Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Hakan Karaduman (Akdenizli)

http://blog.milliyet.com.tr/akdenizli

09 Mart '07

 
Kategori
Felsefe
 

Zahid

Zahid
 

Zahid'in kim olduğunu anlatmaya niyetli değilim; veya rind'in. Ruhun, özüne rücularından öncekilerde olacağım. Güncelleme yapmaya kalkışacağım. Çünkü gıcırtılı menteşelerinin eşliğinde açacağımız eski sandıklar, hep "birgün" içinse, oraya özenle konulma nedenleri; değilse bile, "neden", demeyeceğim; kıyıdan yürüyeceğim. Tanımsızlığı gelişmemiş ve gelişmeyecek beyinlere emanet edemeyiz bazı kelimeleri.

Hep söylesek de, "keşke, herşeyden habersiz bir futbolsever olmak isterdim" demeyi, inadına verilen "acı" ödülünü yüzleşerek alacağız. Acının sonunda ödülün olmaması, acının karşıtının olmaması olduğunu öğreneceğiz. Çünkü acının tersi bir kavram yoktur. Acı gelir, yıkar- yıkmak ve yıkamak-, pişirir ve gider. Ama hep iz bırakır. İz bırakan bir kavrama ters anlatım, bir kavram, yerine koyamazsınız. Yerine koymaktan söz ediyoruz, yerine; hala izi dururken acının...

Ama "sevgiye" tersi bir kavram koyabilirsiniz; hissizlik!

Zahid kelimesi nedense iki anlatım veya eşikte hapsolmuş. Birinde, "tüm dünya işlerinden elini ayağını çeken", diğerinde, "pişmemiş, ama şekilci inancı olan" anlamında kullanılmış. "Dünyanın peşinden gitmeyenin, dünya peşinden gelir" samimiyetinin aksine, diğer anlamında şekilcidir: Alt ve üst eşik diyelim.

"Rind" ise sanki tersi bir kavram gibi ortaya çıkar. Ama aynı rüzgarda çamaşır kuruttuklarından birbirini tamamladıkları da olur. Rind, aşkı onaylar ve bilgedir, pişmiştir.

Dikkatli bakılırsa "aynı rüzgarda çamaşır kurutanlar" dedim, "aynı ipte" demedim. Arada bir komşuluk duvarı vardır. "Çamaşır yaşam" özeldir. Yakın kavramlar dedimse, uzak kavramlar da demeliyim.

Rind ve zahid kişilerin arasında kalan, "eleğini duvara asıp", duvara eleğini çakmayan olmalı. Sevgi krallığına başkaldırıp aşklara evet diyebilen, diyelim ortada kalana.

Bilinen bir hikayedir, kurak geçen mevsimden sonra aralarından seçtikleri en dürüst ve kuvvetli bir genci Hacı Bektaşi'ye gönderir komşu köyün halkı. Haci Bektaş-ı Veli, iyi ve yardımsever bir bilgedir. Genç köylü ondan buğday ister köydeki açlar için. O ise nasip vermeyi, himmet etmeyi önerir. Sonuçta genç bir köylüdür ve saftır. Oraya gelme, "nedeni", verdiği sözler vardır. Doğrusunu yapar ve buğday ister. Yüzyıllar boyunca o gence "zavallı" gözlerle bakanlar olmuştur. Aslında yürekten ve iyi niyetli bir tutumdur onunkisi. Yaratıcı'ya ulaşma şansı varken, bilmezliğinin saflığında red edip buğdayı almasıdır eleştirilen. Nasib edip verileni kabul etseydi ne olurdu? İki yanıt verilebilir olası: En olası, dergaha girer ve eğitimine başlardı. Ya köydeki açlar? Başta kabullenilen keskin bir seçimse, hem nasip hem de buğday seçeneği sunulmamıştır. Ama Yaratıcı bu seçeneği sunardı.

O zaman erişilen kimdir, nedir? Himaliya'larda budist rahipler ellerinde birer kapla insanlardan alınteri-emek isteyerek, yollarda tapınaklarına doğru yürürken, bu, onlara sempati duymamızı engellemez ama tüm dünya insanlarının ellerinde birer kapla dolaştığını düşündüğünüzde?..

Bu; arabalarıyla güneye tatile çıkmış "şehirliköylüler"in, dağlık yollarda ilerlerlerken, yolda koyunlarını otlatan karı koca çobanları görüp; "hep açız diye bağırırlar, kesip yesenize onca koyununuz varken" demesinden farklı değildir. Bakış aynılığı, derinsizlik anlamında.

Nedir yaşamın amacı?

Tüm dünyaya çevrilmiş sırtların sonuçları ortadayken - tüm dünya insanları-, bir de, onca umarsız yaşamı; "ulaşma" çabasıyla kutsallaştırmak mı? Açın halinden anlamak mı yoksa? Ölümden ötesi varsa, derdim ne? Acı çekene el vermek "yaklaştırmaz mı"? Neyi, nerede arıyoruz? Bulduğumuzda ki sonsuz zevkin, kendimize harcadığımız zamanın bencilliği ile yüklü olabileceğini düşünürsem, suçlu mu olurum? Onca aç ve acı çeken eller size uzanmışken...

Blogta eski olan arkadaşlarım anlatmışlardı, baktım yeni gelen bir arkadaşım da bahsetmiş; uzak doğuda gruba kabul edilmeyi bekleyen keşişe, "yerimiz yok" anlamında, "içi silme su dolu bir kap verildiğini" anlatan hikaye. Keşiş, içine bir gül yaprağı koyup kabı geri gönderdiğinde, içeri kabul edilir. Halbuki gül, öyle bir taş olur ki, "düşmanın attığı taştan" çok daha fazla gönülbaş yaralar.

Pir Sultanın, "beni düşmanın attığı taş değil, dostun attığı gül yaralar" sözündeki vurguyu çok severiz, okunduğu gibi anlamayı da. Ama bal gibi de biliriz, "elinizin bana doğru kalkmış olması bile, size "yeterinceyi" anlatamadığımın ifadesidir" der. Açılan yara, odur. Gül, kabı öyle bir taşırır ki, sel olur, hayat sel olur akar; hereyeri yıkar geçer.

Zahid, "yazmasaydım çıldıracaktım" demiş.

Torbalar doldurmaya hevesli; "eh, ne napabilirim, çok okudum şimdi de yazmak istiyorum" deyince, dedim ki, geçenlerde konuşmaktalar, "müzik için nota şart mı" diye? Şarkıcı falan için yani. "Vay!" dedim kendi kendime, "çember kapanıyor, alt kültür lanetiyle çemberi kapatmakta". Ne gerek var canım notaya, öyle yanık sesin varken, söylerken babaya? Buradaki ironik benzetmeyi mi açayım? ok.

Çok okuyarak entelektüel olan herkes yazarsa ortaya çıkıyor: Kelime kirliliği.

Aynı "şeylere" farklı açılardan bakıyorlar belki ama, aynı "şeyler" yok mu, o aynı şeyler... İşte itirazım bunlara.

Her konservatuar bitirenin sanatçı olmadığı gibi, her sesi güzel olan da sanatçı değildir. Doğru birliktelik şudur; hem nota bilen -veya eğitimli deyin- hem de sesi güzel olandır ses sanatçı.

Nota bilmeyen, müziği; eğer, büker, bozar!

Bu yazıyı, bir trende yol alırken hiçbir istasyonda durmadığınız gibi algılayın. Durup bakmak isteyen, durup bakar. Nasılsa, pencereden akan değildir hayat.

"Ah ah, keşke fubolsever huzurlar içinde olsaydım" demeyeceğim inadına. Bakalım kaybediş derinliği ne kadarmış? Görmek bile inadın zaferidir.

Not: Şu sıralar kirçlovskinin "mavi"sindeyim, müziği yazarken fondaydı. Keçi bile öyle güzel flüt çalamazdı. Şen kalın...

 
Toplam blog
: 470
: 551
Kayıt tarihi
: 28.08.06
 
 

Ateşten denizleri mumdan gemilerle geçmeye" benzer hayatımız. Mutlaka mavi gökyüzü görünecektir. Gid..