- Kategori
- Sinema
Zeki Demirkubuz
Bekleme Odası
Bir sinema filminin toplumu bilinçlendirmek, sosyal mesaj vermek gibi bir misyonunun olmaması gerektiğini, eğer 'toplum'a bu gibi kaygılarla ulaşırsa sinemanın faşizanlaşacağını düşünen, ülkemizin bence en başarılı sinema yönetmeni Zeki Demirkubuz; bir röportajında acının tanımını şöyle yapıyor:
'Bir gün işte böyle dışarı çıkmıştım yine. Tek başıma tarlalarda bostanlıklarda gezinmiştim. Sonra kapalı olan okuluma gittim. Tabii kimseler yoktu. Gözümün önüne kış zamanı, okul kalabalığı filan gelince canım iyice sıkıldı. Okulu sevmezdim ama o kalabalığın ve hareketin beni ne kadar oyaladığını fark ettim. Şimdiki bu ıssızlık içimi ezmeye başladı. Okulun bahçesinin duvarına oturup beklemeye başladım. Uzaktan hayal gibi, güneş ışığının altından böyle insanlar, araçlar siluetler gibi geçiyor ama nedense sesleri duyulmuyordu hiç. Derken benim gibi iki tane çocuk daha geldi. ellerinde bir top, yavaş, yavaş, bezgin, bezgin oynamaya başladılar. O topun sesini o kadar net hatırlıyorum ki, böyle pat, pat… ve arada bir potaya atıyorlardı. Bir iki oynadılar sonra sıcaktan yılıp bıraktılar topu ve bir kenara geçip oturdular. Bıraktıkları top yavaş, yavaş yuvarlandı, yuvarlandı, gidip okulun duvarına yavaşça vurup durdu. o anda öyle derin bir sessizlik oldu ki anlatmamın imkanı yok. ben öyle o topa, o çocuklara baktım. Sonra okula baktım, sonra içime acayip bir acı çökmeye başladı. böyle büyüdü, büyüdü, nasıl içim kıyılıyor… Ben acıyla ilk defa o gün orada tanıştım. Sonra hayatımda hiçbir zaman o gün o okulun bahçesindeki kadar derinden bir acı çektiğimi hiç hatırlamıyorum. bence dünyadaki en büyük acı da budur. çünkü sebebi yoktur, neden diye soramazsınız, ortada bir şey yoktur. albert camus’nun yabancı'da anlattığı sıcak bir pazar gününün verdiği acı gibi…"
(Aslında Zeki Demirkubuz ve sineması hakkında anlatacağım çok şey vardı ama hakkında araştırma yaparken yaptığı bu tanıma rastladım ve bu tanımı okurken izlediğim bütün filmlerini yeniden izliyorum hissine kapıldım birden... Yaptığı bu tanımlamayla Zeki Demirkubuz'u tamamen anlattığımı düşünüyorum)
'Bir gün işte böyle dışarı çıkmıştım yine. Tek başıma tarlalarda bostanlıklarda gezinmiştim. Sonra kapalı olan okuluma gittim. Tabii kimseler yoktu. Gözümün önüne kış zamanı, okul kalabalığı filan gelince canım iyice sıkıldı. Okulu sevmezdim ama o kalabalığın ve hareketin beni ne kadar oyaladığını fark ettim. Şimdiki bu ıssızlık içimi ezmeye başladı. Okulun bahçesinin duvarına oturup beklemeye başladım. Uzaktan hayal gibi, güneş ışığının altından böyle insanlar, araçlar siluetler gibi geçiyor ama nedense sesleri duyulmuyordu hiç. Derken benim gibi iki tane çocuk daha geldi. ellerinde bir top, yavaş, yavaş, bezgin, bezgin oynamaya başladılar. O topun sesini o kadar net hatırlıyorum ki, böyle pat, pat… ve arada bir potaya atıyorlardı. Bir iki oynadılar sonra sıcaktan yılıp bıraktılar topu ve bir kenara geçip oturdular. Bıraktıkları top yavaş, yavaş yuvarlandı, yuvarlandı, gidip okulun duvarına yavaşça vurup durdu. o anda öyle derin bir sessizlik oldu ki anlatmamın imkanı yok. ben öyle o topa, o çocuklara baktım. Sonra okula baktım, sonra içime acayip bir acı çökmeye başladı. böyle büyüdü, büyüdü, nasıl içim kıyılıyor… Ben acıyla ilk defa o gün orada tanıştım. Sonra hayatımda hiçbir zaman o gün o okulun bahçesindeki kadar derinden bir acı çektiğimi hiç hatırlamıyorum. bence dünyadaki en büyük acı da budur. çünkü sebebi yoktur, neden diye soramazsınız, ortada bir şey yoktur. albert camus’nun yabancı'da anlattığı sıcak bir pazar gününün verdiği acı gibi…"
(Aslında Zeki Demirkubuz ve sineması hakkında anlatacağım çok şey vardı ama hakkında araştırma yaparken yaptığı bu tanıma rastladım ve bu tanımı okurken izlediğim bütün filmlerini yeniden izliyorum hissine kapıldım birden... Yaptığı bu tanımlamayla Zeki Demirkubuz'u tamamen anlattığımı düşünüyorum)