Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Aralık '06

 
Kategori
Eğitim
 

Yaşar öğretmen

Fazla suyu yoktu derenin. Taştan taşa sekerek, çınar dallarından tutunarak kolayca geçtik karşıya. “ Gideceğimiz köy, karşı tepenin üzerinde. Dereyi takip ederek biraz yürüdükten sonra köyün yoluna çıkabiliriz. Fakat bu yol uzun. Biraz zaman alır. Diğer yol ise, şu bahçeden dikine çıkarak köye varır. Bu yol kısa, fakat biraz yokuş. Hangisinden çıkalım hocam? ” diyor yanımdaki kılavuz öğretmen. (Müfettiş için zaman kavramı önemlidir. Çünkü, o hiç bilmediği köylere gitmenin, hiç tanımadığı öğretmenleri teftiş etmenin ve akşama kadar konaklayabileceği bir yer tespit edip oraya varabilmenin telaşı içindedir hep. Bu telaş, bu tedirginlik kış aylarında hava erken karardığı için daha da artar. Hele hava, bir de yağışlı olduğunda, tedirginlik üst üste katlanır. Bu nedenle, hemen hiç düşünmeden, “ Doğru çıkalım, yeter ki kısa zamanda varalım ” diyorum. Çıktığımız yolun eğimi, 90 derece değil ama, abartmasız 70-80 derece var. Yürürken sürekli eğiliyor, tutunacak bir dal bulunca hemen tutunuyor ve üç-beş dakikada bir dinleniyoruz. Bu yol 45 dakika kadar sürüyor ve düzlüğe çıktığımızda, köyün evleri görünüyor. Terimizin soğumaması için, oturarak dinlenme yerine, ağır ağır yürüyerek dinlenmeyi tercih ediyoruz.

Evlere yaklaştığımızda, düzlüğün orta yerinde, diğer evlerden biraz uzakta, tek başına, duvarına telefon direği gibi bir ağacın dayak vurulduğu, bir bina çekiyor dikkatimizi. Eve biraz daha yaklaşınca, duvara niçin dayak vurulduğunu anlıyoruz

Binanın uzunluğu 7-8, yüksekliği 5-6 metre kadar. Toprak damlı, taş bir bina. Dışı sıvasız. Duvar yukarıdan aşağı boydan boya çatlamış. Çatlamış, demek yanlış olur. Duvar adeta ikiye ayrılmış. Duvarın parçalarından biri, ya da ikisi kuzeye doğru eğilmesin, sonra da yıkılmasın diye yarığın orta kısmına, yarığa aykırı gelecek biçimde, bir metre uzunluğunda, 15-20 cm eninde bir tahta konulmuş. Sonra, ucu bu tahtanın orta yerine dayanmış ve çivi ile tutturulmuş 6-7 metre uzunluğunda bir direk. Direğin diğer ucu yere dayanmış ve -kaymasın diye- ucuna çivi gibi bir ağaç çakılmış. Bu ağaç çivi ile binanın temeli arasında 2-2,5 metrelik bir aralık var.

Bu gözlemimiz bittikten sonra, “Hocam, işte burası okul diyor” yanımdaki öğretmen. Kılavuz öğretmen, bina, okul ve öğretmen hakkında daha başka birşeyler de söylüyor ama, benim kafama “Hocam, işte burası okul”dan gayri hiçbir şey girmiyor. Duvarına dayak vurulan okulun yanında hiçbir şey konuşmadan ve hareket etmeden on dakika kadar duruyoruz. Yorgun yorgun bir okula, bir duvara, bir duvara vurulan dayağa bakıyorum.

Dinlenirken, “Öğretmen mutlaka bu şartlarda çalışmaktan çok rahatsızdır. Hoş geldiniz, deyip hal hatır sorduktan hemen sonra, rahatsızlığını dile getirecektir, ne demeliyim” diye düşünürken, yer yer kendimi bu öğretmenin yerine koyuyorum. Çünkü ben de benzer şartlarda çalışmıştım. Benim çalıştığım okulda duvarlar dayakla ayakta durmuyordu ama, yağan yağmurlar tepeme akıyordu. Sırf bu yüzden iki hafta ders yapamamış, hatta hiç okula –bile- girememiştim. Dinlendikten sonra, kendime hakim olmaya karar veriyorum ve başımızı eğerek iki kanatlı kapıdan okula giriyoruz.

Çocuklarda hemen bir hareket. Selamlaşma faslından sonra çantamı bir kenara bırakıyorum ve öğretmenin sırasına oturuyoruz. Başka oturacak yer yok zaten. İçeride 7-8 tane öğrenci sıra-masası var. Sıralar, çatlayan duvarın yanına dizilmiş. Tek geçeli. Diğer geçe ve arka taraf boş. Taban, toprak sıva. Sıralar devlet yapımı ve her sırada iki öğrenci oturuyor. Bugün gelmeyenlerin yerleri boş duruyor. Öğrenci masalarından biri öğretmenin masası olmuş. Öğrenci oturaklarından biri de sandalyesi olmuş öğretmenin. Öğretmen ayakta olmadığı zaman, demek ki öğrenciler gibi oluyor. Yani ana sınıfı öğretmenleri gibi. Öğrencilerin karşısındaki duvarda iki ayaklı eğik düzlem bir yazı tahtası duruyor. Kara boyalı. Orta bir yerde boyasız bir teneke soba. Kapkara ve yanmıyor. Duvarlara mevsim ve tarih şeritleri tutturulmaya çalışılmış raptiye ile. Tavan diye bir şey yok. Kavakların üzerine konan çalılar görünüyor. Batıda iki pencere var. İçeri aydınlık. Toprak tabanlı bir sınıf ne kadar temiz olursa, içeri o kadar temiz. Sobaya odun atıp, teneffüs veriyoruz çocuklara. Hemen gürül gürül yanmaya başlayan sobada terimizi kurutuyoruz yer yer.

Biraz sonra çocukları içeri alıp, teftişe başlıyorum hemen. Benim çok önem verdiğim “Günlük, Ünite ve Yıllık Planlar, tam, düzenli ve temiz. 34 fiş cümle verilmiş. Birinci sınıfta bulunan beş öğrencinin dördü okuma-yazma öğrenmiş, kalan biri de bugünlerde öğrenebilir. Ayrıca saymayı biliyorlar. Çocuklar İstiklal Marşını okuyabiliyorlar. Dört işlem becerisi kazandırılmış. Yönetim Defterleri usulüne göre tutuluyor” diye not alıyorum. 15 öğrencisi var Yaşar Öğretmenin. Teftiş günü üçü erkek, biri kız olmak üzere dört tanesi okula gelmemiş. Hiç sesi çıkmıyor Yaşar Öğretmenin. Sadece sorularıma karşılık veriyor. O kadar. Teftiş bitince, duvarın kenarında bulunan iki ayaklı ağaç merdivenden üst kata çıkıyoruz, kenarlardan tutunarak. (Bu merdiven, Hacettepe’nin merdivenlerine hiç benzemiyor Safinaz.)

Burası Yaşar Öğretmenin evi. Evde neler mi var? Çalışma masası olarak kullanılan bir öğrenci sırası ve oturağı. Üzerinde birkaç kitap, kalem ve bir çay tepsisi. Tepsinin içinde çay bardakları ve bir şekerlik. Bir tahta sedir. Üzerinde toplanmış bir yatak. Sedirin yanında teneke bir soba. Duvarda bir raf. Üzerinde kuru yiyecekler ve birkaç tabak. Sol köşede, bir metre kare kadar eğimli bir beton. Burası el-yüz, çamaşır, bulaşık yıkama ve yıkanma yeri, olsa gerek. Betonun kenarında içi su dolu sarı bir bidon. Yerde örtü yok. Yerler, samanlı çamurla sıvanmış. Odada gezerken ağaçların gıcırtısı duyuluyor. Elinizi kaldırdığınız anda basık bir tavana ulaşabiliyor, bazı eşyaların ağaçlara çakılan çivilerde asılı olduğunu, -gömlek gibi- görüyorsunuz.

Gördüklerim karşısında, “Yaşar Öğretmen, burada her sorunun varsa bile, ulaşım sorununun yok. Dersten çıkınca evine bir dakikada, evinden çıkınca okula yine bir dakikada kolayca varabilirsin” diye şaka yapmak geçiyor içimden. Fakat yapamıyorum. Çünkü Yaşar Öğretmen, sadece sorularıma cevap veriyor. Bunun dışında hiç konuşmuyor. Fırtına öncesi sessizlik yani. Acaba ne zaman patlayacak, diye bekliyorum. (Fakat ben asla patlamak istemiyorum! ...) Yaşar Öğretmenin evinde birkaç dakika dinlendikten sonra, dışarı çıkıyoruz ve başlıyor konuşmaya :

“Hocam görüyorsunuz işte durumu. Duvar çatlamış. Dayakla ayakta duruyor. Her an yıkılabilir. Hatta, güçlü bir yağmur dahi yıkabilir. İlçe Milli Eğitim Müdürüne durumu bildirdim, hiç ilgilenmedi. Kaymakam Bey köye geldiğinde, şurada durdu da, -çok ısrar etmeme rağmen- okula girmedi. Üstelik bu dam için, sahibine Vakıftan 40 bin lira kira ödedi. Siz söyleyin burada ders yapılır mı hiç? İlçe Milli Eğitim Müdürü ile Kaymakam Bey hiç ilgilenmiyor okul ile. Sadece çocukları okutacaksınız, diyorlar. Oysa bizi hiç düşünen yok”, diyor. Daha başka şeyler de söylüyor tabi. Kaymakamın söylediklerini mi tasdik etsem, yoksa İlçe Milli Eğitim Müdürünün söylediklerini mi? Yoksa doğrudan, “Sen haklısın Yaşar Öğretmen” deyip kestirip atsam mı?, diye düşünüyorum.

Yaşar Öğretmen bunları söylerken, köylülerden –velilerden- biri geliyor yanımıza. Veli, de söylenenleri dinliyor, fakat konuşmalara hiç katılmıyor. “Öğretmen, müfettişe aleyhimizde bir şey söylemesin, okulu kapattırmasın” diye olsa gerek, bizi özellikle yalnız bırakmıyor. Hatta, diğer köye kadar bize eşlik ediyor. Bu köy -beş ailenin dışında- topluca Tarsus’a göçmüş. Köyde sadece bu çocukların aileleri kalmış. Bunlar, bir babanın oğulları imiş. Okuldaki 15 öğrenci de bu babaların çocukları imiş.

Okul olarak gösterilen binanın çevresinde kısa bir çevre incelemesi yaptıktan sonra, yürüyerek diğer köye doğru yola çıkıyoruz. Yol boyunca, burada çektiği sıkıntılardan bahsediyor Yaşar Öğretmen. Yer yer cevap veriyorsam da, kızmıyorum, “yeter artık” demiyorum. (Çünkü ben de benzer sıkıntıları çekmiştim ve teftişime gelen İlköğretim Müfettişiyle tartışmıştım. Üstelik köylülerin önünde. Bu durum müfettişi çok kızdırmıştı.) Yolun sonuna doğru, köylüden ve diğer öğretmenden uzak olduğumuz bir sırada Yaşar Öğretmen yanıma yaklaşıyor ve sadece benim duyacağım bir sesle, “Hocam, kendim için değil de, çocuklarım ve ailem için sizden bir şey istiyorum. Ben bu şartlarda da çalışırım. Önemli değil. Ama, ben evliyim ve iki de küçük çocuğum var. Burada oturulabilecek ev bulamadığım için, ailemi getiremedim. Ailem, annem-babamla birlikte kalıyor. Eşim, annemle geçinemiyor. Bense, ne eşimden yana olabiliyorum, ne annemden yana. Yani, iki arada bir derede kalıyorum. Ne olursunuz bana yardımcı olun” diyor. Bu sözleri, önceki gibi hiddetle söylemiyor. Yalvararak da söylemiyor. İçten gelen bir duygu ile insani bir sorunu dile getiriyor. Peki, birşeyler yaparız, diyemiyorum. Susuyorum sadece.

Gideceğimiz köye ulaşınca, ilk iş olarak üç tane dosya ile iki karbon kağıdı çıkarıp, bir “Durum Tespit Tutanağı” hazırlıyorum ve gördüklerimi yazıyorum. Yazdıklarımı okuduktan sonra, köylü ile öğretmenlere imzalatıyorum. Başka hiçbir şey demeden, tutanağı dosyaya koyup çantaya yerleştiriyorum. Şehre döner dönmez ilk iş olarak tutanağı işleme koyuyorum ve diğer okullara teftişe gidiyorum. Aradan üç-dört hafta geçiyor ve okul incelemesi için köye müfettiş gönderildiğini öğreniyorum. İncelemeyi yapan, -şimdilerde rahmetli olan- arkadaşıma da okul ile ilgili görüşünü soruyorum. “Öğrencilerin komşu köyün okuluna gönderilerek, okulun kapatılmasının uygun olacağını yazdım”, diyor. Mutlu oluyorum tabi.

İkinci yıl, başka bir okulda karşılaşıyorum Yaşar Öğretmenle. Teftişini yapıyorum ve başarılı buluyorum. Okulundaki öğrencilerin geçen seneki durumlarını bildiğim için daha da başarılı buluyorum. Teşekkür ediyorum. Geçen seneki okulun ne oldu, deyince, “Okulu kapattılar, çocukları komşu köyün okuluna verdiler, ben de kurtuldum, hocam” diyor. Bak Yaşar Öğretmen, seni bu sene de başarılı buluyorum. İstersen tayinini şehre daha yakın bir köye yaptırmak için yardımcı olayım. Çünkü sen başarılı bir öğretmensin ve geçen sene çok çektin, böyle bir teklifi kimseye yapmam” diyorum. Teşekkür ediyor ve “Hocam ben bu köyde çok mutluyum. Eşimi ve çocuklarımı da getirdim, daha ne isterim” diyor.

Okuldan ayrılırken kendi kendime, “İnsanları mutlu etmek meğer ne kadar kolaymış. Yerini beğenmeyen öğretmenleri, Yaşar Öğretmenin eski okulu gibi okullarda bir yıl çalıştırsak mı acaba?” diyorum. Sahi nasıl olur? Sen ne dersin Yaşar Öğretmen?

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..