- Kategori
- Öykü
Yeşil mavi hikayeler - 3 Kaptan Gökada

Yıldız Gemisi
- Cengiz Ata’nın ‘’ Gün Olur Asra Bedel’inden ‘’ esinlenerek -
Yıldız gemisi Gökada’nın hareketine sadece birkaç gün kalmıştı. Neredeyse geri sayıma geçileceği bu sıralarda, ne yapıp edip kaptanı bulmak zorundaydık. Evet, belki size çok garip gelecektir ama onbinlerce ışık yıllık bir seyahat öncesi kaptanımız kayıptı. Daha doğrusu bu seferin komutanlığına yeni atanmıştı ama henüz bu emir kendisine tebliğ edilememişti. Nereye gittiğini hiç kimse bilmiyordu. Telefonlarını kapamış, telepatik iletişim kanallarını kesmiş, adeta sırra kadem basmıştı. Ankara’da oturan ailesi de telaşlıydı. Kendisinden hiçbir haber alamamışlardı. Bir ara memlekete gitmekten bahsetmişti. Doğu Karadeniz’in göklere baş çekmiş yüksek yaylarından birinde bir yayla evi vardı. Belki de oraya gitmiş olabilirdi. Son derece gelişmiş uydu tarama teknikleriyle yerdeki karıncanın anatomisini çıkarabilirdik ama kaptanı bir türlü bulamıyorduk. Doğu Karadeniz'in bütün yaylalarını didik didik etmiş ama izine rastlamamıştık. Eğer oralarda bir yerde olsaydı binlerce kilometre yükseklikten retina ve parmak izi taramasından geçirilen yüzbinlerce kişi arasında onu şıp diye bulabilirdik.
Her şeye rağmen Karapınar'daki Uzay Harekat Merkezinin emri kesindi. Ne yapıp edip kaptanı bulacak ve en geç hareket saatinden bir gün önce Uzay Merkezine getirecektik.
Sonuçta belki yerinde ararsak buluruz diye Rize’ye gitmeye ve dağları, yaylaları karış karış aramaya karar verdik. İlk işimiz iyi bir airmobil bulmak oldu. Her saniye şehirlerin üzerinde uçup duran klasik airmobiller bizim işimize yaramazdı. Sonunda üs komutanlığı emrinde çalışan iyi bir model bularak hemen yola çıktık. Pilot koltuğunda Kara Murat lakaplı Yüzbaşı Murat Dizdar oturuyordu. Geçmişin Formula yarışçıları gibi hız delisi, tehlikeden hoşlanan bir savaş jeti pilotuydu. Zaman zaman ikaz etmeme rağmen tepeliklere, derin vadi içlerine yürek hoplatan dalışlar yapıyordu. Samsun semalarında Karadeniz’i ilk gördüğümüzde, hava trafik kontrollerinden biri peşimize takılmış, hızlı turbojet motoruyla bize yetişmekte gecikmemişti. Neticede yüklü bir trafik cezası ödemiş, ‘’ karakola indirilmekten ‘’ önemli görev kartımız sayesinde kurtulabilmiştik. Bu sayede bizim Kara Murat biraz yavaşlamış, hala yeşilliğini muhafaza eden Karadeniz kıyılarının engin maviliklerle kucaklaşmasını sindire sindire Rize’ye ulaşmıştık.
Uzun yıllardır böylesine yakından görmediğimiz şehrin üzerinde birkaç tur atmak istedikse de hava trafiği hemen önümüze çıktı. Bize söylediklerine göre biraz önce şehrin üzerinde feci bir kaza yaşanmıştı. Çok hızlı giden bir airmobil bir hava otobüsüne çarpmış, bir anda alev alan araçlar infilak ederek yere çakılmışlardı. Araçlardan kurtulan olmamıştı. Aşağıda bir sürü ölü ve yaralı vardı. Bu yüzden şehrin üzerindeki hava trafiği yasaklanmış, derhal deniz yönünde uzaklaşmamız istenmişti. İşte böyle yirmi ve yirmi birinci yüzyılda yerde olan böylesine feci kazalar, yirmi ikinci yüzyılda otomobil trafiği gökyüzüne çıkınca artık mavi göklerde rastlanır olmuştu.
İyidere’den Çayeli’ne kadar kesintisiz uzanan, sahil şeridini boylu boyunca ve yukarıdaki bütün tepeleri işgal eden Rize şehrini geride bırakarak yaylalara doğru uçmaya başladık.
Uzaktaki dağlar sislere gömülmüş karlı tepeleriyle muhteşem görünüyordu. İnsana uçmak, hem de delicesine uçmak hissi veren bu manzara; değil Kara Murat beni bile baştan çıkarırdı ama görevimiz daha önce geliyordu. Bu kadar yolu gezip tozmak için değil, yüzyılın görevine atanan kaptanı bulmak için gelmiştik.
Yirmi birinci yüzyılın başlarında kendini iyice hissettiren küresel ısınmadan nasibini alan Karadeniz’in incisi Rize; ilerleyen on yıllar boyunca giderek yağmurunu ve ardından yeşilini kaybetmeye başlamıştı. Yağmurlar azalınca çay tarımı bitmiş, ormanlar iyice yükseklere çekilerek azalmış ve her santimetresi yeşile boyanmış olan bu topraklar önce bozkıra daha sonrada çöle dönüşmeye başlamıştı.
Bereket versin ki bu dramatik gelişme Karadeniz’in dip sularındaki hidrojen sülfürün enerjiye dönüştürülmesiyle biraz olsun geri döndürülmüştü. Nihayetsiz enerji kaynağı hidrojenle çalışan santrallerin ürettiği elektrikle Karadeniz’in tuzlu suyu tatlı suya çevrilmiş, sonrada dev borularla dağa taşa basılarak kaybolan yeşillikler yer yer geri kazanılmaya başlanmıştı. Hatta birçok yerde çay tarımı tekrar başlamış, bir zamanların o doyumsuz damak tadı tekrar yudumlanır olmuştu. Yeşil bölgeler giderek çoğalmaya başlayınca yağmurlar da geri gelmişti. İşte şimdide bir vadi içinden dağlara doğru uçarken o yağmurlardan biri yağıyordu. Artık ender görülen tabiat olaylarından biri olan bu yağmuru doyasıya yaşamak için aracın üzerini açtık ve düşük hızda ıslana ıslana gitmeye başladık.
Arama tarama faaliyetlerimiz akşama kadar sürmüştü. Neredeyse her santimetreye bakmış ve artık sıkılmaya başlamıştık. Geceyi şehirde geçirmek için tam dönüşe geçmek üzereydik ki şu bizim meret tarama cihazı birden bire sinyal vermeye başladı. Derken ışık hızı ile yapılan parmak izi ve retina tanımlaması bitince ekranda tanıdık bir yüz belirdi: Sonunda kaptanı bulmuştuk.
Sinyalin geldiği yöne doğru yavaş yavaş alçalırken bir yandan da aşağıları tarıyor, kaptanın evini bulmaya çalışıyorduk. Ancak biz onu evinde ararken bambaşka bir yerde bulduk. Genişçe bir düzlüğe indiğimizde ilk gözümüze çarpan şey etraftaki kalabalık oldu. Sağda solda bir sürü tekerlekli araba ve airmobil vardı. Alaca karanlıkta pek fazla seçilmiyordu ama galiba bir yayla şenliğinin ortasına düşmüştük. Uzaktan gelen kemençe ve tulum sesleri bunu gösteriyordu. Aracımızın farklılığı meraklı bakışları kendine çekmişti ama bizi pek umursayan yoktu. Bu yüzden şenliği seyretmeye gelen sıradan insanlar gibi ileri doğru yürüdük. Bir yandan da radar gibi etrafı tarıyor, kaptanı bulmaya çalışıyorduk. Tarama cihazı bu kalabalıkların içinde olduğunu göstermişti ama kolaysa bul bulabilirsen.
Düzlüğün en geniş yerinde dev bir horon halkası kurulmuştu. Yüzlerce insan kol kola, omuz omuza vermiş, tulumun ritmine ayak uydurarak kan ter içinde horon ediyordu. Hemen arkasında da insanın içini kaynatan, omuzlarını harekete geçiren kemençe sesleri geliyordu. Genlerimde Karadenizlilik olduğundan neredeyse kendimi kaybedip oynamaya başlayacaktım ama hem Karamurat’a ayıp olacaktı hem de kaptanı gözden kaçırabilecektik.
Birden aradığımızı bulmuş olmanın sevinciyle neredeyse çığlık atacaktım. Kaptan oradaydı. Yarbay Sedat Ünler de o horon halkasındaydı. Beyaz saçları alnına yapışmış, yüzü gözü tere batmış durmadan oynayıp duruyordu. Murat’a ‘’ Ben yanına gidiyorum ‘’ diyerek hızla horon halkasına daldım. Kendinden geçmişçesine oynayan insanları sağa sola iterek koluna girdim. Bir an sağa dönüp de beni görünce bir hayli şaşırdı. Gürültünün arasında işittirmeye çalışarak:
- Hoş geldin, dedi bana.
- Nerden çıktın sen böyle?
O kadar ses vardı ki sesimi duyurmak için bağırmak zorunda kaldım:
- Uzun hikaye kaptan. Sonra anlatırım.
Bu sırada baş roldeki tuluma kemençe de karışmış, horon bir hayli hızlanmıştı. Bizim kaptan da kemençeye ayak uydurayım derken kolundaki arkadaşını bile unuttu. Onun kadar usta olmadığım için mahçup olmamak için canımı dişime taktım. Kısa bir süre sonra ellerim ayaklarım dolanmaya başlamıştı ki kaptan imdadıma yetişti. Kolumdan çekerek halkadan çıkarttı beni. Beraberce Karamurat’ın bulunduğu yere doğru yürümeye başladık.
- Uzayda dolaşmak bundan kolay kaptan. Ne kadar zormuş bu horon meğer.
- Bilmeyenler için öyledir, diye gevrek gevrek güldü kaptan.
- Ben nasıldım ama?
- Harikaydınız. Tanımayanlar buraların yerlisi sanır sizi.
- Öyleyim zaten. Bu topraklarda doğdum ben.
Yüzbaşı Murat’ı görünce neşesi iyice katlanmıştı:
- Oo, Karamurat’ta buradaymış. Bütün mürettebat tamam. Sefere çıkabiliriz.
Ve derken söz bitti ve uzun bir süre birbirinden ayrı kalmış dostlar hasretle kucaklaşmaya başladık. Ardından da kol kola girip meşaleler eşliğinde durmadan dönüp duran horon halkalarını seyrettik. Bu eşsiz manzaranın devamını ve sona erişini de biraz ötedeki kaptanın yazlığından izleyecektik.
Kaptanın ısrarlı davetiyle yayla evine gitmiş ve meydana hakim verandaya oturarak çaylarımızı yudumluyorduk. Bu çay bildiğimiz sentetik çay tozlarından yapılmamıştı. Halis muhlis Rize çayıydı ve geleneksel metodlarla elde edilmişti. Gerçekten de çayın o muhteşem geçmişini hatırlatan doyumsuz bir tadı vardı. Bu tadı uzaya da götürmeliydik. Kaptana da söyleyecek ve Karapınar’a dönerken birkaç çuval beraberimizde götürecektik.
Her şeyi konuşmuş ama geliş sebebimizi henüz açmamıştık. Müjdeyi nasıl verelim derken kaptan sıkıntıdan kurtardı bizi:
- E, anlatın bakalım çocuklar: Karapınar’dan buraya nasıl horon ettiğimi görmek için gelmediniz herhalde?
Bütün ciddiyetimi takınarak resmi bir ağızla konuştum:
- Tebrik ederim efendim. Gökada Yıldız Gemisi’nin kaptanlığına atandınız. Üç gün sonra Samanyolu’na sefere çıkıyoruz. Size bu müjdeyi vermek ve acele Karapınar’a götürmek için geldik.
Sevinçten ayağa fırlayacağını sanmıyordum ama çok garip bir şekilde hiç tepki vermedi. Hatta ağzını açıp hiç birşey demedi. Şaşkınlıkla biz ona bakarken başını öne eğmiş susuyordu. Acaba böylesi bir müjde çok mu ağır gelmişti ona? Alıştıra alıştıra mı söylemeliydik? Derken sabırsızlıkla beklediğimiz ilk altın sözler birer birer döküldü dudaklarından:
- Yıldızoku faciasını biliyorsunuz. O geminin kaptanı bendim. Nereden bileceksiniz? Siz orada yoktunuz ki..
Evet, biz orada yoktuk ama Yıldızoku’nun başına gelenleri çok iyi çok iyi biliyorduk. Kaptan Sedat Ünler idaresinde Dünya’dan hareket eden Yıldızoku yolcu gemisi Ganimid’e giderken Kupier kuşağında dehşetli bir kaza geçirmişti. Dev bir göktaşı çarpan gemi müthiş bir yara almış ve yanmaya başlamıştı. Parçalanan duvarlarından uzaya kaçan hava yangını söndürmüştü ama yüzlerce yolcunun feci bir şekilde ölümüne neden olmuştu. Gemiden imdat mekiklerine ulaşabilen onlarca kişi kurtulabilmişti. Uzayın bu Titanik faciası yüzünden kaptan acımasız suçlamalarla karşı karşıya kalmıştı. Özellikle onca yolcu ölürken kendinin sağ kalabilmesi çok eleştirilmişti. Açılan birçok davadan beraat etmişti ama kaptanın uzaya küsmesine yol açmıştı. Görüldüğü kadarıyla bu küslük devam ediyordu.
- Yıldızoku faciası hakkında bilinmedik kalmadı kaptan, dedim,
- En çok bilinen de sizin sıfır hatalı olduğunuz. Yıldızoku talihsiz bir kazaydı o kadar…
Kaptan aynı ruh hali içerisinde devam etti:
- Biliyor musunuz? Yüz otuz yıl kadar önce dedelerimden biri de Karadeniz de feci bir kaza yaptı. Koca şilebi kayalıklara oturtup parçaladı. Görüldüğü gibi bu bizde bir aile geleneği. Gökada gibi bir gemiye de kaptan olup aynı akıbete uğratmak istemiyorum.
Ne diyebilirdim? Kaptan çoktan kararını vermişti. Gecenin ilerleyen saatlerinde de konuyu açtığımda hep aynı cevabı aldım. Anlaşılan yarın Karapınar’a elimiz boş dönecektik.
Gece yattığım yerden parlak yıldızlarla dolu gökyüzünü seyrederken başka bir kaptanın idaresindeki Gökada’yı düşündüm. Of, bu sefer hiç bitmeyecekti.
Kaptan sabah hepimizden erken kalkmıştı. Verandada kendi elleriyle kurduğu kahvaltı sofrasına davet etti bizi. Gözlerimiz karşı beri bütün tepelikleri kaplayan çam koruluklarında, özel yapım çaylarımızı yudumlarken bir yandan da ev sahibimizi izliyorduk. Acaba bu doğa cennetinde kalıp yıldızlar cennetine boş mu verecekti? Yoksa yüreklerimizin çağrısına uyup son dakikada karar mı değiştirecekti?
Kahvaltıdan sonra hemen kalkıp kendisinden izin istedik. Bize verilen zaman çoktan dolmuştu. Bir an önce Karapınar’a dönüp, Gökada’nın kalkış hazırlıklarına dahil olmalıydık.
- Valizimi toplayacak kadar zaman tanıyın bana, dedi gülerek,
- Madem buraya kadar geldiniz, bari eli boş dönmeyin.
Çılgın bir sevinçle ast- üst kavramını unutup bir sevinç yumağı oluşturduk. Kaptan Gökada sonunda kararını vermişti. Galaksi macerasında bizi yalnız bırakmayacaktı.