- Kategori
- Sinema
Yumurta çürük çıktı birader

Ne zamandır sinemaya gitmiyorum. Oysa bayılırım film seyretmeye. İzmir’de yaşarken o festival senin bu yaz sineması benim gezer dururdum. İnsan alışınca vazgeçemiyor böyle şeylerden. Ama ne yaparsın, hayat böyle festivallerden film şenliklerinden uzağa atabiliyor insanı bazen.
Tek bir sinema var bu küçük kasabada. O da gişesi yüksek film getiriyor gariban. Ne yapsın, beni mi düşünecek sinemanın sahibi. Ama beni kesmiyor o filmler. Film festivali düzenleyecek bir kültür manyağı belediyemiz de yok maalesef. İş başa düştü anlayacağınız. Ben de kendi festivalini kendin yap dedim. Dayandım bir VCD kiralama dükkanının kapısına. Elimde koca bir liste. Çıkar kardeş dedim ne var ne yok görelim. Adamcağız listeye şöyle bir göz attı. Bunların yarısı bile yok abla bizde dedi iyi mi. E n’apıcaz kardeş dedim. Beklersen getiririm haftaya yenge dedi. Adam hitap şeklini bile bir türlü tutturamadı filmleri nasıl tutturacak acaba diye düşündüm ama çare yok. Yap kardeşim haftaya listeyi dile benden ne dilersen dedim. Böyle ben söyledim o dinledi, o söyledi ben dinledim. Sonunda bir hafta sonra tekrar dayandım kapısına dükanın.Yeni sayılabilecek birkaç yerli filmden başka bir şey yok adamın elinde.
Biraz Altın Portakal Film festivali gibiydi elimdeki koleksiyon. Takva, Ademin Trenleri, Yumurta… Yumurta’yı gerçekten merak ediyordum doğrusu. Koşa koşa eve gelip hazırladım festival ortamını. Salondaki çekyatı açıp yastıklardan bir yuva yaptım üzerine. Mısır patlattım. Limonata sürahisini, dondurma kutusunu, kaşıkları, bardakları, peçeteleri konuşlandırdım. Taktım Yumurta’yı CD oynatıcı alete, diktim gözümü ekrana. Sisli bir günde boş tarlada yürüyen bir teyze… Haşır huşur sesler eşliğinde kaç dakika yürüdü bilmiyorum. Kameraya yaklaştı sonra dönüp sislerin içnde kayboldu. Hımm... Sonra bir kitabevi. Bir adam. Yine haşır huşur takır tukur. Adam ayakkabısını çıkardı takır, yatağa oturdu huşur, su içti lıkır… Yolda yürüdü rabarba (tiyatroda anlamsız gürültü yapmaya derler)… Haşır huşur takırları saymazsak adamın annesi öldü, memlekete gitti, cenazeye katıldı, annesinin yanında kalan kızdan bir adak kesmesi gerektiğini öğrendi, sara krizi geçirdi, kızla adak kesmeye gitti, yolda Gölcük’e gitmeye karar verdiler, gittiler, sabah adak kestiler, adam geri dönerken yolda vazgeçti, döndü. Film bundan ibaret kardeşim. Arada sütçü geldi, çay içtiler falan ama o kadar yani. Tamam yükledik bütün anlamları. Adam yaşamın kıyısında. Kendi gerçeğine yabancı falan filan. Peki evdeki kız ne ayak? Saflık ? Temizlik? Hani hatuna bir de ödül verdiler di mi. Uzaklara en iyi bakan kadın oyuncu ödülü olsa gerek o. Kız film boyunca çay koyup sofra hazırlamaktan gayri oyunculuğa benzer bir tek onu yaptı çünkü. Ne diyeyim. Bir sürü de ödül aldı Uluslararası yarışmalarda film iyi mi?
Nejat İşler’e bayılırım. Fikret Kuşkan bir Nejat işler ikidir gözümde. Adamcağız elinden geleni yapmış hakikaten. Kızcağız da yapmış. Ama ellerinden gelen bir şey yokmuş ki zaten. Ne yapsın garibanlar. Bu işin uzmanı değilim, öyle bir iddiam yok vallaha. Ama iyi bir sinema izleyicisiyimdir hani. Epey de bir entel film izlemişliğim vardır ama bu kadar mı sönük bir film yapılır kardeşim. Nurgül Yeşilçay neden sinirlenmiş o ödül Saadet Işıl Aksoy'a gidince Altın Portakal’da birden anladım (ki kendisini hafiften takoz bulurum). Yumurta’nın içi boş çıktı anlayacağınız. Yine de seyretmeyin demiyorum. Film devam ederken mutfağa su içmeye, balkona çiçekleri sulamaya falan gidebiliyorsunuz ve bir şey kaçırmış olmuyorsunuz. Çünkü o sırada ya kız uzun uzun bahçeyi süpürüyor ya da adam araba kullanıyor öylesine. İyi yani. Hayatla beraber devam ediyor film. Aşağı yukarı aynı tempoda hem de…