- Kategori
- Öykü
Yüzbaşı Mahmut

Sabah erkenden kalkmalıyım, diyerek yatıyordum akşamdan. Gün ışıyınca, uzun bir koşunun başlangıcında, üç yüz yaşındaki bir kaplumbağa ve irili ufaklı bir çok kumarbazla birlikte bir masada buluyordum kendimi. “Sen bir yatağansın.” Her sabah yeniden ikilediğim, belleğime yerleştirebildiğim tek büyük sözdü bu. Pencerenin önünde beden eğitimimi bu sözle yapardım:
“Sen bir yatağansın Yüzbaşı Mahmut.” Güven verirdi bu söz bana, duygulanırdım. Sabah uyandığımda denetlerdim gövdemi. Hasta mıydım, kırıklık, bezginlik, bir işaret var mıydı yataktan kalkmamak için, bunu kullanırdım. Pencerenin önünde, kollarımın üzerinde, yere yatıp kalkar, kırk şnavımı çeker, uzanıp gerilirdim. Pazularımı gererdim iyice. Pencereden uzanırdım dışarı; karşı yapılarda çalışan işçileri seyrederdim bir süre. Zor işti. O sırada yapıların altından geçen temiz giyimli, gravatlı baylar, iş elbiseleri içindeki bayanlar işlerine gitmek için dolmuş duraklarına doğru acele acele yol alırlar; kuyruktaki yerlerini bir an önce kapabilmek, bir öncekinden daha önce olabilmek için adeta birbirleriyle yarışırlardı.
Kentin isli, bulanık havasından derin derin nefes alırken:
“Yüzbaşı Mahmut, sabah oldu ve sen yine eylem hazırlığı içersindesin,” derdim. Perdeler aralanınca güneşin doğmuş olabileceğini sezmem bir eylemdi. Yatakta uzanışım; düş kurma evresi, konuşmalar birer eylemdi. Burnuma kadar soktuğum nemli yorganın kokusunu duymam bir eylemdi. Peki, beden eğitiminden sonra kendimi dinlediğimde,duyduğum hüzün nedendi? Belki yaşamaktan, insanlarla karşılaşmaktan, geri çevrilmekten, bu çarktan, kimbilir... En iyisi makinayı çalıştıracak düğmeye basmalı, odanın kapısını açıp, günlük işlere başlamak üzere dışarıya bir adım atmaktı. Dışarda onlarsız olamıyacağımız; onlarsız olamayacağına kendimizi inandırdığımız insanlar olacaktı.
Çıkmadan dışarı aynama göz atardım. Gözlerim geçen günlerin yaralarını taşırdı. Kalıp gibi, hiç bir duygumu dışarı vermemek için hazırlanmış takma gözlerdi bunlar. Soğuktu, yontuların, insana değmez bakışlarını taşıyorlardı.
“Hadi Yüzbaşı Mahmut,sabah cimnastiği bitti, biraz çaba göster dışarı çıkmak için.”
“Günaydın,”la karşılanırdın dışarda. İnsanların suratları, akşamdan onlara bıraktığın izlenimlere bağlıydı. Akşamdan kimseye karşıt bir yol tutmamışsan,herkese bol bol “evet” dağıttıysan; insanlar sana karşı rahattı,güçlerini biliyorlardı. Oysa yatarken kapıyı sertçe çekip odana gidebilirdin. O zaman erinçli bir uyku çok görülürdü ev sakinlerine. Sabah odaya girdiğinde beklediğin olaylar hızla akışa geçerdi. Sobayı yakmak için gösterilen çabalar; iki bardak önüne sürülen çay ve iki dilim ekmek. Sonra ufak sorular.
“Mahmut, niye suratın asık?”
Artık günün başladığını gösteren ilk durak noktalarından biriydi bu. Otururdun masanda sessiz. Niye pişmandın, geriye hangi noktaya dönmek isterdin;sorardın; bulamazdın. Keşke istediğin gibi zengin olsaydın; ticarete atılsaydın, çok çok para kazansaydın, evlenmeseydin. Mahmut her şeye yeniden başlamak keşke olabilse, derdin.
“Mahmut, somurtup oturacak bir şey yok. Bu ne surat. Çayını ister iç, ister içme, ama lütfen surat asma..”
Kafanı kaldırır, sonra da konuşanların sorularına, yumuşak, uygun bir yanıt verip, yine kendi dünyana çekilirdin. Belki o anda Maltepe’de her akşam denize karşı içki içme özgürlüğünü nasıl kullandığını düşünürdün. Her akşam votka şişesinin dibinden bir kuş pır diye havalanınca, gökyüzüne dikerdin gözlerini, sonra fırlatır atardın şişeyi denize. İçi boş şeyleri bağrına basmazdı deniz. Şişe kırıta kırıta gelirdi biraz sonra.
“Yüzbaşım, gazinoyu kapatıyoruz artık.”
Gizlice selamını çakıp ayrılırdın şişeden, yarısı yenmiş bir güneşten, alkol kokan bir maviden.
“Çiğdem!”
“Ne var?”
“Başım ağrıyor benim, ilaç yok mu?”
“Yok ama, istersen komşudan alırım.”
“İstemez sevgilim, zaten gidiyorum, alırım bir eczaneden.”
Sessizlik. Uzayıp giden demiryolları birbirini keser mi?
Arkasından bir kesinlik; uzaydaki iki noktayı birleştiren en kısa yol bir doğrudur. Ve tatlılıkla, onların istediği biçimde söyleyeceksin.
“Öğleye, yemeğe gelir misin?”
“Geleceğimi sanıyorum.”
Kapının önü, yeni fidanlar dikmişler. “ İnce bir fidanı sökmek yerinden günahtır,” derdi arkadaşım. Oysa görevdi bir yerde eskimiş her kenti, her duvarı yıkıp yeniden yapmak.
Kapı kapanınca dışarıda kalmıştım. Şimdi odam soğuktur; dışarısı da soğuk. Hiç düşünmemek için plajlarda kumlara gömüldüğün, ama bir süre sonra nasıl olsa geleceğini duyduğun, o Moskova soğuğu işte. Hay Allah, kömür var sırada, arkadan gelecek daha başka gereksinimler. Yaz günleri nerede kaldı, sobasız, mutlu günler. Kömür nasıl bulurum, bu kışı da atlatabilir miyim korkusu; bırakıp sıcak bir ülkeye göç ederim korkusuzluğu.
Kentin evlerin seyrekleştiği, bağların göründüğü, gecekonduların başladığı bir semtinde otobüsten iniyorum. Hani doğruca işime, masamın başına gidecektim. Başımdaki ağrı beni başka yerlere doğru sürüklüyor. Yıkıntılar önünden geçiyorum. Şimdilik çocukların kendi aralarında futbol oynadıkları; kesesi şişkin, saygıdeğer, göbekli bir işadamının değeri daha artsın diye satmayıp beklettiği arsasının kıyısında beklerken sigarasını keyifle içen sözügeçen ağa arabasıyla geçiyor hızla yanımdan. Tarlanın çevresinden dolanıyorum.
“Yüzbaşı Mahmut ne zaman alacaksın şu arsayı?”
Bir kooperatifin yaptırdığı, yüksek, belki on iki, belki on beş katlı yapıların önünden geçiyorum. Kent gitgide büyüyor, bir dev anası gibi gittikçe yayılıyor.
Karşıda, köşede bir eczane var. “Umut Eczanesi” yazıyor kapısında. Oraya girmem, kafamda olanları anlatmam gerekli.
Yaklaşıyorum eczaneye. Girsem mi içeri? Köşe başında, sarı renkli bir yapının alt katında. Sormalı. Pancurları pembe, yukarı çekilmiş, yeni açılmış besbelli; ekmek ve umut kapısı; hastalara şifa, dertlilere deva ebegümecinden başka her şey var. Her fabrikanın çıkardığı, ayni ilacın belki yirmi kopyası; vitrinlerde çeşit çeşit yüzlerce ilaç. En iyisi aspirin. Doğum yapmaktan korkan hanımlar için özel haplar. Önünden insanlar geçiyor hapların. Siyah başörtülü iki kadın durmuşlar eczanenin önünde tatlı tatlı anlatıyorlar:
“Edinciğe gitmeden önce bizim farenin işini bitirelim dedik, olmadı. Damat koşturup fare zehiri almış, yosun yeşili mi desem, mavi mi desem; bir acı renkli zehir ki sorma. Kattık ekmeğin içine. Topal Tekir’e inat olsun diye merdivenin altına koyuverdik.”
“Niye? Tekir fareyi tutamadı mı?”
“Gözü çıksın, yaşlı dersen yaşlı değil, korkak desen, korkak desen, korkak değil, ben de anlayamadım cennetlik, bu ne iştir; görür o iri fareyi de burnunu çevirir geçer. Sümsüğün biriydi işte.”
“Sonra ne oldu; öldü mü fare?”
“Ne gezer! Edincikten dönünce ilk işimiz merdiven altına bakmak oldu. Farenin ölüsünü görmek yerine, bir de ne görelim; farenin yerine, kıyısından köşesinden ekmeği kemirmiş olan Topal Tekir, davullar gibi şişmiş yatmıyor mu..”
Başladı mı kadın ağlamaya. Hay Allah layığını versin hanım teyze... Bu hapların önünde bu ince figan, Tekire mi, fareye mi, yoksa bana mı anlayamadım gitti. Kıssadan hisse, Yüzbaşı Mahmut, Tekir oldun mu avının fare olduğunu bileceksin;Tekir’ likten istifa ettin mi zehirli ekmeği yiyeceksin.
Eczaneye giriyorum. Çalçene kadınların önünden geçip kapıyı açıyorum. Eczacı kız yalnız değil artık. İki yandaki vitrinlerden sokak görünüyor; sokaktaki iki kadın hala konuşuyorlar. Sahne şimdi tamam, figüranlar yeniden yerlerini almış durumdalar. Maestro başlıyabilirsin:
“Veramon var mı?
Kız başını önündeki vitrinden kaldırıp yeniden gözlerimin içine bakıyor. Bir takım gizli şeyler bulgulamaya çalışıyor.
“Reçeteniz var mı?”
Aptallık reçetesiz Veramon aramak. Niye,reçetesiz de olsa bazı durumlarda ilaç alınamaz mı?
“Doktora gitmedim, sabah kalkınca başımda bir ağrı vardı, hala sürüyor; bunun için doktora gitmeyi düşünemedim,” diyorum.
Durgunluk oluyor yine. Kızda düşünceler, alnında kırışıklıklar, acaba verse mi, gözlerinde kuşku; acaba evli mi, çocukları var mı.? Niye, iş iştir, bir vitrine el atıyor, kutu elinde.
“Ben iki tüp istiyorum.”
Şaşkınlık. Kutuyu yerine koyup, doğruluyor.
“Hiç de hastaya benzemiyorsunuz.. Buraya gelmeden önce sizin bir doktora görünmeniz gerekirdi.”diye olumsuzluyor isteği.
Doktoru görmemiş olmam aptallık. Eczacı bayan beni us yoluna çağırıyor. Kendinize gelin bayım.
“Yani bana istediğim ilacı veremiyecek misiniz?”
Artık fazla bir soru bu. Konuşmanın bitirilmesi gerekiyor. İçinden,”Tartışılacak insan değil..” Işıklar birden yanıp sönüyor. Demek ki akşamdan açık unutulmuş. Dışarıya bakıyorum, bir köpek hızla geçen taksinin ön tamponuna toslayıp, top gibi karşı kaldırıma düşüyor. İnce ciyaklamalar.. Yüzbaşı Mahmut bu rolü bırakmalısın artık. Bir kere daha istifa ediyorum. Kızın sesi uyarıyor:
“Reçeteniz yoksa, ne yazık ki size yardım edemem bayım.”
İşte bitti. Dışarı çıkıyorum. Güneş tepelerden bir yerden yol bulup dağlara doğru ilerliyor. Gittiği dağlarda bir kızılderili güneşi tutmak için tuzağını kurup, yaktığı ateşlerle arkadaşlarına işaret veriyor. Kızılderili çıplak atının üzerinde gidip yakalayacak güneşi; indirecek aşağı, kurban edecek büyük tanrısına toteminin önünde. Belki ince bir ezgi tutturuyor bu arada. Hiç anlamıyorum.
Yarın da erken uyanmalıyım. Sabah güneş bir kez daha doğarken dağlarda yitip giden o kızılderiliyi aramalıyım.