Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Aralık '07

 
Kategori
Bayramlar
 

Baba evinde bayram

Baba evinde bayram
 

Arife günü öğleden sonrası resmi tatildi. Erkenden yola çıkabileceğimizi düşünüyordum. Hele iş yerinden bir saat önce çıkınca, saat ikide yola çıkabileceğimize kesin gözüyle baktım. Erken çıktığımı söylemek için oğlumu aradım, arkadaşlarıyla Alsancak’taydı ve bana anlatmak istemediği “o iş” olmadığı için erken gelebileceğini söyleyince sevindim. Söylediği saatte gelmeyince de aradım, bu sefer; “ne acelemiz var” diyordu. Haklıydı belki de, araba ile gidecektik ama yolcu yolunda gerekti. Yine de yola planladığımdan bir saat daha geç çıkabildik. Arabaya bindim, dikiz aynasını ayarlıyorum, aaa, ayna elimde kaldı. Oğlum koşarak evdeki yapıştırıcıları alıp getirdi; üçü de işe yaramadı. Yola koyulduk mecburen ya bir şeyin varlığına alışınca, yokluğuna “alışmak” da zor oluyormuş.

Aksilik bu kadarla kalmadı ama. Araba kullandığım ilk yıllarda, acemiyim, ne olur ne olmaz diye hemen Üçkuyular’dan, İzmir-Aydın Otobanı’na çıkıyorum. Araba sürmeyi öğrendikçe, yol güzergÂhım da değişti; Limontepe’den, derken artık Uzundere’den otobana çıkıyorum. Bu güne kadar Uzundere’de kurulan pazaryeri nedeniyle, yayalara yol verip oyalanmamın dışında ki bu da sayılmaz, “insan” önceliklidir, üzmedi beni bu yol. Ama bu sefer öyle olmadı. Uzundere’de bayram önü “hayvan” pazarı kurulmuştu ve trafik inanılmazdı! Sanırım biraz da benim gibi bu saatte aynı yolu kullanalar artmıştı. On dakika bile sürmeyen yolu yarım saatte zor bitirdik. Son on dakika çabuk geçti neyse ki; bir arkadaşım telefon açmıştı, bir güzel sohbet ettik onunla. Hiç kızmayın öyle, oğlum tuttu telefonu kulağıma; “evlat hakkı”mı kullandım. Aslında benim tutmamamın bir mahzuru yoktu, çok yavaştı trafik ama oğluma “kötü örnek” olmak istemedim. Çünkü bu tarz şeyleri asla atlamıyordu velet.

Sonunda otobana çıktığıma ve arabanın hızının yüz kilometreyi aştığına inanamadım. O inanmazlıkla yolda dinlemek için ayırdığım kaseti; Ahmet Kaya şarkılarını dinlemeyi unutuyordum az daha. Dördüncü şarkıyı tuttum hemen; “Ağlayacağım, ağlayacağım yeter ki gül sen” diyordu. Güldüm ben de. Böyle biri yoktu ki! Şarkı bu, ne çıkarsa bahtına. Güzeldi ama sevgiyi anlatışı güzeldi, sevdiğim şarkılarından biriydi. İki şarkı sonra İzmir’i Aydın’a bağlayan Selatin Tüneli’ne girdiğimde ise, yeni başlayan şarkının tınısı, yüreğime dokunuverdi. Bir gece önce de aynı duyguyu yaşamıştım, “Yakarım Geceleri” diyordu.

“Bu aşkın nüshası rüzgârlarda, aslı bende kalacak
Bizi hasret saracak bulutlar çıldıracak
Ayrılık başımı döndürüyor kavuşmayı özlettin
İntiharlar kuşandım bu aşkı sen kirlettin
Geçtim borandan kardan yitirdim bahçeleri
Ellerini tutmadım yar yatamam geceleri
Bu aşkın nüshası rüzgârlarda kahrı bende kalacak
Sende ihanet gülüm bende matem kalacak
Bu aşkın efkârı şarkılarda yüzün bende solacak
Bizi zaman yenecek ve anılar kalacak
Geçtim borandan kardan yitirdim bahçeleri
Ellerini tutmazsam gülüm yakarım geceleri”

Tünel ne zaman bitti anlamadım ya, aydınlığa çıktığımda şarkının nakaratı devam ediyordu. Ve masmavi bir gökyüzü seriliverdi gözlerimin önüne; durur muyum, mavileniverdim ben de. Savrulan maviliklerime takılıp kalan sürücüleri o hızla sollayıverdim. Ve akşamın alacasında evdeyim; baba evinde. Annem evde yok, babam zaten derin mavilerde. Yok, kötü bir sürpriz değildi; benim yola çıktığım saatlerde, her yıl kayınlarıyla ortak dana kesen ablamlarla, Davutlar’a gitmişti ilk kez. Bayram sabahı, kurbanı orada kesip geleceklerdi. Evin anahtarı ise alt komşudaydı.

Baba evine gelip de kışın ortasında soğuk bir eve girmek, kendi yemeğimi hazırlamak bir zor geldi sormayın(!) Oğlum sobayı yaktı, ben yemeği hazırladım, yani ısıttım annemin yaptıklarını, bir “pilav” yapamamıştı ya, neyse artık. Oğluşumla karnımızı doyurur doyurmaz annemin olmayışını fırsat bilerek hemen Şevketim arkadaşımı aradım, nöbetçiydi. Yerini tarif etti, oğlumu sıcacık odada televizyonla baş başa bırakıp fırladım. İki saat nasıl geçti anlamadım; anlamadık. Öyle çok konuştuk, öyle çok güldük ki! Sonra güncelerime bakmak için aşağıya indik ve nöbetteki teknisyen kıza da bulaştırdık keyfimizi. “Bak, nasıl da güzel yazmışım” derken, arkadaşım “bırak da biz söyleyelim onu” diyordu. Kim dinler onu, ben kıza hevesle anlatıyor ve mavilerimi bulaştırıyordum sezdirmeden. Arkadaşım beni uğurlarken, “hiçbir gecem böyle geçmedi, biz sakin sakin tutardık nöbetimizi” diyordu gülerek, teknisyen kız da “evet” anlamına başını sallıyordu. Arkadaşımın nöbet tuttuğu yer, bir “özel dal” hastanesiydi ve ikisinden başkası yoktu nöbette.

Baba evine geldiğimde, sıcacıktı, soba evi iyi ısıtmıştı, oğluşumu da. Fırsatı kaçırmadım, kestaneleri dizdim hemen üzerine, elim yana yana çevirdim, bir güzel közledim. Vee, keyifle yedim. Oğlum istemedi nedense, ben de mecburen hepsini yedim. Pek güzeldi kestaneler pek. Biliyorum, “sobada başka olur” diyorsunuz. Hayır; babamın hayata kapadığı gözlerindeki o maviler eksilse de, geride bıraktığı, “baba evinin” maviliğindendi kestane tadının güzelliği.

Bayramın ilk günü, öğleye doğru uyanabilen oğluşum kahvaltısını yaptıktan çok sonra gelebildi annemler; onların da “dana” sı kaçmış! Hemen bir telaşla yere oturuldu, et kesmek için gerekenler hazırlandı ve önce dağıtmak üzere “paylar” ayrıldı, sonra üç koldan etlerle saatlerce cebelleşildi. Oğlum da et doğradı; "hadi sen de öğren" demişti anneannesi. Koca bir tencere kavurma ocağa konduğunda ise sıra oğluşumun diğer “görevlerine” gelmişti; sobaya atması kolay olsun diye, küçük naylon torbalara kömür doldurup, kömürlükten eve taşıdı, banyonun bir köşesine yığdı, çöpleri döktü, kıyma yaptırmak üzere kasaba gitti... Ve sonunda akşamüzeri, kavurmayı hakkıyla ve keyifle yedi. Yorgunluk kahveleri ve bulaşıkları yıkamak bana kalmıştı; ne de olsa o gün evin "küçük kız"ı bendim. Telefonlara da ben bakmıştım; “Buyrun Gürol malikanesi” diyerek. Beni tanımayanlar şaşkın bir şekilde annemi istiyorlardı ne dediğimi anlamadan ama tanıyanlarla ve akrabalarla pek güzel eğleniyorduk. Bu arada gelen misafirlere annemin direktifleriyle şeker ve kolonya tutma işi de benimdi tabi ki.

Akşama ablam közledi bu sefer kestaneleri, alt komşumuz geldiğinde ise sevgiyle demlediğim çayları içiyorduk. Akşam bitiverdi ya da yorulmuştuk bize öyle geldi, biraz erken yattık. Yatacağım odadaki klimayı annem erkenden çalıştırıp odayı ısıtmıştı; her zamanki gibi ve yatağın içindeki elektrikli battaniyeyi çalıştırmıştı; bir gece önce unutmuştum bunları da üşümüştüm yattığımda. Oğlumu sobalı odada yatırmıştım; hem televizyon seyrediyordu hem de üşümesin istemiştim.

Bayramın ikinci gününde, erkek kardeşim geldi Fethiye’den, iki oğluyla. Ve ev daha bir doluverdi. Nasıl da sıkıştırdım, özellikle küçük olanı; üç buçuk yaşındaydı ve nasıl tatlıydı bilseniz; kırlangıç gibiydi bıcır bıcır konuşmalarıyla ve uçarmış gibi koşuşturmalarıyla. Umut’umuzdu bizim o, abisinin Görkem’liğinden sonra gelen Umut. Telefonlara, koşarak o bakıyordu artık. “Annemi ne yapıcan hala?” diyordu ablama, telefonu kimseye vermek istemeyerek. Yine de bir ara “evimize gidelim” diye tutturdu. “şimdi gidemeyiz” diyen babasını sorguladı “Ne zaman gideceğiz?” diye ve babasının “Yatcaz kalkcaz, yatcaz kalkcaz gitcez” deyişini anlayıp sustu. Oysa ertesi gün gideceklerdi. Görkem’i de sıkıştırmayı unutmadım bu arada. Biraz zordu onu sıkıştırmak, dokuz yaşında ve minik bir “dana” tombişliğindeydi, Umut’un o kucağa sığan minikliğinin, yumuşaklığının aksine. Onu da kızdırdım her zamanki gibi; “senin gerçek halan benim, bak serçe parmağın tıpkı benim serçe parmağım gibi; kırıkmış gibi duruyor” diyerek. Biraz büyüdü ya artık itiraz etmekten çok, parmakların benzerliğiyle ilgileniyordu. Ve bu “serçe parmak” babamdan bana özel bir hatıraydı; onun “gerçek” evladı bendim...

Akşamüzeri çay içmeden olmazdı, bu sefer mısır patlattım yanına. Umut’um nasıl da güzel yedi bilseniz! Ablam nasılsa, etrafa dağılan mısırlara kızmadı. Akşama da onlara gittik, alt sokaktaydılar zaten. Ben de ablamda misafirken ve yılın en uzun gecesinde, “uzun uzun” “mavilerimi” ördüm. Mavilerimi yazıya dökmekten, örmeye fırsat bulamıyordum son zamanlarda.

Üçüncü gün, kız kardeşimi bekleyemedik, o bu yıl üniversite sınavına girecek olan kızını; Hazar’ımızı fazla yalnız bırakmak istememiş, baba evine, bayramın üçüncü gününün akşamında gelip, ertesi gün dönmeyi planlamıştı. Ben de oğlum hiç ders çalışmadığı için erken dönmek istemiştim, bir yanım eksik kaldı. Komşu ziyaretlerinden sonra, yola çıkmadan önce, bir başka eksilenimizin, “Tolga Abi” mizin yanına gittik. Biz ilk gün de gitmiştik oğlumla. Umut’a, Tolga Abi’nin nerede olduğunu anlatmakta zorlandık. Çiçekler koydu yine de toprağına anlar anlamaz. En son “bak, gökyüzünde o” dedim mavileri göstererek; anladı(.)

Kardeşimle vedalaştık orada ve ayrıldık. Biz bu yana, kardeşim öte yana. En derin maviler acıtsa da yüreğimi...topladığım maviliklerle döndüm şehrime. Yol boyu, kasetçaların sesini açıp iyice, bağıra bağıra eşlik ettim şarkılara. Oğlum önceleri çaldığım şarkılara itiraz ettiğinde, “şoför ne isterse o dinlenecek” diyerek demokratik bir şekilde susturuyordum ama artık o dayısının hediye ettiği MP4 çalarıyla istediği müziği dinleyebiliyordu; teknoloji böyle bir lüks sunuyordu bize.

Gariptir, tünele girdiğimde gelirken dinlediğim aynı şarkı çalıyordu, güldüm kendi kendime. Bu da neyin nesiydi böyle, anlayamadım. Her şeyi anlamam gerekmiyordu belki de... Ben de “boşverrr” deyip, bir an önce evime ulaşmak üzere gaza bastım; özellikle İstanbul plakalı arabaları sollayıp, sürücülerini kahır ederek.

Unutmadan, kız kardeşim de, Aydın’a gelmişken, pazar günü “el öpmeye” İzmir’e geldi. Eksiğim tamamlanmıştı... Yaşadıkça, yaşandıkça bu mümkündü evet de...

Sevgiler, en derin mavilerle...

 
Toplam blog
: 210
: 3227
Kayıt tarihi
: 29.03.07
 
 

Yazmak... Öyle güzel, öyle hoş ve öyle derin bir eylem ki!.. Olmazları bile oldurabiliyorsun. "Ke..