Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Ağustos '07

 
Kategori
Heykel / Seramik
 

Yaşam taşın yontusunda

Yaşam taşın yontusunda
 

Metin Yurdanur, 1951 yılında Sivrihisar'da doğdu. Liseyi Eskişehir’ de okudu. Gazi Eğitim Enstitüsü Resim - İş Bölümü’ nden 1972 yılında mezun oldu. Dokuz yıllık öğretmenlik deneyiminden sonra, 1981’ den bu yana serbest olarak çalışmalar yapmaktadır. 1998 yılında Devlet Sanatçısı ünvanını alan sanatçının; başkentte 20’ yi aşkın, Türkiye genelinde 100'ün üzerinde, Almanya'da 2, Japonya'da 1, Macaristan'da 3, Libya'da 1 ve Türkmenistan' da da 1 anıt heykeli bulunuyor. Polatlı’nın Dua Tepe yöresindeki anıtın da yaratıcısı olan Yurdanur’la heykel sanatı üzerine bir söyleşi yaptık.

Dünya’nın birçok yerinde heykelleriniz var. Nerelerde kimlerin heykellerini yaptınız?

M.Y: 1989 yılında Türkiye, Almanya’nın Bon kentinin 2000. yılı nedeniyle, “Hitit Güneş Kursu”nu armağan etmiştir. Güneşi az olan bir ülkeye, güneşi bol olan ülkeden güzel bir jestti. 1996’da Japonya’da, Türk kültür kasabası, Kashiwazaki, kuruldu. Japonların talebiyle orada, Atatürk’ün at üzerinde sivil giysili, papyonlu ve eliyle Türkiye’yi işaret eden alışılmışın dışında bir heykelini yaptım. Macaristan’da 1994 yılında, Kanuni’nin ölümünün 400. yılı nedeniyle, öldüğü yerin yakınına bir portresi, ayrıca Macaristan’nın Budapeşte kentinde Bektaşi dervişi olan Gülbaba heykeli de bana aittir. Bir diğeri de yine Macaristan’da, Kanuniye karşı savaşarak yenilen, Macarların ulusal kahramanı Miclos Zrinyi’nin heykeli yine bana aittir.


Bu çalışmalardan sonra mı devlet sanatçısı ünvanı verildi?

M.Y: Doğrudur. Diğer ülkelere ve Türkiye’ye yaptığım çalışmalardan sonra bir kurul bunu değerlendirdi ve Cumhurbaşkanlığının onayıyla devlet sanatçısı unvanının verilmesi uygun görüldü.


Bu ünvanı almak önemli miydi sizin için, mutlu musunuz?

M.Y: Türkiye’yi yurt dışında ve içinde temsil ediyorum. Büyük bir tarihsel sorumluluğu omuzlarımda taşıyorum. Yapacağım her konuşma yalnız beni değil, Türkiye’yi bir şekilde ilgilendirir.

Başarılı bir heykeltıraş olarak heykel sanatını nasıl tanımlarsınız?

M.Y: Yaşamanın bir biçimi, hayatın bir kesiti; hatta kendisi diye düşünüyorum. Hayatın sonsuzlaştırılması gibi geliyor bana. Yaşamın kalıcı kılınması, böyle tanımlayabilirim. Heykel benim için; sevginin, dostluğun ve belki başka şeylerin sonsuzlaştırılmasıdır. Yıkılmaz ve kalıcıdır. Gelecek kuşaklara kalacak en önemli belgedir ve insan zekasının, yeteneğinin, becerisinin süzülerek damıtıldığı en son noktadır.

Resimle heykel sanatı arasındaki ilişki nedir?

M.Y: Birbirinden ayrılamaz. Yani biz heykel yaparken önce resim yaparız. Resim, iki boyutlu ifade biçimidir. Eskiz hazırlarız ve bunu yapmadan heykeli ortaya koyamayız. Heykelin bir farkı, üçüncü boyutun eklenmesidir. En, boy ve yükseklik eklenir. Ben bu üçüncü boyutu daha çok seviyorum. Resim doğada çok yer kaplamaz; ama heykel doğada bir yer kaplar ve insanlar üzerinde etkisi çok daha fazladır. Özellikle anıt heykeller milyonlarca gözle karşı karşıya geldiği için beni daha çok etkiler. Heykelin daha çok kişiyle buluşma şansı vardır.Korunması da kolaydır. Yirmi bin yıl önce yapılan heykeller bugün hala yaşamaktadır.Günümüzden iki bin yıl önce yapılan, Buda heykeli hala birçok kişi tarafından bilinir.

En çok anıt heykelleri yapmayı mı tercih ediyorsunuz?

M.Y: Koşullar beni anıt heykelcisi olmaya yöneltti. Neden derseniz, çünkü ülkemizde, 1923 devrimine kadar hiçbir anıtsal çalışma yoktur. Selçuklular’da ve Osmanlı’larda, Roma’yı Bizans’ı, Hititleri ve Frigleri ayrı tutuyorum. Bin yıllık geçmişimizde böylesine bir çalışma görülmemiştir. O dönemlerde bu doğru karşılanmamış ya da gelenek haline gelmemiştir. İnançlar gereği uygulanmamıştır.

Putlaştırma olarak düşünüldüğünden gelişmemiş olabilir mi?

M.Y: Evet böyle de diyebiliriz. Her şeyimizi borçlu olduğumuz büyük Atatürk tarafından, sanat özgürlüğüne kavuşmuştur. Bu bin yıllık boşluğu neyle kapatabilirsiniz, tabi ki anıt heykellerle. Örneğin; bizlere bu yurdu veren Alaeddin Keykubat’ın bir heykeli yok. Bütün dünyayı kahkahalara boğan felsefe ustası Nasreddin Hoca’nın bir heykeli yok. Ben kendi adıma, bu bin yıllık arayı kapatmak gibi bir tarihsel görevi üstlendim. Bu görevi severek üstlendim ve başarıyla devam ettirmeye çalışıyorum.

Yaptığınız heykellerde ne tür malzeme kullanıyorsunuz?

M.Y: Bronzu tercih ediyorum. Nedeni de kalıcı olmasıdır. Hem kalıcı hem pratik hem de hızlı çalışmaya olanak sağlayan bir malzemedir.

Soyut bir kavramı heykelleştirseniz örneğin; “sevgi”yi nasıl biçimlendirirdiniz?

M.Y: Soyut ifade oldukça zordur. Böyle bir çalışma insanın oldukça zorlanacağı bir çalışmadır. Ben o aşamaya daha yeni yeni geliyorum. Böyle çalışmalarım var. Ankara’da Batı kentte 1980 yılında yaptığım, “Dayanışma” ya da “Sevgi” adlı bir heykelim var. Kucaklaşan iki insanı sembolize eden, iki tane küre, yalınlaştırılmış oldukça güzel bir ifadedir. Buna ulaşmak kolay değil; ama insanlar daha çok somut konuları tercih ettiği için bu alanda çok ilerleyemiyoruz. İnsanların heykele karşı bir doymamışlığı var. İnsanların görünce hemen ısınabileceği figürler olmalı.

Örnek aldığınız etkilendiğiniz heykeltıraşlar kimler?

M.Y: Tüm sanatçılar. Heykelin ilk ortaya çıkış döneminden beri kim ne yaptıysa hepsiyle ilgilenirim ve severim. Çünkü bu sanat oldukça zor ve meşakkatli bir sanattır. Geçmişte de böyleydi ve hep böyle olacaktır.

Peki heykel sanatı kadınların çok tercih etmediği bir sanat dalı? Neden sizce?

M.Y: Kadınlar için uğraşması daha zor bir sanat dalı olarak düşünülür; ancak biz heykeli bedenimizle, kollarımızla, kaslarımızla değil beynimizle yapıyoruz. Bir formu yaratmak ve bulmak önemlidir. Onun boyutu çok küçük olabilir, onu uygulayıcılar alır ve büyütürler.

Önemli olan küçücük bir biçim yaratmaktır. İllaki kadın sanatçı kollarını sıyırıp taşı yontmak zorunda değildir. Kadının duyarlılığı da burada çok önemlidir. Yalnız, tabi kadınların az ilgili olmasını şöyle de açıklayabiliriz. Atölye kaba saba bir yerdir. Burada geceli gündüzlü çalışmak kadınlar için zor olabilir. Bu yüzden böyle bir yerde, bir bayanın çalışması Türkiye koşullarında biraz zor sanırım.

Kaç tane Atatürk heykeli yaptınız?

M.Y: Atatürk heykeli değil ama Kuvayi Milliye çalışmalarım var. Kompozisyon şeklinde bir anlatımı tercih ediyorum. Örneğin; Polatlı Dua Tepe’deki anıtımız, Ankara KESK’teki, Anayasa Mahkemesi önündeki ya da Adliye sarayındaki Atatürk heykeli. Bunlar hep birer kompozisyondur. Tek başına dikilen bir Atatürk heykeli değildir.

Türkiye’de yapılan Atatürk heykellerini estetik buluyor musunuz?

M.Y: Hayır bulmuyorum. Neden derseniz, uzman ve yetkili sanatçılar tarafında yapılmayanlar var. Mutlaka bu tür çalışmaların daha yetkin ve yetenekli insanların elinden çıkmasında yarar var diye düşünüyorum.

Türkiye’de birçok yerde Atatürk heykeline rastlıyoruz. Bu kadar fazla olması fikir insanı olan Atatürk’ün esasının unutulmasına neden oluyor mu? Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

M.Y: Mutlaka Atatürk’ün fikirlerinin anlaşılması ve öğretilmesi gerekir. Bu açıdan bakıldığında doğru bulmuyorum tabi ki. Kendisi de der ki; “Beni görmek demek, yüzümü görmek demek değildir. Benim düşüncelerimi ve duygularımı anlıyorsanız bu yeterlidir.” Bu çok önemlidir. Her yerde her zaman büstünün, heykelinin, maskının olması bence çok doğru değil. Onun çağdaşlık felsefesini, onun devrimci görüşlerini anlayabiliyorsak, heykeline, büstüne hiç ihtiyaç yok. Ama anıt heykellerine ihtiyaç var. Örneğin; Polatlı Dua Tepe’de yaptığımız anıt. Dua Tepe çok önemli bir nokta Türk halkının tarihinin değiştiği yerdir. Afyon’daki Kocatepe, İzmir’deki, Uşak’taki bir çalışmada önemlidir. Odak noktalarında, anıt şeklinde, yetkin ve yetenekli sanatçılar tarafından yapılan eserler uygun olabilir.

Duatepe Anıtı kaç yılda tamamlandı?

M.Y: 13 Eylül 2000 yılında açılışı yapıldı heykelin. Bir yıl öncesinde çalışmaya başlamıştım. Milli Savunma Bakanlığı sipariş vermişti. Ayrıca bakanlık, o yöreyi ağaçlandırdı. Bana göre, Dua Tepe’nin bir başka önemli özelliği de, Gordion’a çok yakın olmasıdır. Orada yaptığım anıt, pek çok heykel grubundan oluşur. Simgesel anıtı, heykelleri ve çevre düzenlemesinin büyük bir çoğunluğunu ben yaptım. Dua Tepe olayı, Türk’ün makus talihinin değiştiği gündür. 13 Eylül 1921’de düşman gelmiş, Ankara’dan top sesleri duyuluyormuş. Biz çocukken babaannem anlatırdı. Düşmanın geldiğini, yakıp yıkıp Polatlıya doğru gittiğini ve orda geri püskürtüldüğünü anlatırlardı. Aradan uzun yıllar geçti, onların abidesini yapmak bana nasip oldu. Uzun soluklu bir çalışmaydı ve oldukça da güzel oldu. Görenler etkileniyorlar; öyküyü dinleyince de pek çok insanın orada ağladığına şahit oldum. Çok söz söylemek gerekir Dua Tepe konusunda sayfalara sığmayabilir.

Atatürk’ü asıl simasından daha farklı, soyut anlamda nasıl simgeleştirirdiniz?

M.Y: Atatürk’ü bir ışık olarak simgeleştirebilirim. Biz ışığı da heykelin bir malzemesi olarak kullanırız. Heykelde malzeme sonsuzdur. Gece gündüz olmak üzere, aydınlık kalacak bir ışık fikri etkili olacaktır. Atatürk, aydınlık demektir. Şimdiye kadar böyle bir çalışma yapılmadı. Yapılsa çok etkili olabilir.

İnsanımızın genel olarak heykel sanatına bakış açısını nasıl değerlendiriyorsunuz?

M.Y: Halkımız heykeli çok seviyor. Bunu İpekçi parkındaki “Eller” heykeliyle örneklendirebilirim. Orda herkes kendisinden bir parça buluyor. Yaşlı, işçi, genç, insan kendisine göre yorumluyor. Türk insanı bir yere randevu verirken mutlaka bir heykelin adını vererek anlaşır. Mutlaka bir sembol olmuştur heykel günümüzde.

Bu bir tarafı belki insanların heykellere yaklaşımının. Diğer bir taraftan Nü heykelleri müstehcen bulan ve hırpalayan kesim için ne söylersiniz?

M.Y: Bu tip davranışlar gelip geçici şeyler diye düşünüyorum. Güneşin balçıkla sıvanmayacağı gibi, tarihin akışının tersine çevrilemeyeceği gibi bir olaydır. Buna karşı gelenler tarihe ve ırmakların akışına karşı gelen insanlardır. Eninde sonunda sayıları azalacaktır. Bunları önemsemiyoruz. Sanat ve sanatçılar her zaman vardır. Sanata karşı çıkanlar hiçbir zaman kalıcı olamamışlardır, adları unutulmuştur.

Ankara’da Yüksel caddesindeki insan hakları evrensel bildirgesini okuyan heykelinizde neden kadın figürünü seçtiniz? Kadın sorununa bir destek olarak algılayabilir miyiz bu seçiminizi?

M.Y: Kadın çünkü her şeyin merkezi, yaratıcılığın, üretkenliğin merkezidir. Hayatımızın başlangıcıdır kadın. Kadını baş tacı eden bir yapım var benim ve yetiştiğim, büyüdüğüm yerin. Hatta ben hiç unutmam bizde teyze lafı yoktu. Biz hep bizden yaşça büyük kadınlara “ana” diye seslenirdik. Teyze lafı sonradan çıktı. Belki oradan gelen bir kültürün yansıması olarak ve benimde özelimde kadına sonsuz saygı duymamdan kaynaklıdır kadın figürüne insan haklarını okutmam.

Heykel yaparken ne hissediyorsunuz? Bir an önce bitsin teslim edeyim dediğiniz oluyor mu?

M.Y: Hayır, kesinlikle öyle bir şey hissetmiyorum. Bir kadının hamilelik süreci, doğum sancıları ve doğurduktan sonraki o huzuru şeklinde anlatabilirim. Heykellerim, benim dünyaya getirdiğim çocuklar gibidir. Benim için, üretme ve yaratma süreçleri çok sancılı geçiyor. Uygulama aşaması daha az uğraştıran bir aşama bizim için. Bir konuyu, bir olayı yaratmak en zorudur. Tabi bu yaratıcı düşünceyi ortaya çıkarmak içinde, sürekli okur ve araştırırım. Bu da çok önemlidir. İyi bir şey ortaya koyabilmek ve hissedebilmek için.

Atölye’de ne kadar vakit geçiriyorsunuz?

M.Y: Ömrüm burada geçiyor. Saatimiz yok yoruluncaya kadar çalışırım.

Geçen yıl Sabancı Müzesi'nde düzenlenen Rodin sergisine taksi şoförleri de dahil her kesimden insan gitme şansı buldu. Bu ilgiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

M.Y: Gayet iyi, bende gittim. İyi bir organizasyondu. Ve dileğimiz, ülkemizin bu konuya duyarlı kişilerinin, Türk sanatçılarına da biraz daha ilgi göstermesidir. Türkiye’de de pek çok Rodin vardır.

Son olarak Türkiye’de heykel sanatının geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?

M.Y: Bizim okuduğumuz dönemde ülkemizde çok az sayıda heykeltıraş vardı. Bir kısmı yaşlandılar, öldüler. Biz ikinci kuşak sanatçılarız. Bizden sonra fırtına gibi bir gençlik geliyor; ama bu gençliğin yaratıcılığını uygulayabilecekleri mekanlar onlara sunulmuyor. Çoğunluğu işsiz ne yapacaklarını bilmez ve çaresiz durumdalar. Bildiğimiz gençlere atölyemizin kapılarını açıyoruz, burada staj yapıyorlar. Ama hayatlarını devam ettirecekleri işi ilgili kurumların, devletin belediyelerin sağlaması gerekir. Ne yazık ki destek göremiyorlar. Günümüzde ben sanatçıların öksüz ve yalnız olduklarına inanıyorum. Yine de umudumu hiç yitirmek istemiyorum. Türkiye’nin ressamlara, mimarlara ve heykeltıraşlara şiddetle ihtiyacı var.

 
Toplam blog
: 44
: 1870
Kayıt tarihi
: 27.07.07
 
 

Anadolu Üniversitesi, İletişim Bilimleri Fakültesi, Basın-Yayın Bölümü mezunudur.        ..