Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Ocak '09

 
Kategori
Tarih
 

Değişim tohumları

Değişim tohumları
 

www.50mucizebitki.com


Bu tanımlama soyut bir çağrışım yapıyor fakat bahsetmek istediğim içerik son derece somut ve esas olarak altı adet temel tarımsal maddeye dayanmakta… Bunlar sırasıyla; şeker, çay, pamuk, patates, kinin ve koka… İnsanlık tarihine bu altı tohum nasıl yön verdi? Bu tohumların işlenmesiyle ulaşılan sonuçlar, tarihin önemli olaylarıyla bağdaştırılabilir mi? Bu tohumların dünya üzerinde en az insan faktörü kadar etkili olabileceği yönünde bir düşünce ne derece doğru olabilir?

Bu konuda, bloğumun başlığı ile aynı adı taşıyan bir çalışma var. Henry Hobhouse tarafından yazılmış, 2007 yılı Şubat'nda Türkçe'ye çevrilerek dilimize de kazandırılmış önemli bir eser. Tam 340 sayfalık değerli bir araştırma ve derleme. Şöyle bir ilk karıştırma ve kısa okumalara dayalı göz atma aşamasında dahi şaşırtıcı ve etkileyici bilgiler içerdiği anlaşılıyor.

Ünlü Sunday Telegraph gazetesi bu eser için,“ İnsanlığın son 400 yıla bakışını değiştirebilecek güçlü bir kitap” demekte… Bitkiler insanlığın ve ulusların kaderini nasıl değiştirebilir? Hobhouse bizlere tohumların birer ürün, yiyecek ve ilâç kaynağı olarak insanlığın ve ulusların kaderini defalarca nasıl değiştirebildiğini ve çoğu zaman da öngörülemeyen sonuçlara nasıl olup da vesile olabildiklerini anlatmaya çalışıyor…

Ben bir kitabı, araştırmayı, eseri ya da makaleyi bile elime aldığımda başlığına bakarak şöyle bir geriye yaslanır ve “acaba burada ne anlatılmak isteniyor olabilir?” diye çağrışımlarımı serbest bırakarak bir süre düşünceye dalarım. Hatta bazı ön araştırmalar yapar, notlar alırım. Bir tür geçmiş bilgilere dayalı ‘serbest düşünce akışı’ uygularım. O eseri okuduğumda onlara rastladıkça da eski dostlarımla karşılaşmışçasına mutlu olurum. Böylece mevcut bilgilerimin pekiştiğini hissederim. Öğrenciliğimde de, yazılı sınav soruları geldiğinde, her sorunun yanına bildiğim, bana çağrışım yaptıracak sözcük ve cümleleri aceleyle hemen not eder, sonra da sınav süresi boyunca onları geliştirir, yazardım. Belki de oradan kalma bir alışkanlık. O zamanlar (1967–1982) çoktan seçmeli testler bu derece yaygın değildi.

Bu konudaki serbest çağrışımlarım ve ön araştırmalarıma gelince;

Çay deyince;

Kutsal ayinlerin, soğumuş ellerin içeceği olarak da tanımlanan çayın tarihi 5000 yıl öncesine kadar gitmekte… Bu çerçevede çeşitli efsaneler de var:

Bunlardan ilki Çin'e gidiyor. M.Ö. 2700'lü yıllarda tıp bilimine meraklı olduğu bilinen Çin İmparatoru Shen Nung, sıcak su içmenin sağlığa olan olumlu etkilerini gözlemlemiş. Bir gün kendi sıcak suyunu hazırlarken, demliğine birkaç yaprak düşmüş. Kaynayan suyun buharından mistik ve rahatlatıcı bir aroma yükseldiğini görmüş ve bu sıcak içecekten bir bardak içerek onun harika lezzeti ve aroması karşısında hayret etmiş. Demliğine düşen bu yapraklar bir çeşit yaban çay ağacına aitmiş…(1)

Çayın yaygın bir kültüre sahip olduğu Japonya'daki efsanesi ise bizi Bodidharma isimli bir Budist keşişe götürür... Hayatının yedi yılını Buda'ya adayarak uyumadan geçiren bu keşiş, derin düşünme (meditasyon) sırasında istemeyerek uyuya kalınca çok kızmış ve ardından göz kapaklarını kesip toprağa atmış. Toprakta köklenerek büyüyen bitki, çay bitkisiymiş.

'Değişim tohumları'nın 136. sayfasında ilginç ve önemli bir öğüt de gözüme çarptı; “…Çayı çok sıcak içmemeli, vücut ısısından birkaç derece düşük sıcaklıkta içmekte sindirim sistemi açısından fayda var…” denilmekte. Gel de çayı soğuk ya da sütlü içen İngilizlerin bu konuda da bir bildikleri olduğuna yine inanma!

Şekerin kısa öyküsü;

Güneydoğu Asya’da başlar. Şeker kamışı bitkisi ilk olarak Yeni Gine ve bir görüşe göre de Endonezya’da yetiştirilir. Oradanda kısa zamanda Çin ve Hindistan’a yayılır. Şeker sözcüğü Antik Hint dillerinden gelir. Çakıl anlamına gelen Sanskritçe ‘çarkara’ ve halkın kullandığı Prakrit dilindeki biçimiyle ‘sakkhara’ sözcükleri dünya dillerinde şekilden şekle girmiştir. Altıncı yüzyılda, Sasani döneminde İran’a gelen şeker, kısa sürede Suriye ve Mısır’da da üretilmeye başlanır. Araplar ‘sükker’ adını verdikleri şekeri de Batı dünyasına ulaştırıp tanıtmışlardır.

Şekerin tadını Araplar eliyle tadan Avrupalılar, adını da Arapçadan alırlar. ‘Sükker’ kelimesi, çeşitli Avrupa dillerinde sucre, zucchero, zucker, sugar, suiker, cukor, sukker gibi sözcüklere dönüşmüştür. Arap hâkimiyetine geçen Portekiz, İspanya, Malta ve Sicilya ise şekerin tadına varan ilk ülkeler olmuşlardır.(2)

Şekerin asıl tadı ise Amerika’nın keşfiyle ortaya çıkar. Portekizliler ve İspanyollar pek çok yeni ürünü Avrupa’ya getirirken şeker kamışını da Amerika’ya götürürler... Şeker kamışı iklimi pek sevince büyük miktarlarda şeker üretiminin yolu açılır. İlk şeker plantasyonları Brezilya’da kurulur. Ancak yerli iş gücü yeni ürünün üretimi için pek yetersiz kalır ve çare Kara Afrika’dan gelir. Milyonlarca köle plantasyonlarda çalıştırılmak için Amerika kıtasına yollanır. 16. yüzyılda İngiltere’de bir kaşık şekerin 5 A.B.D. Doları ettiği düşünülürse artacak üretimin getireceği tatlı kâr açıktır. Şeker henüz nadide bir baharat ya da kıymetli bir ilaç gibi kullanılmaktadır. Şeker kısa sürede zor bulunur pahalı bir ürün olmaktan çıkar. 18. yüzyılda kahve ve çayın yaygınlaşması da şekere olan talebi büsbütün artırır. Kölelerin acı dolu emekleriyle bollaşan şeker Avrupa’da yoksul işçi sınıfının temel gıdası haline gelir. (A.Öney Tan, a.g.e.).

Beyaz altın;

İnsanlar tarafından tarımının yapılma tarihi çok eski dönemlere rastlayan pamuk, lifi işlenen ilk bitkidir. Pamuğun eski dünyadaki beşiği Hindistan da pamuk tarımının en az 5000 yıl önce yapıldığı, kumaş dokumasında kullanılmasının da M.Ö. 3000 yılına rastladığı arkeolojik kazılarda belirlenmiştir. Pamuk hakkındaki ilk literatür de M.Ö15. Yüzyıla aittir. M.Ö.8. asırda yazılan 'Manu Kanunları'nda pamuktan söz edilmiş olup, en güvenilir kaynaktır. Burada pamuğa "Karpasi" denilmiştir. Arapça’da 'kutum', İngilizce’de 'cotton', Fransızca'da 'coton' sözcükleriyle ifade edilen pamuğa, bizde ayrıca 'koza' da denilmektedir.

Pamuğun Akdeniz sahillerinde yetiştirilmesi ise günümüzden ancak 2200 yıl önce, Peleponnes yarımadasının batısında ki küçük bir adada (Elis Adası) başlamış ve orada çok büyük bir pamuk plantasyonu oluşturulmuştur. Akdeniz' in liman şehirlerinde dokunan pamuklu kumaşlar değer olarak altınla aynı kabul edilmiştir. 'Beyaz altın' ifadesinin kökeni de bu dönemlere kadar uzanmakta...

Patates deyince;

Bilir misiniz ki, bundan 200 yıl öncesine değin, üç kıtaya yayılmış Osmanlı topraklarında patates bilinmiyordu! Patates ilk defa Şili'de keşfedilmiş. Yerliler tarafından kullanılan bu bitki 1577 yılında Sir Francis Drake tarafından güney Şili'den alınarak İspanya'ya getirimiş, buradan da tüm Avrupa'ya yayılmıştır. 1800 yıllarının başından itibaren Osmanlı topraklarında da yetiştirilmeye başlanmış ve kısa süre içinde de sevilerek yaygınlaşmıştır. Fakat Osmanlı'nın ilk yemek kitaplarından ne Mehmet Kamil tarafından yazılan ‘Melceü't-Tabbahin’de, ne de Ali Eşref Dede'nin 'Yemek Risalesi' adlı kitapda patates ve domates yer almamaktadır.

Patatesin 17. yüz yılın ortalarında İrlanda’da ana yiyecek haline geldiğini, birçok Avrupa ülkesinde de en çok tüketilen besin olarak buğday’ın yerini aldığını görüyoruz. Hem insanları hem de hayvanları beslemek için büyük ölçüde patates kullanılıyordu. Kuzey Amerika'ya ilk patates New Hampshire'a yerleşen İrlandalı göçmenlerce götürülmüştür. 1846–1850 yıllarında İrlanda’daki vahim kolera ve tifüs salgının sebebi de patatesdir. Dönümlerce tarlanın ürünlerini çürük vermesi nedeniyle İngiltere'de yiyecek fiyatları yükselmiş (Çünkü o dönemde patates en büyük yiyecek kaynağı) akabinde de çürük patates yemek durumunda kalan çiftçi sınıfı kolera ve tifüsten telef olmuştur. Ardından da ABD’ye çok büyük bir göç yaşanmıştır. Bu durum, yaşanan göç ve sonuçları bir çok ünlü sinema filmine de konu olmuştur.

Fransa Kralı 16. Louis ve - ekmek bulamamaktan şikâyet eden yoksul halka pasta yemeyi tavsiye eden- Kraliçe Marie Antoinette’ de patates tüketimini özendirme kampanyasına katılmışlardır. Fransa’da patates tüketiminde beklenen patlama, 1789 Fransız ihtilâli’nden sonra görülmüş. Cumhuriyetçiler, halkın açlık şikâyetlerine son vermek için, Marie Antoinette’in gül bahçelerini patates tarlalarına çevirmişlerdir. Patates, bu nedenle bir dönem 'devrimin yiyeceği' olarak da anılmıştır!

Prusya’da ise Kral Büyük Frederick, halkına gıda ve yem olarak patates yetiştirmeyi emretmiş.

Kokanın asıl vatanı...

Peru olup ve buradan önce Güney Amerika’da, Bolivya, Kolombiya, Arjantin ve Şili gibi ülkelere yayılmış ve en son olarak da Asya ve Afrikada ekimi ve işlenmesi yaygınlaşmıştır.(3)

ABD'nin Bolivya'da, ülkesine yönelik kokain kaçakçılığı nedeniyle yok etmek istediği koka, And yerlileri için tarihsel önemi olan bir bitkidir. Koka, yerlilerin M.Ö. 4000'den beri hem ruhani hem de tıbbi anlamlar yüklediği bir bitkidir. And kültüründe, koka bitkisi kokaine dönüştürülmemekte...Zira koka'ya bir meta değil, 'kardeşlik, birlik ve anlayışın simgesi' gözüyle de bakılmaktadır . Yerlilerin koka çayı ikrâmından payını alanlar arasında eski ABD Başkanı Ronald Reagan'ın eşi Nancy Reagan bile yer almaktadır. Yerliler, binlerce yıldır Toprak Ana Pachamama ve Güneş'e 'kendi kendine yeterek yaşamayı sağladıkları için' koka adayarak teşekkür ediyorlar... Koka bu kültürde bir zamanlar ölçü birimi bile olmuş. Bir dönem mesafe 'cocada', yani, 'o mesafe boyunca çiğnenen koka yaprağı sayısıyla' ölçülmüş. Koka yaprağı ayrıca fal amaçlı bile kullanılmış. (4)

Koka aynı zamanda 'her derde deva' bir ilâç. Yaprağı ve çayı, kimi yerde denizden yüksekliği sekiz bin metreyi bulan bu diyârda, baş dönmesini azalttığı bilinmektedir. Uyarıcı özelliği de olan bitki, yüksek oranlardaki temel kiyasallardan oluşan içeriğiyle değerli bir besin kaynağıdır. Koka'nın en 'gönüllü' alıcısı ise, her yıl Bolivya'dan 105 bin ton koka satın alan Çok Uluslu Amerikan Şirketleri olan Coca-Cola ve Pepsi-Cola'dır! ((4)Yazı dizisi, a.g.e.)

Kinine gelince de...

İlk akla gelen… Güney Amerika'da yaşayan Peder Calancha'nın 1663 yılında yazdığı "Chronicle of St. Augustine" adlı eserinde, Ekvador'un Loja (Loha) bölgesinde yetişen "Humma Ağacı" adlı bir ağacın kabuklarının iki küçük gümüş lira ağırlığındaki miktarının, kaynatılıp içilmesiyle sıtmanın iyileştiği öyküsüdür. Bu konuda en ünlü hikâye ise, Peru Genel Valisi'nin karısı Kontes Chinchon (Çinkon) ile ilgili olandır. Öyküye göre, 1638 yılında Kontes sıtma hastalığına yakalanır. Acısını dindirmek için yapılan tüm çabalar etkisiz kalırken, Loja Valisi bunu duyar ve kendisine bir kutu Kınakına Kabuğu gönderir. Sonuçta kontes iyileşir. İspanya'ya döndükten sonra kontes bu ilâcı gereksinim duyan herkese verir ve ilâç kısa sürede "Kontessa Tozu" adıyla ünlenir.(5)

1742 yılında Botanikçi Karl von Linne, Kına Kına ağacını isimlendirirken Kontes Çinkon'un öyküsündenden esinlenerek Cinchona adını vermiştir. "Kınakına" adı ise bitkiye Aztek dilinde verilen isimdi. Yerli dilde bir kelimenin tekrarlanması onun tıbbî etkileri olduğu anlamındadır.(M.B.Krieg, a.g.e.)

Tarih boyunca sıtma, insanlığı ve onun eseri olan tarihi etkileyen çok önemli bir hastalık olmuştur. Büyük İskender dahîl pek çok lideri öldürmüş, çoğu zaman ordulara düşmandan çok zarar vermiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında bile Afrika ve Güney Pasifik’te yarım milyonun üstünde Amerikan askeri bu belâ ile karşı karşıya kalmışlardır. Savaşın ortalarına kadar, tek tedavi çaresi olan kına kına ürünleri (kabuk, totakina ve kinin) kritik maddeler arasındadır. Daha 1920'lerde Amerikalılar kendi plantasyonlarını kurmayı planlamışlardı. Filipinlerde görevli Arthur Fischer adlı ormancı Java’daki Hollanda plantasyonlarından tohum çaldırtmayı başarmış ve Filipinlerde bu ürünün tarımını da başlatmıştı... Dokuz yıl kadar sonra ise, Manila'da küçük bir fabrikada totakina üretimi başlamıştı. (6)

1942 yılında Japonlar fabrikayı ve tüm stoklarını ele geçirmişlerdir. Kısa süre sonra Java'yı işgal eden Japon ordusu Cinchona plantasyonlarını yerle bir etmiştir. Böylece müttefiklerin son kinin kaynakları da yok edilmiştir. Zira iki yıl öncesinde de Almanlar Amsterdam'ı alarak Avrupa'nın tüm rezerv alkaloit stoklarını ele geçirmişti. Bu şekilde, müttefikler dünya kinin stoklarının yüzde 90'ından mahrum bırakılmışlardı. Bunun üzerine sentetik antimalaryallerin yapımı için araştırmalar hızlandırılmış ve atebrin, klorokin ve pimakrin gibi ilâçlar geliştirilmiştir.(7)

Tarihe damgasını vuran, nice mücadele ve savaşlarla hep açık tutulmaya ve ele geçirilmeye çalışılan İpek yolu, baharat yolu (Semerkant altın yolu) da demekki hiç de boşuna değilmiş... Tıpkı günümüzde petrol ve doğalgaz yatakları ve yolları konusunda yaşananlar gibi...

Her bir ürüne dair kısa kısa değinmelerle de olsa mecburen uzun süren bu bloğumu yine söz konusu kitapda yer alan etkili ve ilginç bir sözle bitirmek istiyorum… Endülüsler dönemine dayanan bir İspanyol atasözü,‘ İntikam en iyi soğuk sunulan bir yemektir!’

Bu söz ilk bakışta bizdeki ünlü ' öfkeyle kalkan zararla oturur ' atasözünü andıran bir söz gibi durur. Her iki sözde de, ani kararlar verilip uygulanmaması salık verilir. Oysaki, bizim kültürümüzde ılıman bir caydırıcılık söz konusu olup sakinleşme dönemi sonrası mantıklı kararlar verilmesi tavsiye edilir. Hatta intikamın unutulması söz konusudur. Fakat diğer sözde ise, o an için yatışıp uygun bir anda uygulamaya başlamanızı öğüt veren sinsi bir yan mevcuttur. Tüm emperyal tavır ve uygulamalarda olduğu gibi...

Dileriz ki, ne intikam olsun, ne de ona yol açan olaylar... Yemekler hep zamanında ve uygun sıcaklıkta sunulsun!

İ.Ersin KABOĞLU,

6 Ocak 2009, Ankara


Kaynakça:

(1) "Çay: Kutsal Ritüellerin, soğumuş ellerin içeceği..." Gökçe Doğanay Erol, 31.3.2000. ‘Hürriyet Agora’.

(2) "Acı şeker(1)ve (2)", Aylin Öney Tan, 21.2 ve 4.3.2007. Haber Türk.

(3) B. Griggs, "Green Pharmacy", Robert Hale, London (1981).

(4) Yazı Dizisi, 'Latin Solunun Farklı Yüzleri', Radikal Gazetesi, 2-4-5 Mart 2006.

(5) L. Aikman, Nature's "Healing Arts: From Folk Medicine to Modern Drugs", National Geograp­hic Society, Washington (1977).

(6) M.B. Kreig, "Green Medicine", Rand Me Nally, New York (1964)

(7) "Dünyamızın Nimetleri", Ansiklopedik bir Ekonomi Coğrafyası, Türkiye Yayınevi, İstanbul (1947).

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..