Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Mart '08

 
Kategori
Yolculuk
 

Ey, iki adımlık yerküre..

Ey, iki adımlık yerküre..
 

Fotoğraf Elif Babacan


Sanırım, bildiğim, tek başına becerebildiğim pek az şeyden birini yapacağım: Yolculuk, hiçbir yere doğru.”

Günün birinde bir yolculuğum öncesi birilerine söyleyiveririm diye tıkıştırmışım aklımın bir köşesine, Kürşat Başar’ın ‘konuştuğumuz gibi uzaklara’ adlı kitabında okuduğum bu cümleyi. Kullanmadım hiç.

Çok uzun bir yol var bugün önümde ve sabahın ip uçlarına göre, bu hafif sisin ardında, pırıl pırıl güneşli bir gün.

Akıntıya karşı kürek çekmek gibi bir şey zaten yaşam. Dünya sürekli iki yanımızdan deli bir hızla akıp gidiyor. Bu yolculuklarımla onunla birlikte aynı yönde ve aynı hızda gidemiyorsam, bu koşuşturmacının ne anlamı var diye düşünüyorum bazen. Durup bir adacığa tutunmak, orada öylece kalmak, bir ifadeye sığınmadan, hiçbir anlam yüklemeden.. Gülten Akın okumak ; “hiç kimsenin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya.” demek…

O zaman neden hep bu gitme isteği?

Biz kendimizi kendi köyümüz dışındaki her yerde rahat sayan huzursuz insanlarız” diyen Pavese mi yanıtlar beni, yoksa Baudelaire gibi “her nerede değilsem orada iyi olacakmışım gibi” mi geliyor bana da?

Ya da Nilgün Marmara gibi;

Ey, iki adımlık yerküre / Senin bütün arka bahçelerini / Gördüm ben!”

demek mi istiyorum?

Hüzünlerimiz, sevinçlerimiz, tutkularımız ve aşklarımız kasvetli bekleme odalarının birinde, oyalanmamız için önümüze atılan eski tarihli, sayfaları kabarmış dergiler gibi çünkü. Sıkılıp bir kenara attığımızda anlayacağız, zamanın nasıl hızlı ve boş geçtiğini.

Sahi siz kaçıncı dergidesiniz?

Eduardo Galeano’nun ‘Yüzler ve Maskeler’ kitabında okumuştum, San Francisco manastırında, güneş saatinin üstündeki, gelip geçene zamanın nasıl uçup gittiğini acıyla anımsatan yazıyı;

Geçen her saat seni yaralıyor, en sonuncusu da öldürecek

Böyle hızlı ve deli bir zamanda insanın Nietzsche gibi “yalnız dans etmesini bilen bir tanrıya” inanası geliyor.

Evet, ben de dans eden her şeye inanabilirim. Tagore’un “ayları değil, anları sayar / tükenmez zaman okyanusunda” dediği kelebekleri sevebilirim. Müzikal seyrederken Fred Astaire’e aşık olabilirim.

“Eğer eğleniyorsan bir sakıncası yok / bu senin müzikalin / seni tutmak için hep orada olacağım” derken “Karanlıkta Dans” filminde Björk - bilmem kaçıncı seyredişimde - ben yine zırıl zırıl ağlayabilirim.

Ya da böylesi pırıl pırıl bir güneşe karşı Hair müzikalinin muhteşem parçasını mırıldanabilirim.

Let the sunshine in. Dışarıda bırakamam bu ışıl ışıl güneşi ama molaya çok var. Gözlerimi kapatıp beynimdeki müziğe ve görüntülere yol veriyorum. 60 lı yılların müzikalinde (-ki yıllar sonra tekrar vizyona girişinde 5-6 kişiyle izlemiştim sinemada, sonrasında kaç kez izlediğimi hatırlamıyorum.) “Beyazlar kızıllardan çaldıkları ülkeyi korumak için siyahları sarılarla savaşmaya gönderiyor”du. Yüzlerce insan meydanı dolduruyor, şarkıları tüylerimi ürpertiyor. Bir öpücük gönderiyorum beni bu filmle tanıştıran Doğan Sum’a.

Otobüsün yarım dönüşüyle güneş yüzümde patlıyor, kedi gibi mırıl mırıl bırakıyorum kendimi.

Oruç Arıoba’dan bir haıku hediye ediyorum güneşe.

Kaç tane güneş var / gözümde.. sayamıyorum / bir türlü…”

Ben güneşe methiyeler dizerken yanımda oturan genç kız da şu an beşinci kez, beyaz dosya kağıdına elle yazılmış bir şiiri okuyor, otobüse binerken genç bir adam tutuşturmuştu eline ve koşarak uzaklaşmıştı.

Kadın gider ve bunun şiir olduğu söylenir / kadın gider ve bir şair doğar bundan

Hayır, kızın elindeki kağıtta yazan şiir bu değil. Merak ediyorum tabi ki ama bakamıyorum o yana. Bu benim aklıma gelen şiir ; Haydar Ergülen (Eylül). Bir de melodisini tutturamadan tekrarladığım bir şarkı sözü geliyor dilime Madonna’dan ;

Aşk bir kuştur, uçması gerek

 
Toplam blog
: 38
: 633
Kayıt tarihi
: 04.01.08
 
 

Safça eski konuklarını bekleyen sahil pansiyonlarından birine kaydımı yaptırabilirim. Yine boşaltmam..