- Kategori
- Deneme
Yozluk

BİR KİTABIM VAR!
Yozlaşmak! Lûgatimizde bir şeyin özünde var olan iyi niteliklerinden veya manevî özelliklerinden uzaklaşması anlamını taşıyan bu sözcüğü de nihayet kısırlaştırarak, demode sözlük listemize almayı başardık. Şimdilerde modernize hayat tarzımızda önemli yer tutan “değişiklik” sözcüğünün, “yozlaşma” sözcüğünün tamamen yerini aldığını biliyor muydunuz?
Tarih, mazi sayfalarını kabarttıkça yozlaşma, affedersiniz, değişiklik de hâliyle artıyor. Duyguların yön verdiği manevî değerler, bilimsel gelişmelerin ışığıyla kırılıyor. Onların yerini aklın hâkim olduğu mantıklı ve gerçek maddî değerler alıyor. Nesilden nesile ulaşılmasını istediğimiz gelenek ve görenekler; ninelerimizin, dedelerimizin ocak başı manileri, masalları; düğünlere anlam kazandıran inanışlar; ölenlerin ardından yakılan ağıtlar, sıralanan destanlar kitap sahifelerinde kalmaktan da öte, okunma itibarını yitirecek kadar eski, velhasıl yozlaşmış şeyler. ”Karşımızdaki adam uzaya doğru yol alırken, destanlarla veya ninnilerle avunmak da neyin nesi?” dedik. Bu yozlaşmaya dur diyecek bir değişim koşuluyla adım attık. Bu itibarla yozlaşmayı sadece yaşam tarzımızda değil, kültürümüzde de inşa ettik.
Kültürümüzün miğferi olan dilimiz de bu değişim silsilesinden nasibini almakta gecikmedi. Nasıl mı? Onu öncelikle kolay anlaşılır hâle getirmek için “argo” denilen esnek sözcüklerle prangaladık. Şimdilerde bu sözcükler vasıtasıyla, özellikle gençlerimiz, daha özlü ve ağız dolduran cümleler kuruyor.
İkinci olarak, dilimizi tekdüzelikten kurtarmak, daha çarpıcı kılmak için -anlamını önemsemediğimiz, sadece ahengine kulak verdiğimiz- yabancı sözcüklerle renklendirdik. Bu sözcüklerin anlamını bilmeye ne hacet, dilimize ahenk katsın yeter! Yabancı sözcükleri kullanarak farklılık yaratıp, salon insanı psikolojisiyle dolaşmak da bir kültür marifeti elbette. Hatta bu akustik sözcüklerin bizde oluşturduğu kronik “anlaşılmazlık hastalığı” artarak sokaklarımıza kadar taştı.
Bir Pazar günü, işe gitmeyecek olmanın hücrelerinize kadar yaydığı rehavet ile evinizden çıkmış, ağır ağır çarşı sokaklarını adımlıyorsunuz. Tam o anda olan oluyor. Ne yana bakacağınızı bilemeden “Eyvah, kayboldum galiba!” diye bas bas bağıran tavırlar sergiliyorsunuz.Koca koca yabancı sözcüklerle yazılmış mağaza, market isimleri. Bir yandan “Acaba ne anlama geliyor?” diye düşünmekten kendinizi alamazken, diğer yandan ihtişamlı vitrinlere bakarak tahminde bulunmaya çalışıyorsunuz. Bir zaman sonra aynı sözcükleri yeniden gördüğünüzde, sanki tanıdık, eskilerden birine rastlamış gibi bakıyorsunuz. Zira bu kez, göz alışkanlığından olsa gerek, ne anlama geldiğini merak etmek şöyle dursun, duyduğunuz gibi telaffuz etmenin bilgiç gururunu hissetmek istiyor ve dilinizin döndüğünce yanınızdakine “Cool mağazasının ürünleri çok kaliteli.” diyerek bilgiç bir söz fırlatıyorsunuz. Hatta adını telaffuz etmekten hoşlandığınız isimlerle donatıyorsunuz hayatınızı. Artık siz de modern ve devinimli dünyanın değişiklik çarkına uydunuz. Doğru ya, günlük hayatımızda anlamadan veya anlamını bilmeden de olsa kayda değer iletişimler kuruyoruz. Elzem olan anlam veya anlaşılmak değil, el alemden geri kalmamak tabii ki.
Bizi biz yapan dilimiz, hiç şüphesiz, yozlaşma silsilesinin en ağır kaybıdır. Zira bir ulus, varlık ifadesini dilde bulur. Varlığımızı, yabancı veya kaba sözcüklerin anlamsızlığıyla iğdiş etmeyi göze alıp ifade ettiğimiz anda yok oluşumuzu hızla adımlarız. Bu adımları atarken dilimizin tarihçesinde en önemli sîmalardan Ziya Gökalp’i anmadan edemeyiz:
“……….
Güzel dil Türkçe bize,
Başka dil gece bize.
İstanbul konuşması
En sâf, en ince bize.
………..
Arapçaya meyletme,
İran'a da hiç gitme;
Tecvîdi halktan öğren,
Fasîhlerden işitme.”
Dilimizi yerli sözcüklerle yaşatmak isteyen gayretlerinin meyvelerini ne yazık ki toplayamıyoruz. Yozlaşma, başka bir deyişle demode olma ürkekliğiyle yaşamın idamesi, “Mazi atinin tohumudur.” felsefesini de aşındırıyor.
Fazlasıyla zengin olan dilimizin sınırlarını, onu katletme pahasına zorlamaya gerek yok. “Kültürlere yabancı kalmayalım, el alemden geri olmayalım veya dünyaya ayak uyduralım.” derken kendi kültürümüzün yabancısı oluyoruz. Daha da kötüsü bu kaybın hiç farkında olmamamız…
Hangi toprağın ağırlığını hissediyorsak o toprağın diliyle anlaşalım; Türkçe konuşalım…
Funda DURMUS