- Kategori
- Gündelik Yaşam
Zorlarsan girer de...
TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu'ndan "Cumhurbaşkanlığı seçiminde önce toplumsal uzlaşmanın aranmasını sonra Anayasa'da tanımlı sürecin işlemesini bekliyoruz" demiş ve bu sözü de bazıları tarafından “İlk sivil toplum örgütünden yeşil ışık” olarak yorumlanmış.
Birincisi, bu açıklamadan “Yeşil ışık” çıkmıyor. Açıklamada vurgulanan “…toplumsal uzlaşmanın aranmasını…” gereğine vurgu yapılınca, önce uzlaşılacak, sonra da elbette Anayasa’da belirlenen süreç işleyecek.
Dün YÖK başkanı da bir açıklama yaptı. Açıklamada, Recep Tayip ERDOĞAN’ın neden aday olmaması gerektiği vurgulandı.
Bu açıklamaya Sayın Başbakan henüz cevap vermedi ama partisinden gelen açıklamalar gösteriyor ki, AKP’liler bu açıklamaya oldukça tepkililer.
AKP parti teşkilatı ile milletvekilleri arasında da Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkmasına karşı olanlar var. Onların neden karşı çıktıklarını tam bilemiyorum ama Erdoğan’ın köşke gitmesi halinde partinin gerileyeceğine olan inançları daha güçlü olduğu ortada.
Oysa bizim karşı durduğumuz konu, olayın esasına ilişkin.
Yani, Recep Tayip ERDOĞAN, bu güne kadar olan söylemleri ve icraatları ile köşke çıkmasını kabul etmiyoruz.
Cumhurbaşkanlığı gibi bir makama oturacak kişinin, mutlaka milletin çoğunluğunun rızasını alması zorunludur. Böyle düşünüyoruz ve bundan önce bu düşüncemize aykırı bir şekilde cumhurbaşkanı seçilmiş ise, bu yanlışlığın bundan sonra da sürdürülmemesi için gerekenin yapılmasını “Millet” olarak talep ediyoruz.
Kaldı ki Türkiye’de bu güne kadar yapılan tüm cumhurbaşkanlığı seçimleri TBMM’nin içinde mutabakat ile sonlandırılmıştır. Sadece Turgut ÖZAL hariç…
O da bu gün olduğu gibi meclis çoğunluğuna dayanarak köşke çıkmış ama orada da hep tartışılmıştır. Yasalar karşısında “Cumhurbaşkanı” olmuş ancak cumhurun başkanı olmaktan uzak kalmıştır.
Bu gün de AKP, aldığı yüze 34 oy ile cumhurun başkanını seçmeye gayret etmektedir. Birinci yanlış olan budur.
İkinci yanlış olan ise, talip olanın hakkındaki suçlamalardan yargı önüne çıkıp aklanmamış olmasıdır.
Üçüncü yanlışlık, bu güne kadar söylediği sözler ile Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasasında belirtilen devlet yapısı ile uyuşamamasıdır.
Dördüncü yanlış ise, devletin tüm kurumları ile kavgalı olması ve özellikle de yargıyı karşısına almasıdır.
Beşinci ve en önemli yanlışlarından biri de “Ordu” ile çekişmeye girmesi ve bunu da saman altından su yürütme taktiği ile yapmasıdır.
Bakınız burada konuyu bir başka konu ile birleştireyim.
Deniz Kuvvetleri Eski Komutanı Özden ÖRNEK paşanın bir “Günlüğü” ortaya atıldı. Komutan, bu sözler “Nokta” dergisinde yayınılanıca kendisine ait olmadığı açıkladı. Fakat Başbakan, sekiz ila on bin metre yüksekten savcıları göreve çağırdı. Savcıların da harekete geçtiği haberi dün basına yansıdı. Ama sanki Başbakan’ın söylemesi üzerine harekete geçmişler gibi.
Oysa bu gün ortaya çıktı ki, soruşturma açan savcı 9 Mart tarihinde Özden ÖRNEK paşanın talebi ile soruşturmayı başlatmış.
Demek oluyor ki işin doğrusu neyse ortaya çıkarmak için harekete geçen kişi, suçlanan kişi. Yani suçlanan kişi aklanmaya çalışıyor.
Bilmem bu “Aklanma” talebinin suçlanandan gelmesi cumhurbaşkanlığına soyunan bir kişiye bir şeyler çağrıştırıyor, anımsatıyor mu?
Cumhurbaşkanlığına talip olan kişinin bu güne kadar ne yaptığına baktığımızda sadece zaman zaman “Ulusa” seslendiğini ve seslenirken de gerçekleri ortaya koymadığını gördük.
Hatta…
Seslenirken sadece ses tonunun yüksekliğini ve hitabetindeki öfkeyi dinledik.
Şimdi…
Son günlerde ise ses tonu yumuşuyor.
Neden?
İşte onu bilemedim.
Bir anekdot ile bitireceğim…
Evde oturuyorum, geç saatte evin telefonu çaldı. O zamanlar daha cep telefonu filan yoktu. Arayan Rauf POSTAAĞASI…
Hayrola Rauf…
Rauf o zamanlar genç delikanlı. Taşı atıp başını da altına tutar. Bekâr da… Gece Meysu’dan gelirken Belediye otobüsünde biletçi ile kavga etmiş, Şeker karakoluna almışlar, bana “Yetiş abi” diyor.
Arabaya bindim, Şeker Karakoluna vardım ve benim o meşhur 1970 model beyaz renkli Chovrelet İmpala araba ile karakolun kapısına yanaştım.
Tam o sırada ortalık karıştı. N’oluyor demeye kalmadı ki, bana “Müdür bey seni çağırıyor” dedi görevli polis memurları.
Müdür, sonradan çok iyi dost olduğum Sayın Sait Azmi KÖKSAL idi. Karşısına çıktım “Buyurun…” dedim. Benim tam karakolun giriş kapısının önünde duran koskoca arabayı gösterdi, sert bir ses tonu ve hiddetlice sordu: Bu araba bu kapıdan içeri girer mi?
Ben, o telaş ile gelip karakolun kapısını kapatırcasına tam önüne durmuşum. Belli ki yaptığımız yanlış da ne demeli şimdi müdür beye?
“Vallaha Müdür bey… Zorlarsan girer…” dedim.
Gerisi mi? Gerisini ne siz sorun ne ben anlatayım. Yediğimiz fırça ile karakoldan ayrılırken Rauf’u da yanımda götürmeyi başardım…
Yani… Zorlarsanız olur da, arkası gelmez…
06 NİSAN 2007