Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Eylül '14

 
Kategori
Öykü
 

Zamanın Trenleri

Zamanın Trenleri
 

Bugün Dünya okuma yazma günü.. Kitaba gönül verip, herşeye beton açısından bakmayanlar için önemli bir gün.. Bugünü kutlamak adına bir hikayemi paylaşmak istiyorum:

“Tren ne demiryollarınındır, ne de senin benim. Onlar zamanın trenleridir “

Aralık 2001, Haydarpaşa Garı, İstanbul

Ne tuhaf.. Yolculukta okumak için yanıma aldığım kitabın adı 2001 Uzay Yolu Macerası.. Yani bu kitabı yazan Arthur Clarke bu yıl içinde uzay boşluğunda müthiş bir hızla yol alan gemiler tasarlarken ben en fazla 70-80 km.hızla gidebilen bir aracın, Konya Meram Ekspresi’nin içindeyim. Şansıma cam kenarı düşmüş. Valizimi yukarıya yerleştirmiş, kitabım elimde bekliyorum. Dışarıda bildik sahneler: Bavullarıyla koşturanlar, sarılıp öpüşerek vedalaşanlar, el sallayanlar..Oldum olası vedalaşmayı sevmediğimden beni gardan uğurlamak isteyenler varken  – bu işi evde hallettim – ben yalnız gelmeyi tercih ettim.

Bizi çekip Konya’ya götürecek olan lokomotifin motoru çoktandır çalışmakta..Baştan üçüncü vagonda olmama rağmen bize kadar gelen belli belirsiz dumanlar ve boğuk bir uğultu..

Dakikalar geçtikçe perondaki telaş artıyor. Soluk ışıklar altında hızlanan adımlar koşturuyor artık. İşte hızla çekilip götürülen bavullardan birinin tekerleği koptu. Adam söylene söylene yükleniyor bavulu, tekerlek peronda kalıyor.

Bu arada yanımdaki yolcu da geldi. Kendi halinde, kerli ferli biri. Taşra tüccarlarına benziyor. Bavulunu yerleştirdikten sonra sessizce oturup dışarı bakıyor. Nereye kadar gideceğini bilmiyorum ama eğer yolu Konya’ya ise,en azından on dört saat yanında oturacağım bu adamla konuşmakla konuşmamak arasında bocalıyorum. Bu kadar uzun süre yan yana oturup da tek kelime etmemek mümkün mü? Gerçi konuşursak ne konuşacağız ki? Herhangi bir ortak yönümüz mü var? 2001 Uzay Yolu Macerası kitabından ona bahsedebilir miyim? En iyisi pencere kenarında olduğumdan hep dışarıya takılmak ve bu şekilde saatlerin geçmesini beklemek..

Bu arada kalkış saati gelmiş de geçiyor bile. Hareket memurlarının düdük sesleri sıklaştı derken demir tekerlekler dönmeye başladı. Artık söz sırası ellerde. Hem içerden, hem de dışarıdan sallanan eller..Belki de gizli açık göz yaşları..Şairin dediği gibi:

Sonra bir düdük öter / Kesik çığlıklarla der

Buradan bildik gidenler / Yarın döner yabancı.

Sözün kısası şudur ki, Meram Ekspresi hareket etti ve Konya’ya daha doğrusu karanlığa doğru yola çıktık.

Aralık 2014, Pendik YHT İstasyonu, İstanbul

Bu benim hızlı trenle ilk yolculuğum. İstanbul- Konya seferleri başlayalı aylar olmasına rağmen – Bu yeni araca binmeyi aslında çok istiyordum – nasip bugüneymiş.

Pendik İstasyonu’nda hep o bildik sahneler : Tekerlekli bavullarıyla koşturanlar, sarılıp öpüşerek vedalaşanlar..Birkaç gündür yağışlı ve soğuk olan hava yerini güneşe bırakmış ama yine de ayaz var galiba? İnsanların ağız ve burunlarından buharlar çıkara çıkara konuşması ne kadar tuhaf..

Dışarıdaki soğuk havaya inat kompartımanın içi sıcacık.. Hızlı trenle yeni tanıştığım için kompartımana alıcı gözüyle bakıyorum. Şık mavi koltukları ve başımızın üzerindeki kapalı bagaj yuvaları ile trenden çok uçağa benziyor. Oturduğum yerin tam karşısında bir TV ekranı var. Otobüslerde olduğu gibi önümüzdeki yolu gösterecek galiba?  Evet evet, geniş pencereleri olmasa bu şey trenden çok uçağı andırıyor. Saate bakıyorum, kalkışa tam bir çeyrek saat var. Yolda kitap mı okusam, gazete mi? Bir türlü karar vermiyorum. Ama herhalde camdan dışarısını seyretmekten bir şey okumaya fırsat bulamıyacağım. En çok trenin hızını merak ediyorum. Acaba bu zevki benden önce tadanların ballandıra ballandıra anlattığı kadar var mı? Bunu ancak onbeş dakika sonra öğrenebileceğim.

En çok merak ettiğim şeylerden biri de yanıma kimlerin oturacağı. Çok geçmeden bunu da öğrendim: Tahminen 25-30 yaşlarında bir bayan. Şık valizini sürükleye sürükleye başının üzerindeki bagaj yuvasına yerleştirdikten sonra koltuğa oturdu. Önce başıyla selamladı beni. Herhalde o da bu trene ilk defa biniyor olmalı. Koltuğuna yerleşir yerleşmez her tarafa bir iyice göz gezdirdi. Acaba benim gibi Konya’ya mı gidiyor?  Kendisine sorsam mı acaba? Neyse tren bir hareket etsin de..

Klasik trenler gibi hareketten önce çalışan motor sesi gelmiyor. Halbuki eski trenlerde olsaydık lokomotifin motorundan kaynaklanan titreşimi çoktan hissetmiştik. Galiba bu araç otomobiller gibi çalışır çalışmaz harekete başlayacak.

Nihayet trenler ne kadar süper olsa da hep aynı kalacak düdük sesleri işitilir işitilmez otomatik kapılar kapandı ve merakla beklediğim motor sesi  gelmeye başladı. Vınlanma gibi tekdüze bir ses. Ardından hafif bir sarsıntıyla trenimiz hareket etti. Kompartımanda herkesin gözü pencerelerde. Sallanan eller ve dışarıdan karşılık verenler.. Saniyeler geçtikçe peron uzaklaşıyor ve trenimiz o eski “ taka tak “ sesleri yerine tatlı bir kayma sedası vererek yoluna devam ediyor. Bana gelince koltuğuma keyifle kurulmuş, camdan birbir geride kalan Pendik evlerine bakıyorum. İçimde gizli bir haykırış “ Ver elini Konya! “ diyor.

Aralık 2001, Meram Ekspresi, İzmit Yakınları

Gebze’yi geride bırakalı çok oldu. Trenimiz koyu bir gece karanlığında hiç bitmeyecek bir tünelin içindeymiş gibi yol alıyor. Zaman zaman ışığa boğulmuş yerleşim yerleri ve sanki genel kuralmış gibi  soluk ışıklarla aydınlatılmış istasyonlardan geçip ileriye koşuyoruz. İşte şimdi Hereke istasyonuna geldik ama burada durmayacağız. Biraz daha yol alınca karanlıkta bile görülen yeni temizlenmiş yıkıntılardan ve hasarlı binalardan İzmit’e yaklaştığımızı anlıyorum. Çok değil iki yıl önce vukubulan Marmara Depremi’nin en çok vurduğu yerlerden biri burası.17 Ağustos 1999..Gece saat 03 02.. Acaba o sırada buradan geçen bir tren var mıydı? Yolcu olmaz da yük treni.. Kim bilir? Rayların yılan gibi kıvrıldığını görünce makinist neler hissetmişti acaba? Trenden atlamayı düşünmüş müydü hiç? Her neyse, şimdilik böyle bir tehlikenin olmadığına inanmak istiyorum. Koltuğuma yayılmış, gözüm zaman zaman kitabımda, zaman zaman da camın dışındaki karanlıkta tıkır mıkır yol alıyoruz.

Yanımdaki adama hâlâ yolculuğun nereye olduğunu sormadım. Ta Haydarpaşa’dan beri içine gömüldüğü gazetesini bırakıp cama doğru bakınca tam sırasıdır deyip,

- Yolculuk Konya’ya mı?

Diye sordum. Tuhaf bir şey demişim gibi hafif şaşkın bakınarak:

- Hayır, diye cevapladı.

- Biletim Afyon’a kadar..

Sanki  “Param ancak Afyon’a yetti “ der gibi bir cevap. Sonra tekrar gazetesini ele alınca fazla konuşmak niyetimde olmadığını anlatmak istemişti. Zaten bu sırada İzmit istasyonuna girmekte olduğumuzdan ben tekrar cama döndüm ve yanımdakiyle hiçbir ilişiğim kalmadı.

İzmit’te boşuna durmuşuz bence. Dışarıda tek tük birkaç yolcu var. Telaşlı bir halde trene binmeye çalışıyorlar. İzmit’ten Konya’ya..İzmit’te yaşayan biri Konya’ya neden gider? Soruma kendim cevap verdim: Benim gibi Mevlana’ya gidiyor olamazlar mı? Bu da soru mu Allah aşkına?

İzmit’i de geride bırakınca artık otur otur yeter diyerek yerimden kalktım ve hemen önümüzdeki kompartımanda olan tren lokantasına doğru yürüdüm. Lokanta oldukça kalabalıktı ama şansıma cam kenarındaki yolculardan biri kalkınca hemen yerleşerek yiyecek bir şeyler istedim. Birazdan kızarmış patates, karışık tost ve fincan çaydan ibaret siparişim önüme gelmişti. Camlara sinen karanlığa gömülerek çayımı yudumlamaya başladım. Gündüzleyin nasıl da zevkli olurdu burası? Kışın bile yeşilliğiyle insanı mest eden Sapanca’nın muhteşem doğasını seyretmeye doyamazken, Geyve Boğazı’nda ırmak boyuna vurur, uzaktaki beyaz minareli köylerden, bulutlara baş çekmiş tepelere ve şekilsiz kayalıklara büyülenmiş gibi bakardım. Halbuki şimdi karanlıkları kovalayan yine karanlıklar..Başka hiçbir şey yok.Dışarıya bakmaktan yorulunca biraz içeriye göz gezdireyim dedim. Ben kıza  zamanda önümdekileri bitirmişken, sanki yolculuğun sonuna kadar burada kalacakmış gibi bir iki lokma alıp bin laf eden ve habire gülmekten katılan insanlar.. Rakı bardakları dolup boşalınca gürültü giderek arttı ve bu gitme zamanının gelişi demekti. İki kompartıman arasında zirveye çıkan sarsıntıdan tökezlememek için kenarlara tutuna tutuna içeri girdim. Vakit gece yarısına devrilirken kompartımanda hemen herkes uyuyordu. Yanımdakini uyandırmamaya azami dikkat sarfederek yerime geçip oturdum. Artık bu saatte ne dışarı bakılır, ne de bir şey okunurdu. Göz kapaklarım uyanık durmak için hâlâ inat ediyorlarsa da ben uyumalıydım.

Gece yaptığım tren yolculuklarında uykum adeta trenin hareketine programlanmış gibidir. Tren gittikçe uyur, durdukça uyanırım.  Bazen de bir kez uyumaya başladım mı neredeyse son istasyonda uyanır, iniş için apar topar hazırlanmaya başlarım. Bu defa da böyle oldu. Orta Anadolu platosunda istasyonlar bir bir geride kalırken, ben durmadan uyudum. Bir ara silkinip uyandığımda baktım tren durmuştu. Gariptir, yanımdaki adamda da yoktu. Önündeki koltuk filesinden gazete dahil her şeyini aldığına göre çoktan Afyon’u geride bırakmış olmalıydık. Bu arada kompartımanın içi cehennem gibi sıcak olmuştu. Aslında ta başından beri şu kalorifer ayarını bir türlü tutturamamışlardı. Ya böyle cayır cayır yanıyor, ya da söner gibi yaparak insanı üşütüyordu. Üzerimde gömlekten başka bir şey bırakmayacak kadar soyunduktan sonra tekrar başımı koyup uyumaya çalıştım ama bu uyku denen meret bu defa kolay kolay gelmeyecekti.

Bir ara tekrar uyuyup uyandığımda tren yine olduğu yerde duruyordu. Kalorifer tamamen sönmüş, ortalık buz gibi soğumuştu. Üzerimdeki gömlekle tir tir titremeye başlamıştım. Hemen kazağımı sırtıma geçirip, üzerine de ceketimi çekerken 2001 Uzay Yolu Macerası’nda okuduklarım geldi aklıma. Romanda geminin ana bilgisayarı “Hal “ kontrolden çıkıp, astronotların ölümü pahasına geminin havasını boşaltıyordu. Acaba bu trenin de olmayan bilgisayarı bizi soğuktan helak etmeyi azmetmiş olmasın?

Koridorda uykulu gözlerimize inat cin gibi canlı canlı dolaşan kondüktöre ne kadar söyledikse de kaloriferi bir türlü yaktıramadık. Artık tren hareket edince yanarlarmış. Allah’tan bu uzun duruşun ardından tren tekrar yürümeye başladı da tekrar yanmaya başladılar. Derken ceketi çıkar, kazağı çıkar ve Ardından da bal gibi tatlı gelen sıcaklığın davet ettiği güzel bir uyku..

Galiba son defa uyandığımda baktım, istasyonun birinde durmuşuz. Tabelada Kadınhanı yazıyor. Oo, amma da yol almışız. Konya’ya vardık sayılır. Zaten gün yavaş yavaş ışımaya başlamış. Bundan sonra uyuyamam herhalde?

Sarayönü ve Meydan istasyonları derken Konya varoşları göründü. Sonunda ondört saatlik yolculuk bitmiş ve Mevlana diyarına gelmiştik.

Aralık 2014, Yüksek Hızlı Tren Hattı Üzeri, İstanbul- Konya

Lütfen birisi uyandırsın beni! Şu anda rüyada gibiyim. Yıllardır TCDD’nin klasik trenleriyle yolculuk yapmış eski bir yolcusu olarak, içinde bulunduğum bu şeye tren demekte zorluk çekiyorum.  İzmit’i biraz önce geride bıraktık. Şimdiye kadar heyecanla beklediğim son hıza ulaştık galiba? Trenimiz Sapanca’ya doğru hızla yol alırken yakın çevreyi, tarlaları, evleri, ağaçları kalın bir çizgi gibi görüyorum. Sadece uzaklar rahatça seçilebiliyor. Şu İstanbul-Ankara otoyoluna paralel yol alıyoruz. Aracımız o kadar hızlı ki otoban fatihi otomobiller bir bir geride kalıyor. Ne tuhaf! Okumak için yanıma aldığım kitap 2001’dekinin aynısı: 2001 Uzay Yolu Macerası..Ancak o zaman zihnimde canlandırdığım o süper teknolojiye ne kadar uzaksak şimdi o kadar yakınız.

Sapanca düzlükleri bir nefeste bitince Geyve Boğazı’na girdik. Demiryolu hattı eskisine göre çok daha düz ve güvenli olmasına rağmen hızımız oldukça düştü. Ancak yine de karşıdaki duble yolda giden otobüslerden çok daha hızlıyız. Tam burada “Artık gazetelerimi okuyabilirim “ derken çevrenin doğal güzelliği bakışlarımı çeliyor. Adeta ezberlediğim halde seyretmeden edemiyorum.

Arifiye, Bilecik derken demiryolu hattı yoğun viadük ve tünellerden kurtulup düze çıkınca trenimiz normal hızına ulaştı. Tünellere girip çıkarken pantograf sisteminin çıkardığı gürültüler sona erdi.

Yüksek hızlı trende lokanta vagonu yok. Vagonlardan biri küçük bir kafe olarak düzenlenmiş. Herhalde gideceği yere çok kısa bir zamanda varacağı için yeme içme faslına gerek duyulmamış. Nasıl bir yer olduğunu merak edip de gidince tam bir hayal kırıklığına uğradım. Nerde o eskinin yürüyen lokantaları, nerede bu kafecik..Yine de madem geldim diyerek bir kahve alıyorum. Zamanla hızlı trenlerimiz Erzurum’a, Van’a gidince bir yemek vagonu eklerler belki? Çünkü böyle bir yolculuk yüksek hızlı tren için bile sekiz saatten az sürmeyecek.

Yanımdaki bayana biraz önce sordum. Onun da yolu Konya’yaymış..Selçuk Üniversitesi’nde okutman olarak çalışıyor. İstanbul’a gelip gidişlerinde hep hızlı treni tercih ediyormuş. “ Daha önce hava yollarına tonla para ödüyordum“ dedi bana  “ Şimdi çok daha ucuza gidip gelebiliyorum. Hatta bir defasında kafama esti, trene atladığım gibi İstanbul’a gittim. Ertesi sabah da ilk trenle Konya’ya dönüp sabah ki dersime yetişebildim.”

Afyon- Konya arasında yine son hızla yol alırken on dört yıl önceki o yolculuk geldi aklıma. Sabaha karşı raylar üzerinde durup beklediğimizde nasıl da üşümüştük. Daha ne kadar bekleyeceğimiz belirsizdi ve biz 21.Yüzyılın hemen başında, soğuktan donmamak için kat be kat giyiniyorduk.

…………………………   ………………………………………..

Konya’ya ulaşmayı çok istediğim halde yolculuğun bitmesine doğrusu üzülmüştüm. Çünkü İstanbul’dan buraya tam beş saat süren bu maceranın tadı damağımda kalmıştı. Neyse ki dönüşte de aynı yolu kullanacağım. Öyleyse şimdi bu anın tadını çıkarmalı.

 

             

             

 
Toplam blog
: 343
: 446
Kayıt tarihi
: 19.02.11
 
 

Marmara Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi mezunuyum. Teknoloji Yönetimi dalında mast..