Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Mayıs '08

 
Kategori
Felsefe
 

Aklı ile kendini arayan insan

Aklı ile kendini arayan insan
 

İnsanın kendini aramakta olduğundan bahsededuruyoruz nicedir. Bu bizim özgün bir buluşumuz değil. Bu, gerçeğin kendisine yapılan bir yolculuk ve çile denen şey de buna bitişik. Arayışta aklın kullanımı başlı başına bir soru veya mesele. Çünkü akıl; mattır, donuktur aslında.. Akıl esnek olsaydı insan kendi kendini arar mıydı?

Sokrates, insanı kendini bilmeye teşvik ettiğini, Alexi Carrel'in insanoğlunun sürekli kendini aradığını söylediğini biliyoruz. Türk İslâm bilim adamları bunu zaten biliyor ve işliyorlardı. Aklı bir yere kadar yoldaş edebiliriz, aklın ötesinde esas aranan var!..

Mevlana; “O akıl ki, onun aklı (bağı) vardır, o parça akıl eğer aklından (bağından) kurtulursa tam akıl olur” demiştir. Hani Mevlana deyince akan sular duruyor ya, işte Mevlana bu!

İnsan dışındaki diğer bütün varlıklar madde boyutuyla sınırlı iken, insan dilerse maddi boyutunun ötesine geçebiliyor. Mirac’ta olan budur!

İnsanın açlığı diğer yaratılanlardan (bitki ve hayvanlardan) çok daha farklı, şuurla birleşmiştir, tıpkı oruçta olduğu gibi.

İleriye doğru atılım donanımı sadece insana verilmiştir. İnsana "yaratılanların en şereflisi" denmesinin sebebi kâinatta kendisini sürekli yenilemesidir.

Yaşamak için ileriye atılmak istendiğine ve geriye doğru yaşamak işkence, yani ölüm demek, hayata elveda anlamında birşey olduğuna göre; hayatın gerisinde madde, ilerisinde ruh gerçeği olduğu açık.. İşte insanı insan yapan maddenin zincirini çözüp ruhun engin okyanusuna dalmak arzusudur. En temelde canlılar yaşama isteği ile hayatta kalabilmek için çırpınırken, insan sadece bu dünyada canlı kalabilmek için değil ebedi olarak canlı kalmaya adamış kendini.

ZEKÂ

Zekâ doğuştan, varlığın sırrı çözüldükçe akıl denen melekeyi sonradan kazandığımız bir gerçek.. Sırf akılla hayatımıza yön verirsek eşyalaşır, donuklaşır ve gerçek âlemden habersiz kendimizi daha ölmeden mezara gömmüş oluruz. İnsan olarak aklın da giremeyeceği alanların olduğunu farkedersek maddeye teslim olmadan gerçek anlamda özgürlüğü yakalayarak hem yaratılış sırrının şuuruna varır, hem de maddenin bu şuura varmış ruha giysi olmaktan büyük zevk almasına yardımcı olmuş oluruz. Miraç mucizesi bunun en iyi tipik örneği. Yani Burak adlı maddi araç ruha sarılarak, bu sayede ötelere kanatlanma fırsatı yakalamış. Madde tek başına dünyaya hükmedecek güçte değil, evrende ne olup bittiğini değerlendirecek ruh ikliminden yoksun, çünkü o ruh sadece insanda var.

Her doğan insan zekidir. Çocuk büyüdükçe akıl devreye giriyor, akıl evrende gördükleriyle etki tepki çerçevesinde yoğruldukça şekilleniyor, eşyalaşıyor ve eşyanın diliyle bilgi üretiyor.. Dolayısıyla bu noktada zekânın doğuştan, aklın ise sonradan kazanılmış bir meleke olduğunu söyliyebiliriz. Biri orjinalliği temsil ediyor, diğeri de maddi boyutumuzu. Orjinellikle eşya arasındaki çatışma, zaman zaman akıl ile zekânın çatışmasından doğan yansımalardır aslında.

Zekâmız doğuştan olduğundan cansız âlemden ister istemez ürker, eşyaya bağlı kalmamak için de olanca gücünü kullanarak ruha yönelir, yani aslına. İnsan hayat serüveninde ilerledikçe bunu daha iyi anlıyor, zekâsının robotlaşmasına izin vermeyerek “ben de varım” diyor ve adeta eşyanın zincirlerini bir bir çözerek fizikötesine dalmak arzusunu taşıyor ruhunun derinliklerinde. İşte bu istek doğrultusunda bütün estetik sanatların arka planında objektif akıl değil, zekânın alevlediği subjektif aklın varlığı sezilir. Bu yüzden gerek güzel sanatlarla iştigal olanlarda, gerek yazarçizer insanlarda, gerekse müzisyenlerde ince bir ruh, ince bir romantizmin varlığı gözlerden kaçmaz, son derece narin bir ruh yapıları vardır. Onlar donuk bir akılla sınırlı kalsaydılar şimdiye kadar bunca eser ortaya koyamazlardı, üç boyutun dışına çıkma aşkı, sözkonusu insanlarda ister istemez sanatına, estetiğine yansımakta..

Günümüzde kimi sanatçılar sansar, dahiler şebek rolünde ise eşyanın mat ve soğuk çukurunda çakılı kalmalarındandır. Gerçek sanatçılık, gerçek dahilik eşya karşısında insan sesinin duyulma çilesidir, daha da ötesi mutlak varlığa giden yolu keşfetmek ya da sezmektir.. Aklın sınırlı, kayıtlı olduğunu, bu çabalar sonucu veya bu engin ruh sayesinde farkedilebildi, kayıtsız şartsız ‘Bir’ gerçeği ancak bu duygu ile keşfedildi. Eşyanın mantığı ile bırakın BİRliği kavramayı kendimizi bile anlamakta zorluk çekeriz. Bugün eşyanın verileri ile insan; ya bir robot ya da makine, bilinç; otomatik cihaz, irade ise mekanik aygıt olarak tarifini bulmuş ama bu tanımlar insanın kendi varlığını inkâr etmek anlamını taşıyor oysa.

Eğer insan kendini keşfedecekse, sırf kuru mantıkla okyanusa yelken açmak sevdasından vazgeçmeli. Çünkü mantığın tabiatı gereği bu yeteneği yoktur, okyanusa açılmak sadece ruhta var. Okyanusun dalgalarını aşacak enerji insanın subjektif donanımında gizli. Bırakınız mantık kendi mecrasında yol alsın, habire ruhla çatıştırmak için yangına körükle gidilmesin, aksi takdirde insanı insanlıktan çıkarırsınız. Akla olduğundan fazla değer yüklemek eşyanın tabiatına aykırı zaten.

Miliyet Blog böyle bir devinimin dışavurumu için zemin oluşturmuş durumda. Beni kaale almayanlar gibi benim de kaale almayacağım bir sürü yazar ve yazıları var burada. Ortak yanları, şehirden ve silüetlerden kaçışla iç kasırgalarından haberdar etmek birilerini. Bu ilginç bir tecrübe ve bu kadar renkli ve karmaşık insan yapısı içinde doğru yolu bulabilmek için ayrıca çaba sarfetmek gerekiyor.
Pozitif ilim dediğimiz olay akla misyon yükleme gayretidir. Sırf pozitif ilmi kendimize pusula olarak tayin etmiş olsa idik, artık sen sus, eşya -madde konuşsun, robotlar konuşsun deyip eşyanın emrine amade olmayı tercih edecektik.

Salt akıl melekesi bilincimizin dışa yansıyan çerçevesi, zekâ ise doğuştan olması dolayısıyla içe yönelik penceremiz. Önemli olan bu iki pencereyi bir arada dengede tutabilmektir, gerçek mutluluk maddi ve manevi dengeyi sağlamakla mümkün. İnsan eşya ile sınırlı kaldıkça insanlaşamıyor. Bakın devletler tarihte ortaya kültür medeniyet koyabildi iseler zekaları ile, yani ruhları sayesinde gerçekleştirebildiler. Hep derler ya; medeniyetler madde ile değil manevi ruhla kurulur sözü bunu teyit ediyor.

Allah insanı sırf salt aklı ile evrende başıboş bırakmadı, öyle ki akıl donanımını bizatihi aklın kendisinin de aklını başından alacak şekilde vahiy, hadis ve gönül sultanlarının kelamları ile süsledi ve destekledi. Bu donanım, bu destek olmasaydı akıl çoktan karaya oturmuştu bile. İnsanlık tarih boyunca, kutsal kitaplar, Peygamberlerin sözleri ve Evliyaların sözlerinden aldığı muhabbeti hiçbir kaynaktan alamadı. Hep onların soluğunda vahdet şuuruna erdi, kurtuluş buldu ve böylece Allah’tan gayrı tüm sahte mabudların oyalamaca, yahut yutturulmuş olduklarını fark etti.

BİLGİ

Maddeyi bir derece olsa manaya dönüştürmenin adıdır bilgi.. İnsanın yaratılanlardan ayıran belki de en belirgin farkı maddeye anlam katmasıdır, maddeyi ifadelendirmesidir, subjektifleştirmesidir..

Bilgi; objektif, subjektif ve mutlak bilgi diye tasnif edilir. Objektif bilgiler eşyanın dış kısmını, subjektif bilgiler maddi dünyamızın içini oluşturur. Mutlak bilgi insan fevkinin üstünde Allah’a ait zaten.

Necip Fazıl’ın Abdül Hakim el Arvasiye bağlılığından dolayı ne güzel ifade etmiş; “aynaya baktım hani kendim, hep seni gördüm benim Efendim” diye geçen dizelerde hem kendini tanıma hem de kendini aşma çabası görülür. Aynada mutlak hakikati aramak da var, ötelerin en yakıcı gerçeği olan Allah’ın varlığına en iyi ayine aynadır elbette. Objektif ve subjektif veriler yaratıcı değillerdir şüphesiz, onlar ancak Allah’dan gelen mesaj ve tecelli daireleridir. Bu tecelli daireleri ile Allah’a yakınlığımız artıyor, mutlak varlığın şuuruna varıyoruz böylece. Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde sakınacak bir kavim için elbet birçok ayetler vardır (Yunus, 6) ayeti celilesi teyit ediyor zaten.

İnsanoğlu binlerce yıldan beri hep kendini eksik hissediyor, bunca teknolojik doruğa rağmen insan kendi kendine hala “hamdım, yandım, piştim, kemale erdim” deyip noktayı koyamadı Hacı Bektaş-ı Veli misali.. “Bunca çaba yeter” diyemedi. Her yenilik yeni bilgi açlıklarını doğuruyor üstelik insan elde ettiği birikimi ile kendi vücut kafesinin kendine dar geldiğinin şuuruna varıyor zaman geçtikçe. Şuurumuzla artık biyolojik yapımızın yetersizliğini de idrak ediyoruz.

Zekâ canlıda içgüdü ile isimlendirilmekte, ama yetersiz adlandırma, hele hele insan dışındaki canlılar için içgüdüden ziyade dış güdü dense daha isabetli olur. Minarellere akıl izafe edilecekse mekanizm (atom içerisindeki elektronların seyreylemesi gibi) ile ancak anlamlandırabiliriz, bitkilerde tropizim (ışığa yönelmek gibi), hayvanlarda içgüdü halinde yansımaktadır izafi akıl. İnsanda ise akıl şuur olarak ortaya çıkıyor.

Canlı cansız adeta yok olmamak için çırpınıyoruz. Çırpınırken de kendi altımızda olanları kemirerek var olmaya çalışıyoruz. Alt ve üst birimler arasındaki bu sömürme aslında birbirlerinin ihtiyacının gidermeye matuf yardımlaşmadır. İnsan ölümsüz olsaydı yaşama endişesine kapılmayacaktı. Aslolan ölüm endişesi değil, ölümün şuuruna varmak olsa gerek..
Akıl beş duyumuzun kaydettiği bilgileri harmanlıyarak sonuca varır hep.

KALP

Yorumlama işi akıla ait bir meleke olup, bilgiyi üreten kalptir. Beyin beş duyumuzun bilgilerini kaydedip ekran görevi yapar, bir nevi yazılı olanları akıl vasıtasıyla aktarır adeta. Sanıldığının aksine bilgiyi üreten akıl değil kalptir. Kalp; göz ve kulak gibi organlarımıza sürekli duygu salar. İşte bu salınmanın yansıması denilen olgunun aklın yorumlama süzgecinden geçerek beyin üzerinden eyleme dönüşmesi olayının adıdır bilgi. Bazen duygulandığımızda gözyaşımıza sahip olamayız, niye acaba? Çünkü gözyaşı kalbin otoritesiyle salgılanır, beyin mekanizmasında sahne alır adeta... Kendi aramızda konuşurken deriz ya; benim altıncı hissim kuvvetli. Altıncı his derken önsezimizin varlığına işaret ederiz oysa. Önsezi bazen iç sıkıntı ya da neşe şeklinde yansır. İşte kalbe ait önemli bir unsuru ortaya koyuyoruz ki onun adı da: önsezi gerçeğidir. Beyne yazılmamış duygular ya da hisler kalp karargâhında üretilir hep. Kalp duygu seli ile aynı zamanda sevgi denilen iksiri de gizliyor bağrında. Sevgi iksirinin kalp tarafından salgılanması sayesinde beyinde yazıya dönüşmesi sonucunda dilimizle veya vücut dilimizle sevgimizi karşımızdaki varlığa ilan etmiş oluyoruz. Gönlümüzün dile gelmesi kalp sayesinde gerçekleşir bu yüzden. Demek ki; direk olarak bilgi üreten merkez kalp, bilgisayar belleğinde yorumlayan ise akıldır.

Dikkat edin Kur’an doğrudan akla hitap etmez hep kalbe seslenir. Çünkü vahyi ancak kalp anlar. Evrende algıladıklarımız herşey zıddı ile bilinir kuralı sayesinde gerçekleşir. Mukayese yaparak bilgi ediniriz. Oysa Allah’ın zıddı olmadığından, akıl Yaratanı kavramaktan acizdir, O’nu kalp hisseder ve ‘amenna saddak ‘ der. Ki Allahü Teala; Sanat şaheserim olan bu kalbe imza atım. O’nu imanla ve sevgiyle doldurmazsanız mühürlerim buyuruyor. Hatta Alemlerin Rabbi; “Yere göğe sığmam Mü’min kulumun kalbine sığarım” diyerek bu manaya işaret etmiştir.

Bir sürü yeni ekleme, sadeleştirme ve ekleme ile asıl kaynağın mesajına bağlı olarak bir hayli değiştirilen bu yazı umarım şimdi geçer MB denetiminden. Çünkü bu konuda doğru bilgiye muhtaç sınırlı sayıda da olsa okur var ve bu yazı onlara hitap ediyor.

Onların dışında kalan ama bu yazıyla buluşmalarında büyük fayda gördüğüm daha büyük bir kitle, siz onları oyunda ve oynaşta görseniz de benzeri bunalımlar içinde debeleniyor. Beyazid-i Bistami "aramakla bulunmaz, ama bulanlar arayanlardır" demişti. Belki bulunacak yer pekçokları için bu MB olacak.


Bu yazı için Alperen GÜRBÜZER’in aynı adlı yazısından yararlanılmıştır.

 
Toplam blog
: 84
: 1808
Kayıt tarihi
: 28.04.08
 
 

Elektrik mühendisi, "öğretimci", 2 çocuk babası, aslen Kuzey Kafkasyalı, Türk ve Türk'e dair olan..