrulacağı gibi; şiir gibi mesela.

18'nde delikanlı, yapmış hata, genç başına vurmuş yaşı, orta yaş bunalımında vurmuş yaşı, yaşlanmış yatalak, altına pislemiş, yaş çıkmış başa...

Kelimeler yaştır, zamandır, "an"dır...

Duyan kulaklardır, Göz'dür...

"Ne kadar söylersen söyle, karşıdakinin anladığıdır"...

"Ne kadar çok ilişki, o kadar çok çocuk" olmadığı gibi...

O zaman ne olmalı amacımız? Şair halkı anladığını göstermek isterse, önce eğmeli başını öne. Sever Anadolu halkı başı önde doluluğunda gezende.

Anadolu halkı birde ismi çıplakları sever; kutsal kişi değilse...

Üç kelime verirdim ben olsam yine de...

sağlıcakla..

not: Resim milliyetten.

not: TDK'yı son zamanlardaki yenilikçi tavrından ötürü bir dilsever olduğumdan, kutluyorum.

 
Toplam blog
: 470
: 551
Kayıt tarihi
: 28.08.06
 
 

Ateşten denizleri mumdan gemilerle geçmeye" benzer hayatımız. Mutlaka mavi gökyüzü görünecektir. Gid..