Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Ağustos '06

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Bravooo, bravooo

Bravooo, bravooo
 

On beş saattir ayaktaydı. Sabah yedide evden çıkabilmek için altıda kalkmıştı. Uykusu tam kanmış sayılmazdı ama kalkmak zorundaydı. Bir küçük büfesi vardı. Erken açması gerekiyordu dükkanını.

Emekli olmuştu ama bir dikili ağacı bile yoktu. Normal maaşla normal bir hayat yaşamaya kalkınca, bazıları gibi sağdan, soldan, köyden takviye de göremeyince, bir birikim elde edememişti.

Gerçi en baştan beri çalışmayı çok severdi. Emekli olduktan sonra kahve köşelerinde pinekleyenlere kızar, insan sağlığı elverdiği sürece ölünceye kadar çalışmalı, derdi.

Liseye gidebilmek için çalışmak zorundaydı. On dört on beş yaşlarında kendi ekmeğini kazanmaya başlamıştı. Üniversiteyi bitirinceye kadar çalışmaya devam etti.

Arkadaşları hayata yeni başlarken, o on yıllık bir çalışma geçmişine sahipti. Hayat dediğin nedir ki, günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovaladı. Biraz geç de olsa karşısına çıkan sevdiği bir hanımla evlendi. Ertesi yıl emekliliği hak etmişti. Hem emekli maaşı alır hem başka bir iş yaparım, biraz daha imkânlarım iyi olur diye düşündü ve işten ayrıldı.

Ticaret biraz bilgi, biraz şans, biraz uyanıklık isteyen bir iş. Adam dürüstlük adına bazı şeyleri başarmaktan uzaktı. Üstüne bir de başbakanın kafasında "anayasa" krizi patlayınca olanlar oldu.

Bir süre emekli maaşına talim etti. Ama bir çocukları vardı. Hayat devam ediyordu. Her şey ihtiyaçtı. Cep telefonu, bilgisayar, adsl, ipod, ayakkabı, tatil, vs. vs.

Ortalık biraz durulur gibi olunca ufaktan yeni bir işe başlamayı düşündü. Büfe gibi bir şey açsa belki iş yapardı. Hani hep denir ya, "Yiyecek her zaman iş yapar. İnsanlar her şeyden kısarlar, yiyeceklerini kısmazlar."

İlk birkaç ay iyiye doğru gitti işler. Sonra biri Danıştay'a bomba attı. Sanki patlama adamın büfesinde olmuştu. Bıçak gibi kesildi işler.

Derken sıcaklar bastırdı. Okullar, yurtlar kapandı, insanlar İstanbul'u terkedip sayfiye yerlerinin ya da köylerinin yolunu tuttular. PKK da her gün bir iki askeri şehit edip ufak ufak terör estirmeye başladı.

Bu tip olayların ticarete bu kadar etkisi olduğunu hiç bilmiyordu. Siftahsız dükkan kapattık diyen esnafın halini gazetelerde okur ama, böylesine bir gerçeğin farkında değildi.

Bir işçisi vardı. Büfenin açıldığının haftasında SSK'dan biri gelmiş, onu zorunlu olarak sigorta ettirmişti. Kira, malzeme giderleri, demirbaş ve ekipmanlar hep masraf kapısıydı. Zarar şimdiden epey yükselmişti. Ama buna rağmen ödemesi gereken vergilerin de maşallahı bulunuyordu.

Şu yaz bitsin, sezon biraz rahatlasın, inşaallah ödenir hepsi diyordu. O arada elektrik idaresinden aradılar. Geçen ay ödenmeyen faturadan dolayı elektriğin kesilebileceğinden söz ettiler. Neredeyse bütün âletlerin elektrikle çalıştığı bir büfede cereyanın kesilmesi, işlerin durması demekti.

Gidip kredi kartlarından nakit çekerek elektrik parasını ödedi. Bir yandan kartlardaki borcun açılmasına üzülüyor, bir yandan işyerinin çalışamama tehlikesinden şimdilik kurtulduğuna seviniyordu.

Eve telefon edip neye ihtiyaçları olduğunu sordu. Gidip marketten kredi kartıyla evin eksiklerini aldı. Yorgun argın işte bu duygularla gelmişti evine.

Kapıyı tıkladı birkaç kez ama kimseye duyuramadı sesini. Oldukça yüksek bir volumle içeriden televizyonun sesi geliyordu... Zili çaldı. Nihayet açıldı kapı.

Kapı açılır almaz televizyonun sesi daha da yüksek ve net gelmeye başladı. Bir göbek havası çalınıyordu. Az sonra müzik durdu ve bir alkış koptu. Bravo, bravo diye haykırıyorlardı. Bir Roman bayan, gösterisini tamamlamıştı. Jüri onu öve öve bitiremiyordu.

Konuşmanın sonunda tekrar bravo sesleri yükseldi. Seyirciler de buna katıldılar.

Adam odanın ortasında âdeta dondu kaldı. Otuz yılı aşkın zamandan beri çalışıyordu. Kendi çapında iyi kötü başarıları olmuştu. Zamanında özellikle yeni kuruluş aşamasındaki firma ve kurumlarda, geç saatlere kadar deliler gibi çalışmış, yanında çalışanların mesailerini bile yerine göre cebinden ödemişti.

Ayrılırken birçoğundan ufak tefek problemlerle ayrıldı. En son emekli olduğu kurumdan ona doğru dürüst bir teşekkür bile etmemişler, bir plaket bile vermememişlerdi. O kadar yıl başarısını hiç kimse ayakta alkışlamamıştı. Bravo bravo diye bağıranları hiç olmamıştı.

Her şeyden öteye zor şartlarda çocuk yaştan itibaren kendini geçindirmeyi, üniversiteyi bitirmeyi, hayatı kazasız belasız atlatmayı, evlenmeyi, bir çocuk sahibi olmayı, kimseye muhtaç olmadan evini idare etmeyi başarmıştı.

Ama hiç ayakta alkışlanmamış, bravo, bravo diye taltif edilmemişti. Şu televizyonda iki göbek atmak, demek çok daha önemli bir şeydi. Alkışlanacak kadar, bravo diye bağıralacak kadar...

Şaşkınlığını üstünden atıp elindeki torbaları mutfağa bıraktı. Eşi gelip ona sarıldı. "Nasılsın hayatım, günün nasıl geçti?" diye sordu. "İyi geçti iyi geçti, çok iyi geçti" dedi adam.

O an gerçekten her şeyi unutmuştu.

Peki biz ne yapalım?

Alkışlanmayı hak eden bunca dürüst insan, fedakâr bu kadar ana-baba, sayısız adsız kahraman, bilimde, fende, edebiyatta, sanatta ne gerçek starlar varken, yaptığı bir iki figüre bayılıp, sana, bana, bize zerre kadar faydası olmayan bir gacının önünde eğilerek onu baş tacı mı edelim?

Sorması kolay, cevaplaması zor bir soru oldu galiba...

 
Toplam blog
: 859
: 979
Kayıt tarihi
: 21.06.06
 
 

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, ekonomik..