Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Mart '08

 
Kategori
Tarih
 

Çanakkale Zaferi'ni haklı bir gururla kutlarken!

Çanakkale Zaferi'ni haklı bir gururla kutlarken!
 

Gürleyen toplar, haklı ve onurlu bir direnişin haykırışıydı!


18 mart ulusal bayram günü olmalı mıydı?

Yaklaşık iki yıl kadar önce ( 31 Mayıs 2006 ), mevcut iktidar partisinin bir Milletvekili'nin Türkiye Büyük Millet
Meclisi'ne (TBMM) verdiği bir yasa değişikliği önergesi söz konusu olmuştu. Bu önerge ile; 18 Mart Çanakkale Zaferi ve Şehitleri Günü ile, 12 Mart İstiklal Marşı'nın Kabulü'nün aynı coşku ile kutlanması amacıyla, Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkındaki Kanun'da değişiklik yapılarak, bu günün de resmi ulusal bayramlarımız arasında yer alması ve bir gün (18 Mart) resmi tatil olması amaçlanmaktaydı. Bazı basın-yayın organları ile bazı internet sitelerinde yasanın kabul edildiği yönündeki haberlere karşın arkası gelmedi, doğruluğu kesinleşmedi. Bizlerde şimdilik 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı, 30 Ağustos Zafer Bayramı ve 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'ndan oluşan dört resmi ulusal bayramımızla toplumsal yaşamımıza devam etmekteyiz. Diğer taraftan, son üç hafta içinde, bu konudaki (resmi tatil ve bayram olduğu yolunda) eski haberlerin yine de bazı internet sitelerinde yer aldığına ve " e-ileti " olarak postalandıklarına tanık olduk. Küresel sistemin, bazı alanlarda piyasalar aracılığıyla ülkemize de yansıyan ağır çalışma koşulları altında; yorgun, argın, yarı şaşkın hatta bazı durumlarda ruhsal ve zihinsel travma altında çırpınan çalışanlara " Oh...Ne güzel, bir gün daha resmi tatil..." yanılsaması içerisinde, adeta yorgun hafızalara tatlı bir yem işleviyle dolaşan bu haberin göründüğü buz dağının altında neler saklı olabilir? Acaba onu tam olarak görebiliyor muyuz?

Ortada, her zaman olabilecekken, aradan geçen onca zamanda olmayan ya da yapılmayan fakat bugünlerde olan ( ya da oldurulmaya, yapılmaya çalışılan ) bir şey varsa eğer, işte o zaman "Neden ?"sorusunu sormak ve buzdağının görünen yüzünün ( sekiz veya on kat olan ) altını da araştırmak gerek. Satırın yanı sıra, daha çok aralarını okuyarak!


Ulusal resmi bayramlara ilişkin hafızamızı yaşanıp kaybolanlar anlamında biraz yoklayacak olursak; 1 Mayıs "İşçi"-“Bahar Bayramı” ile 27 Mayıs “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” nın daha önceki dönemlerde konulup da kaldırılan bayramlar arasında yer aldığını anımsarız ( Bir de “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” nun kabul edildiği günün anısına, 4760 Sayılı “Toprak Bayramı Kanunu”na göre, ilginç bir şekilde, 11 Haziran’ı takip eden ilk Pazar gününü resmi bayram ve tatil ilan eden düzenlenme ile de, 1945 yılında kabul edilen bir resmi bayramımız daha mevcuttur).

Cumhuriyet dönemi Resmi Bayramlarımıza mahiyetleri itibariyle baktığımızda; hepsi de yüce önder Mustafa Kemal’in eylemli bir şekilde içinde olduğu ve 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkış ile başlayıp Cumhuriyetin ilanı ile sonuçlanan efsanevi mücadelenin aşamalarını içermektedir. Çanakkale’de de hiç şüphesiz o müthiş azmi, iradesi ve askeri dehası ile “O” da vardır ( hatta asıl ününü “Sarı Paşa” olarak bu savaşlara da borçludur ). Bu zafer onurlu tarihimizin anlamlı bir parçası olsa da; o aslında Birinci Dünya Savaşı yıllarındaki can çekişen bir Osmanlı imparatorluğu başarısıdır. Doğrudan doğruya Cumhuriyetimize ya da ona giden yola adanmış bir başarı değildir.

Bilindiği üzere Çanakkale Savaşı, I. Dünya Savaşı sırasında, 1915-1916 yılları arasında, Gelibolu Yarımadasında Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında yapılan deniz ve kara savaşlarıdır. İtilaf Devletleri; Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti konumundaki İstanbul'u alarak boğazların kontrolünü ele geçirmek, Rusya’ya güvenli bir tarımsal ve askeri ticaret yolu açmak, Almanya'nın müttefiklerinden birini savaş dışı bırakarak İttifak Devletlerini zayıflatmak amaçları ile, ilk hedef olarak Çanakkale Boğazı'na girmişlerdir. Ancak saldırıları başarısız olmuş, her iki tarafın da çok ağır kayıplar vermesi sonucunda İtilaf Devletleri geri çekilmişlerdir. Gerçi Osmanlı'nın sürekli hatalar içindeki dış politikası ve yorgun savunma gücü İstanbul'un işgalini önleyememiş, saltanatın başkenti, bilindiği üzere Çanakkale Zaferinden üç yıl sekiz ay sonra, 13 Kasım 1918'de İtilaf Devletlerinin denetimi altına girmiş, 16 Mart 1920 tarihinde de fiilen işgal edilerek -6 Ekim 1923 tarihine kadar  üç buçuk yıl süreyle- işgal altında kalmıştır. Sonrasında, Ulu Önder'in söylediği gibi "...geldikleri gibi gitmişlerdir..." . Eğer İtilaf Devletleri boğazları geçip Çarlık Rus yası'na ulaşabilselerdi; belki de 1917'deki Bolşevik (Ekim) Devrimi başarısız olabilecek, bu durumda da izleyen yıllarda dünya tarihi çok farklı bir seyir içine girebilecekti. Olayın bu tarihsel boyutu da çok önemlidir.

Çanakkale Savaşları, ilgili bütün ulusları derinden etkilemiştir. Avustralya ve Yeni Zelanda'da Anzak Günü adıyla her yıl düzenli bir seremoni tekrarlanır. Ayrıca Avustralyalı ve Yeni Zelandalılar o gün toplanarak Gelibolu Yarımadası'ndaki Anzakların (ANZAC: Australian and New Zeland Army Corps ) çıkartma yaptıkları Anzak Koyu’na gelerek atalarının savaştıkları bu yeri ziyaret ederler.

Bu savaşlarda İtilaf subaylarının bile takdirini toplayarak yıldızı parlayan Mustafa Kemal, sekiz yıl sonra Ulusal Kurtuluş Savaşımız’ da ulusuna önderlik edecek ve savaş sonunda kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı da seçilerek, kaderini değiştirdiği ulusunun başında olacaktır.

Ulusal Bayramlarımızın genel çizgisinden yukarıda değindiğim mahiyette bir sapma izlenimi yaratan ayrıca Cumhuriyetimizin Osmanlı'dan "radikal bir kopuş" mu ( ki kuruluş ideolojisi bu durumu benimsemiştir ) yoksa "sürükleniş" mi olduğu yolundaki bilinen tartışmalara da yaldızlı davetiyeler çıkaran “18 Mart Çanakkale Zaferi ve Şehitleri Anma Günü bayramı girişimi, diğer ve daha güncel bir yönüyle Yeni Osmanlıcılık kaygılarını besler bir görünüm de arz etmektedir. Bu çerçevede, kökeni oluşturması nedeniyle "pax romana" dan esinlenerek türetilmiş olan "Osmanlıcılık" (ya da "pax ottaman") kavramını kısaca anımsamak gerekirse; bu kavram, Osmanlı barışı anlamına gelir ve Osmanlı'nın güçlü olduğu dönemlerde sahip olduğu otorite ve ikna yeteneği ile, hinterlandını oluşturan coğrafyada yönetme, savaşa ve barışa karar verme yetkisini içerir.

Türkiye'de siyasal akımları inceleyen tüm araştırmalar, geleneği bulunan üç ana damardan söz ederler: İslamcılık, Milliyetçilik ve Batıcılık. Yirminci yüzyılın başlarında, henüz imparatorluklar çağının sürdüğü dönemde kuşkusuz bu akımların hem içerikleri hem de bu akımların içinde yer almış olan isimler günümüzdeki profillerinden hayli farklıdır. Konuyla ilgili araştırmalara bakıldığında, bunun en önemli nedeni, söz konusu akımların bugünkü anlamlarının geriye doğru yürütülüyor olmasıdır. Sözgelimi bugün " Yeni Osmanlıcılık " olarak boy gösteren fikrin, Büyük Ortadoğu Projesi ile kurduğu politik bağlara ve bu projeye Osmanlı bağlamındaki yakıştırmaya bakınca, bu fikri hangi ana damarın içine yerleştirebileceğimize karar vermekte güçlük çekebiliriz. ABD öncülüğündeki Batı ile olan iç içeliğine ve stratejik denklemi itibariyle, dost ve düşman olarak konumlandırdığı ülkelere bakınca, onun safkan bir Batıcı akım olduğu söylenebilir. Ortadoğu ve İslam dünyasının diğer bölgelerindeki sorunlara duyduğu ilgiye bakınca ise, İslamcılık kırması bir akım olabileceğinden söz edilebilir. Türkiye'nin özellikle Ortadoğu ve onun daha Doğusuna yönelik "güç yansıtma " olgusuna dair yaklaşımlarına bakınca da, tartışmasız milliyetçi bir fikir olduğunu düşünebiliriz.

"Yeni Osmanlıcılık"ın, İslamcılığın başlangıç dayanaklarına benzettiği çıkış analizlerinde; Cumhuriyet Türkiye'sinin birdenbire ortaya çıkmış bir devlet olmadığı ( "sürükleniş tezi" ), öyleyse üzerinde bin yıldır Müslüman milletlerin yaşadığı Anadolu topraklarının tarihsel, kültürel ve stratejik mirasına yaslanmak gerektiği düşüncesi esaslı bir yer tutmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, birdenbire beliren ve köksüz bir akım olarak "Yeni Osmanlıcılık", İslamcılık tarihini sadece meşruiyet krizini gidermek için kullanan, bu geçmişi kendisi için tarih oluşturmada alet eden bir görünüm arz etmektedir. Bu nedenledir ki, bu akım; İslamcılıkla suçlandığında, İslamcılık tarihiyle bağını o anda kesen, BOP menfaatlerine hizmet üretmekle itham edildiğinde ise, İslamcılık bağından söz ederek, tarihsel bağlam üzerine bağlam oluşturarak adeta vicdanları temizleyen bir patikada yol almaktadır. Bu nedenle "Yeni Osmanlıcılık" fikrinin gerek Ortadoğu coğrafyası gerekse dış siyasetinde tutunması da pek mümkün görülmemektedir.


Türkiye günümüz itibariyle, " uluslararası bir güç " olabilmenin coğrafi, siyasi, tarihi, iktisadi, askeri, teknolojik ve kültürel bileşenleri topluca göz önüne alındığında, uluslararası güçler piramidinde ABD gibi " küresel bir güç ", Rusya (BDT) ya da Çin halk Cumhuriyeti gibi " süper bir güç "değildir. Hindistan, Japonya ya da İran benzeri " bölgesel bir güç " olabilme potansiyel ve imkanı vardır. Ülkemizin, örnek olarak verdiğim bölgesel güç konumundaki ülkeler arasına katılabilmesi, bölgesindeki olayları etkileyebilecek bir ağırlığa erişebilmesi için, kanımızca iktisadi yapısındaki bağımlılık ve kırılganlıkları gidermesi, teknoloji üretiminde ve kültürel yapısındaki dış etkenlerin ağırlığını gidererek daha bağımsız, özgün ve ileri bir yapıda konumlaması gerekmektedir.

Yukarıda değindiğim güç konumlaması bağlamında da "Yeni Osmanlıcılık", büyük bir olasılıkla, " küresel güç" sayılan ülkede hakim olan " Yeni Muhafazakarlık " ( Neo-con )' dan pek de farkı bulunmayan bir deneme olarak tarihin kayıtlarında yerini alacak, ileri derecede "romantik" görünümüyle, ne " Tarihsel İslamcılık", ne " Batıcılık ", ne de " Milliyetçilik " bakımından bu bağlamlarda ileride tarih kitaplarında yer bulamayacaktır.

Diğer taraftan, Kuzey Irak’a yapılan son operasyonun ani gelişimi, yoğun ve etkili güç kullanımı ve ani çekilme olguları, bazı akademik ve siyasi çevrelerde; bölgede yerleşik terör örgütünün vurulmasından öte bir etki yaratmaya yönelik olduğu izlenimi de doğurmuş bulunmaktadır. Bu etkiyi, bir taraftan Türkiye'nin jeopolitiği üzerinden, diğer taraftan da "Stratejik derinlik" tezinin, "Yeni-Osmanlı düzeni" eğiliminin ışığında irdelemeye çalışabiliriz.

Bu konularda yetkin ve etkili bir yazar olan Ergin Yıldızoğlu’nun son analizine göre “…Türkiye'nin jeopolitiği açısından Kuzey Irak'ta bağımsız bir Kürt devleti oluşumu stratejik bir tehlike, İran'ın nükleer silahlara sahip olma eğilimi de, bölgesel dengeleri bozacak bir gelişmedir. Türkiye, Doğu'yu Batı'ya bağlayan bir petrol ve gaz hatları platformu olmayı, böylece hem Batı açısından stratejik önemini arttırmayı, hem de enerji jeopolitiği içinde bir kaldıraç elde etmeyi amaçlıyor. Gerek Karadeniz jeopolitiği, gerekse de enerji güvenliği bağlamında Rusya'ya karşıt bir duruşu benimsiyor... Bunu salt ABD'yle yakın ilişkilere bağlamak eksik, indirgemeci bir çözümleme olur. Burada iktidardaki siyasi oluşumun, siyasal İslam'ın içindeki etkin çevrelerin kendilerince, "tarihsel bir sapmayı" düzeltme anlayışı da önemli bir rol oynuyor izlenimi de mevcuttur. Bu tür yaklaşımlara göre; Cumhuriyet ve laiklik, Batıcı ulusalcılık (ulusal proje), Osmanlı'nın kültürel (şeriata dayalı monarşi) bir ulusalcılığa evrimleşmesinin önünü kesen bir "seçkinler cuntasının" ürünüdür, bir "sapmadır". Şimdi tarih yeniden kendi mecrasına dönmektedir. Bu görüş yanlısı yazarların Fransız Aydınlanması geleneğinin, "Yurtta sulh cihanda sulh" prensibinin ilk savunucusu Robespierre 'e karşı duruşlarının, buna karşılık, Anglosakson düşüncesine yakınlığının nedenlerinden biri de, Cumhuriyetçiliği değil, bir monarşinin emperyalist dış politika geleneğini kendi projelerine çok daha uygun bulmalarıdır . Bu proje "Pax Otomana" tezini, bölgede "güç yansıtma" arzusunu içermekte, Türkiye jeopolitiğiyle de kimi noktalarda kesişmektedir. Bu zeminde Irak'a geniş çaplı girişi kısmen açıklamaya yardımcı olacak teorik-stratejik bir çerçeve sanırım oluşturulabilir. Ama apar topar çıkışı açıklamak zor…” ( " Kuzey Irak Operasyonu Üzerine Spekülatif Düşünceler" E.Yıldızoğlu, Cumhuriyet, 3 Mart 2008 )

Bayram değil, seyran değil, bu bayram girişimi de nereden çıktı?

Yoksa, 1923’den beri gelip geçmiş onca iktidarlar döneminde, Çanakkale Savaşları daha mı az önemseniyordu?

Bayram ilan edilecek bir ağırlıkta önemsenmiyor, benimsenmiyor muydu? Buluna buluna bugünler mi bulundu?

Bu konuda bazı değinme ve anımsatmalarda bulunduktan sonra takdiri sizlere bırakıyorum.


Fotoğraf:www.ahmetdursun04.blogcu.com
 

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..