Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Mart '12

 
Kategori
Kitap
 

2027 Yılının Anıları

2027 Yılının Anıları
 

Çetin Altan ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan


Takvimler yerine, ''Yılsayaçlar 2027'yi gösteriyor'' der Çetin Altan, 2027 yılında torununun gözünden 1985'deki kendisini anlatırken. Ne kadar da güzel bir kurgudur, yarınlardaki torunun, bugünkü senin yaşındadır ve geçmişe özlemle de, 'şu an'ı özlüyordur.

Hele bir de 1985'te Çetin Altan tarafından yazılmış kitabı, 2012'de torunun nostalji yapmasına tam da 15 yıl kalmışken okumak, doğrusu daha da bir zevkli olur.

'2027 YILININ ANILARI' aslında iki kitaptan oluşuyor, birincisi adını, 'ortak' kitaba da vermiş olduğundan dolayı tekrara gerek yok, diğeri ise 'AL İŞTE İSTANBUL'. 

Al işte İstanbul'da, Çetin Altan 1965 yılında, Ara Güler ile beraber İstanbul semtlerine yaptıkları gezileri anlatıyor. Ara Güler fotoğraflar çekmiş, Çetin Altan da fotoğraf tadında yazılar yazmış. Tek eksiklik de sanırım, kitapta fotoğraflara hiç yer verilmemesi olmuş. Yazılar eğer bir de fotoğraflarla süslenmiş olsaydı, o zaman mutlaka çok daha iyi bir ürün ortaya çıkar ve daha geniş kitlelere ulaşırdı diye düşünüyorum.

Çetin Altan 1927, oğlu 1950, torunu da 1977 doğumludurlar. 2027 yılında 50 yaşında, orta yaş kuşağının da üst sınırlarında gezinecek olan torunu, artık dedesini (Çetin Altan) çoktan toprağa vermiş olacaktır. Yazar ne yapar ne eder sonunda, ''Gelecekte benim kıymetimi daha iyi anlayacaksınız'' cümlesini torununa söyletir.

Dedesinin dedikleri bir bir çıkmakta, gerçekleşmeyenlerin de kısa bir süre sonra olacağının, şiddetli sinyalleri gelmektedir. Çetin Altan'ın astral seyahatleri sonucunda yazdıklarını yaşıyor olmak, torunun dedesine hayranlığını katlayarak arttırmaktadır ancak, zaman zaman da dedesini eleştirmeden duramaz. Çetin Altan buralarda kendisiyle açıkça dalga geçer ve kendisi için torununun ağzından,

''Rahmetli zaten ya geçmişte ya gelecekte yaşar, anı ise çokçası sıkılarak geçirirmiş. Bıraktığı notlardan da, günlük yaşamı pek değerlendirmediği, çalışmadığı zamanları ya konuşmak ya da onu bunu kızdırmakla yok edip götürdüğü anlaşılıyor''

diye yazar.

Tabi kitaptaki bazı öngörüler de ya tutmamış ya da daha erken gerçekleşmiştir. Örneğin 2027 İstanbul'unu anlatırken,  ''15 milyonluk şehir'' der ki, muhtemelen 'Her aileye 3 çocuk tavsiye eden Başbakan' faktörünü hesaplayamadığından olsa gerek, daha onbeş yıl öncesinden bu nüfusa erişileceğini hesaplayamamıştır...

Hadi neyse, nüfus artışı bir derece ancak, ''Başörtülüler yarı yarıya azaldı'' demesine ne demeli? Fakat biz öyle diyoruz ama, şimdi birisi de çıkıp,

''Bence onu da bilmiş. Başörtülüler gerçekten de azalmadı mı? Haa 'türbanlılar' çoğaldı, orası ayrı''

dese, vallahi de sus pus oluruz.

Yazılarından birinde, günümüz medyasında kendisine geniş yer bulan 'Yüz nakli'nden de bahsediyor. Ancak bu sefer yüz nakli başka bir insandan değil de, kendi gençliğinden yapılıyor. Örneğin ''Yetmişli yaşlarına gelip buruşuk bir yüze sahip birisinin istemesi durumunda, 35 yaşındaki kendi yüzüne bir operasyonla sahip olması, sadece bir kaç saatlik bir operasyonla gerçekleşebiliyor'' diyor.

2027'de torununun gözüyle kendisine bakan Çetin Altan, torununa da, kendi torununun gözüyle baktırmayı da ihmal etmiyor. Herkes, hızlı değişimin ve kendisinden önce gelen kuşağın, dolayısıyla aslında kendisinin de hızla eskimekte olduğunun ve eskimeye de devam edeceğinin, çağdışı(!) kalacağının farkındadır. 

Kitap 1985 yılında yazıldığı ve daha henüz o zamanlar, Sovyetler Birliği de 'yıkılmamış ayakta' olduğundan dolayı, 8 yaşındaki torununun ileride Sovyetler Birliği'nde doktora yapmış bir biyokimyacı olacağını yazması affedilebilir bir öngörüsüzlük...

Yazmanın, 2027 yılında artık arkaik bir uğraş haline geldiğini, ancak kendisinin  'genetik kaynaklı olsa gerek' diye düşünerek, yine de her gün bir kaç sayfa yazma alışkanlığından vazgeçemediğini söylüyor, torun Altan.

Bir de 'zaman tüneli'nden bahsediyor ama ''Daha ona sanırım çok var'' demeyi de ihmal etmiyor. Altan'ın anlatmaya çalıştığı, ''Zaman tüneline girerek, hem geçmişe hem de geleceğe yolculuğun mümkün olması '' durumu. Ancak kitabı günümüzde okuyanların aklına, şimdilerde 'Facebook 'un neredeyse kimse tarafından beğenilmeyen yeni uygulaması, 'Zaman Tüneli'  geliyor muhtemelen. Bilgisayara eski bir kaç fotoğraf yüklemekle, artık nasıl bir zaman tüneli oluyorsa?... 

Arada bir yerlerde, ''Yaşam ortalaması yüz yirmi yaşa doğru çıkınca, seksenlik zamparalar da her yeri kaplamaya başladı'' cümlesi, okuyucuyu uzun uzun güldürüyor.

Çetin Altan, torununun gözünden baktığı 2027 yılında insanoğlunu en çok, geçmişe göre daha çok para kazanmalarına karşın, yaşam kalitesini yükseltememeleriyle eleştiriyor. ''Yapılan araştırmalar, kazanç grafiği ile dünya nimetlerinden yararlanma grafiğinin at başı gitmediğini gösteriyor'' diyor. Eskiden var olan, sermaye-emek çelişisinin yerini zamanla, yaşamasını bilenlerle - bilmeyenler çelişisine bıraktığını yazıyor, üstelik uzay gemilerinde yerçekimsiz aşklar yaşamak fırsatı varken diye de ekliyor.

Bedri Baykam'ın bir kitabında, rüyalarını kaydettiği bir makinesi vardı. Geceleri yatmadan başlığını takar, gece gördüğü rüyaları sabah kalktığında izlerdi. Çetin Altan da Revometri adında 'dilediğin düşü görme makinesi'nden bahsediyor. Ayrıca ''Dünyadan kopuk dünyalılar'' diye kulağa hiç de fena gelmeyen bir başka projesi de var. Bir kısım kızlı erkekli bebeğin, tamamen uzayda ve dünyadaki tüm önyargılardan, olumsuzluklardan uzak olarak yetişmelerine olanak tanıyan bir plan bu. Böylece insanoğlunun, diğerlerinin tecrübeleri ile köreltilen önyargılarının önüne geçilmesi engellenmek isteniyor.

Kalkınma ve gelişme konularına da değiniyor yazar. ''Her kalkınan ülke, gelişiyor diyemeyiz'' demeye getiriyor ki, sanırım yerden göğe kadar haklı. Bugüne kadar hep ''İnsan konuşabilen hayvandır'' denirdi ya, Altan onu da biraz değiştirerek, insanı hayvanlardan ayıran en önemli farkının 'düş kurabilmesi' olduğu şekline getiriyor.

Bilimsel fantaziler kurarken okuru düşünmeye de sevkediyor Altan. Örneğin organ naklinin de ötesine geçerek, yapay organlardan bahsediyor. Laboratuvarlarda üretilebilecek yapay göz, normal gözden 100 kat daha iyi gösterse ve bir amaya takıldığında da, gözünde bir kusuru olmayan birisine göre çok daha iyi görmesi sağlansa ne olur? Göz kusuru olmayanlar için bu olumsuz bir gelişme olmaz mı? O zaman da herkes normal gözünün yerine yapay göz mü taktırır? Güzel sorular sorulabilir, sigaradan bitmiş akciğer yerine yeni akciğer, alkolle mahvedilmiş karaciğer yerine yenisi... Ya sporcuların, yapay kollar ve bacaklarla sağlanan başarıları?...

Telif hakkı konusunda da orjinal fikirleri var yazarın. Gelecekte, bilim insanları ve sanatçılar bu ilginç uygulamalarla haklarını fazlasıyla(!) alıyorlar. Sokakta yürürken, ıslıkla bile olsa keyfini çıkarta çıkarta  bir parçayı çalıyorsanız, en yakın uydudan bu tespit ediliyor ve parçanın telif hakkı anında sizin banka hesabınızdan, bestecinin hesabına otomatik olarak transfer ediliyor. 

Al işte İstanbul'da da, çeşitli semtlerde 1965 yılında Ara Güler ile birlikte yaptıkları gezi notları var. Semtler, surlar, surların içlerindeki sefil yaşamlar, tarihi eserlerin mahzenlerindeki mezbahalarda kaçak kesilen hayvanlar, düzensiz ve pislik içindeki iş yerleri hep o günlerdeki İstanbul'dan manzaralar.

Bu arada belki ilginç bir not olarak, yazarın 'Bir uçtan bir uca' kitabından, babasının dedesinin Kırım'dan göç eden Kıpçak Türkleri'nden arabacı Ahmet Kıpçakskiy olduğunu daha önceden öğrenmişken, bu kitapta da annesinin dedesinin, Yeşiltulumba'daki Rufai dergahının şeyhi 'Kırk anahtarlı Mustafa Efendi' olduğunu notlarımız arasına kaydediyoruz. Konu isimlerden açılmışken, o sıralar milletvekili olan Çetin Altan'ın bir göbek adı olduğu da ortaya çıkıyor, Hüseyin.

Yazar yazdıkça farkediyoruz ki meğer İstanbul'da ne kadar da çok, kiliseden camiye çevrilmiş ibadethane varmış. Ancak burası şimdi yeri olmadığı için, tüm isimleri tek tek dökmeye haliyle gerek yok.

Daha çok yakınlarda, Sunay Akın'ın yeni bir şey bulmuşcasına; İstanbul Galata'da doğan Fransız ozanı Andre Chenier'i, Soykırım yasası nedeniyle gündeme getirip, ilginç hayatını ve fikirlerini söylemekten vazgeçmediği için giyotine gidişini anlattığını anımsayanlar, Çetin Altan'ın bu konuyu 1965 yılında yani yaklaşık yarım asır önce gündeme getirdiğine kitabı okurlarken, şaşkınlıkla şahitlik ediyor olsalar gerek.  

Ara Güler'le yaptığı gezilerden birinde de yolları Kasımpaşa'ya düşer. Fabrikaların, evlerin düzensizliğinden söz ederken,

Sütlüce, Kasımpaşa,

Çapaçul bir kargaşa

diye yazar.

1965 yılında yapılan bu gezi sırasında, günümüzde Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı olan Recep Tayyip Erdoğan da yaklaşık 10-11 yaşlarındadır ve muhtemelen de o sıralarda sokak aralarında bir yerlerde top peşinde koşmaktadır.

''Haliç'in Kasımpaşa kıyısındaki işletmeler, bir keşmekeşin döküntülü itinasızlığı içindeydi. Oysa aynı kıyıda bir de askeri işletmeler var ki, onların görüntleri ise derli toplu, çiçek gibiydi'' der. Altan, ne ilginçtir ki yıllar sonra, o günlerin top peşinde koşan şimdinin Başbakanı'nın elinden, 'Onur Ödülü' alacaktır.

Torun torba sahibi olanların farklı bir bakış açısı yakalayabilmeleri için '2027 Yılının Anıları'nı mutlaka okumaları gerekir diye düşünüyorum. İstanbul'da gezmek için bol zamanı olan Milliyet Blog yazarlarının da, arkadaşlarından birine Ara Güler rolü vererek, kitap ellerinde İstanbul'u gezip, Çetin Altan'ın 1965 yılı gözlemleriyle günümüzü kıyaslayıp, çok tatlı öyküler çıkartabileceklerini düşünüyorum.

İyi okumalar.

 
Toplam blog
: 344
: 1122
Kayıt tarihi
: 22.07.09
 
 

Okur yazarım. Okur yazarlıktan kastım, okuduklarımı yazmamdır ki, bu yazılarımı genellikle 'kitap..