Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Kasım '10

 
Kategori
Öykü
 

Ezeli algının ebedi yolculuğunda !

Ezeli algının ebedi yolculuğunda !
 

 

Şimdi aldığımız bir son dakika haberini veriyoruz. İstanbul Üniversitesi duayenlerinden Profesör Doktor...

*****

"Altmış yıldır gelirim bu sahile. Bu saatler iyi olur. Düşüncelerimle, anılarımla bir başımayımdır. Aslında denizi doldurduklarına dahi üzülmüyorum. Çünkü daha yakın hissediyorum kendimi Rabia'ya. Biliyorum, karşılarda bir yerde o."

Uzun zamandır görüyordum onu. Sabahın beşinde sahil boyunca benim gibi yürüyen, koşan deli çoktur da akşamdan sızanlar dışında banklarda kıvrılan, oturan pek olmaz. Seksenini geçmiş olmalıydı. Nedense hep aynı bankta oturuyordu. Başından da kasketi eksik olmazdı. İki eliyle tuttuğu kızılcık bastonuna doğru eğikti beli. Gelen geçen spor manyaklarıyla da ilgili değildi. Yaz kış üzerinde aynı ceket olurdu. Soğuk günlerde de palto giyerdi. Bazen ayak ucunda bir köpek görürdüm. Başını okşadığı da olurdu.

Daha bir çökkündü sanki bu sabah. Üzerinde, dikişleri yer yer sökülmüş, rengi firarda bir palto vardı. Önce durdum karşısında, baktım ona. Fark etmedi. Oturdum yanına usulca.

"Günaydın Bey Amca."

Başını kaldırdı. İlk kez gördüm yüzündeki derin vadileri, sabahın grisine karışmış masmavi gözleri. Artrit'in vurduğu parmaklardan sıyrılmışçasına titriyordu sanki karaciğer lekelerine teslim olmuş buruşuk deri. Başını tekrar önüne eğdi. Dokunmak istedim ona, hatta sarılmak. Sonra da ağlamak! Kim bilir ne hazineler saklıydı ruhunda.

"Bakıyorum da gençlere evlat, öyle aşkı bilmezler ki..." dedi, sigaraya meftûn çatlak bir sesle!

"Oo, aşk dedin mi, dur biraz amca ve gençler konusunu ise hiç açma. Aşk kelimesi sözlüklerden çıkalı çok oldu. Neslimin son örneği olarak kendimi bilirdim, demek ki benden önce bir de sen varmışsın."

Arkasına yaslandı ve yüzünü bana döndü. Ağzından çok gözleri hazırdı konuşmaya.

"Adın ne oğlum?"

"Ata Kemal."

"Deden mi koydu adını, baban mı?"

"İkisi de."

"Cumhuriyetin ilanından 1 ay sonra doğmuşum. Atatürk'le savaşmayı öyle isterdim ki... Ama serince bir mart günü gördüm Ata'mı. 7 yaşımdaydım. Babam, Atatürk'ün şehre geleceğini söylemişti. Bütün caddeler, sokaklar süslenmiş; zafer takları kurulmuştu."

"Hangi şehir bu amca?"

"Antalya."

"Antalyalı mısın amca?"

"Bali Bey mahallesinde 3 katlı ahşap bir evimiz vardı. Orada doğmuşum. Babam, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane mezunu bir hekimdi. Hey gidi günler hey. Dev gibi bir adamdı. Bir elleri vardı, sanki kafam büyüklüğündeydi. Bir keresinde öyle bir şamar atmıştı ki, dünyam kapkara olmuştu! Benden çok annem ağlamıştı! Güzel anacığım, hiç kıyamazdı bana. Yine de babam kahramanımdı. Osmanlının gevşekliğinde bize yaranmaya çalışan işgalci İtalyanların hastanelerinde çalışmayı reddetmiş, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin de en ateşli neferiymiş o. Çok isterdim o günleri görmeyi ya neyse, akşamüstüne doğru Tophane Meydanı'na geldi Ata'm. "Yaşa, varol Gazi." diye bağırıyorduk hep bir ağızdan. Biliyor musun, onun elini öpebilen nadir çocuklardan biriydim. O büyük insanı bir dahaki görüşüm, 1931'in Şubat ayıydı. Ege Vapuru ile gelmişti ve onu iskelede görmüştüm."

"Ne mutlu sana amca. Keşke ben de görebilseydim."

"Sevda, sevilenin yanında yaşanmaz ki hep oğul. 1941'de İstanbul'a göç ettik. Kız kardeşim Mübeccel daha iki yaşındaydı. Öyle düşkündü ki bana; ama hep de hasta olurdu. İstanbul Üniversitesi'ne girmiştim. Babam gibi hekim olacaktım. Kardeşimle daha çok ilgilenecektim. Zorlu bir eğitim sonrasında ben de Hariciyeci oldum. Babam da sabahlara kadar benimle ders çalışırdı. İlk görev yerim Haseki Hastanesi'ydi ve Rabia'yı da ilk kez 1949 yılı Nisan ayında orada gördüm. Şiddetli karın ağrısı, bulantı-kusma şikayetleriyle gelmişti. Apandisiti patlamak üzereydi. 18-20 yaşlarındaydı. Yanında anne-babası ve de sonradan öğrendiğime göre, dadısı vardı. Giyim kuşamlarından soylu ve varlıklı insanlar oldukları belli oluyordu. Başarılı geçti ameliyatı ve 2 gün de misafir ettik Rabia'yı. O kadar güzel bir kızdı ki insan bakmaya kıyamıyordu. Hüsrev Anizade'nin biricik kızıydı. Baştabibin söylediğine göre, kökleri Osmanlı'da önemli görevler almış insanlarla doluydu. Çok etkilenmiştim Rabia'dan. Yemyeşil gözleri derinlerine çekiyordu beni. Bir keresinde, pansumanını yaparken elimi tutmuş, uzun bir süre de bırakmamıştı. Odada refakatçi kalan dadı gördüklerinden pek hoşlanmamıştı. Şimdi annemlere yetiştirir hemen demişti Rabia gülümseyerek."

"Bey Amca, bak hava oldukça serin. Kapat şu yakanı-bağrını. Aslında evine dönsen daha da iyi olur ya!"

"Boşver oğlum, bu yaştan sonra aldığım her nefes kâr. Seninle konuşmak da iyi geldi bana Ata Kemal."

"Senin adın ne amca?"

"Enver, oğlum. Rabia'nın iyileştiğine seviniyordum; ama hastaneden çıkınca onu göremeyeceğim için de üzülüyordum. Taburcu olurken elimi sıktı. Avucuma bir şey bırakmıştı. Usulca cebime koydum. Ne olduğuna bakmak için sabırsızlanıyordum. Faytona binerken bana tekrar el salladı. Annesinin bana bakışındaki ifadeyi çözememiştim. Onlar gözden kaybolur kaybolmaz elimi cebime attım. Küçük bir kağıt parçasıydı. Yanımda olmazsan bir daha, ben hep eksik kalırım yazıyordu. Günler geçiyordu ve onu bir daha nasıl görebileceğimi bilmiyordum. Bir Perşembe sabahı onu karşımda görünce şaşkına döndüm. Dadının suratı yine gülmüyordu. Ameliyat yeri ağrıdığı için gelmişti. Muayene odasına girince, hiçbir şeyi olmadığını, sadece beni görmek için geldiğini söyledi. Bundan böyle her cuma günü, saat 3'te Kalamış sahilinde olacağım dedi. İşte biz bu sahilde haftada bir gün buluşmaya başladık. Arkadaşı Sabahat ile geliyordu. O'nu çok seviyordum ve yağmurlu bir günde, şemsiye altında evlenme teklif ettim. Gözyaşlarındaki asaleti unutamıyorum. Hemen o akşam bizimkilere açtım konuyu. "Bir soruşturalım bakalım." dedi babam. Birkaç gün sonra da akşam yemeğinde, "Anizadeler çok iyi ve köklü bir aileymiş oğlum. İzdivacınızda bizce bir sakınca yoktur. Söyle hanım kızımıza da, Allah'ın izniyle istemeye gidelim." dedi. Duyunca, sevinçten havalara uçtu Rabia; ama ailesinden bir türlü davet gelmiyordu. Evet, o çok köklü bir ailenin tek kızıydı; ama benim de iyi bir mesleğim vardı ve babam da İstanbul'un en ünlü hekimlerindendi. Nihayet davet geldi ve icâbet ettik. Erenköy'de büyük bir köşkte oturuyorlardı. İçeri buyur edildik. Ailenin üç yüz yıllık soyağacını saydı bize Hüsrev Bey ve de kızının ne değerli olduğundan bahsetti ! Bize saygı duyuyordu. Toplum içinde iyi bir yerimiz olduğunu da kabul ediyordu; ama kızı için başka planları vardı ve bu izdivaca oluru yoktu. Annemin başı önüne düştü. Babamın duruşu ise son derece vakurdu. Hayırlısı ne ise o olsun efendim dedi ve ayrıldık köşkten. Rabia'm sessizce ağlıyordu. Hayat sanki benim için anlamını yitirmişti. Sonraki haftalarda yine geldim bu sahile; ama Rabia'm yoktu."

"Ne hikaye be Enver Amca. Ee, sonra ne oldu?"

"Bir sene sonra, Rabia'mın Karaköylü bir tüccarla evlendiğini duydum. Önce çok sinirlendim ve nefret ettim ondan; ama hastaneye gelen Sabahat işin aslını anlatınca rahatladım; ama çok da üzüldüm. Babasının zoruyla evlenmişti Rabia. Kendimi işime verdim. Yıllar geçiyordu. 1958'de İngiltere'ye gittim. 4 sene sonra döndüğümde, onu ne kadar özlediğimi fark ettim. Ve bir gece o ve eşiyle bir davette karşılaştık. Daha da güzelleşmişti. Gözlerindeki çaresizliği okuyabiliyordum. Çevremde onca kadın vardı; ama aklımda Rabia varken hiçbirine yaklaşamıyordum. 1965'te Türkiye'yi tekrar terk edip Amerika'ya gittim. 23 sene sonra döndüğümde, artık yaşlı bir adamdım; ama Rabia bir gün bile ruhumu terk etmemişti ve ben evlenememiştim! Anne-babam çoktan veda etmişti bana. Kardeşim de yoktu ve hayatta yapayalnızdım. Artık üniversitede ders veren bir hocaydım. Daha sık haber almaya başladım Rabia'dan. Çocukları olmamıştı. En kötü haber ise, sağ göğsünün kanser tanısıyla alınmış olmasıydı. Bir gün okula gelen Sabahat, Rabia'nın beni görmek istediği söyledi. 1992 yılında yine burada buluştuk. İkimiz de yaşlanmıştık. Kocasının çok iyi bir insan olduğunu; ama beni hiçbir zaman unutmadığını söyledi. Evlenmemiş olmama inanamıyordu. Böylece ayda bir defa buluşmaya başladık. Her buluşmada ikimiz de çok heyecanlı oluyorduk. Çünkü iki yaşlı insan kaçamak yapıyorduk. Yaptığımız kaçamak da el ele tutuşup eskileri anmaktan öte gitmiyordu. 2004 yılında kocası vefat etti ve nihayet Rabia'mla 2006 yılı Temmuz ayında evlendik."

"Sahi mi Enver Amca? Bu ne kadar güzel bir son! Ben de aşkı bilenlerden sayardım kendimi. O sevgi dolu yüreğinden öpüyorum amcacım."

Sarılıyorum ihtiyara. Gözyaşlarım da paltonun yakasına! Sevdiği kadına tam 57 yıl sonra kavuşmuş ve ona hep sadık kalmıştı. Sabah teri atanlar bize bakıyor. Yorgun tebessümler kucaklıyor hüznümüzü! Ayak ucumuza çöreklenmiş köpekler, sanki ağlar gibiler.

"Pek mutlu bir son değildi aslında! Birkaç ay sonra Rabia'nın rutin kontrollarında kanserin metastaz yaptığı anlaşıldı. Artık IV'üncü evredeydi ve ciğerlerine, kemiklere sıçramıştı. Diğer göğsü için mastektomi önerdi doktorları; ama bu gereksiz bir rahatsızlık olacaktı. Şikayetlerini azaltma amaçlı kemoterapi ve hormon tedavisine başlandı. Otozomal dominant geçişli kalıtsal nedenler, hiç gebe kalmaması ve annesinin de kanserden ölmesi makûl gerekçeleriydi hastalığının. 2007'nin soğuk ve karlı bir aralık günü bizlere veda etti güzel gözlüm. Son ana kadar yanındaydım. Bana ne dedi, biliyor musun Ata Kemal?"

Terim çoktan soğudu, gözlerim kan çanağı, sesimin çıkacak mecali yok! Baktım, sırılsıklamdı mavi gözler!

"Ömrüm boyunca bir tek seni sevdim ve sana doyamadan gitmek ne zormuş. Bir ömrü bana sadık geçirdin Enver. Tanrı katına omuzlarım dimdik gidiyorum kocacım. Son günlerimde senin eşin olabildiğim için dünyanın en şanslı, en mutlu kadınıyım ben."

Ayağa kalktım. Lanet olası gözyaşları çenemden damlıyor. Karşımda, doksanına merdiven dayamış bir çınar daha da yüceliyor. Yıllara yenik düşmüş göz pınarlarında damla kırıntıları beliriyor. Mümkün değil kendimi tutabilmem; içim yanıyor, haykırmalıyım, hatta denize atmalıyım kendimi!

"Ata! Ataaa!! Heyy, sana diyorum şaşkın!"

"Jon! Sen de nerden çıktın? Ne zamandır tepemdesin?"

"Neden ağlıyorsun yine?"

Hayal meyal seçiliyor yürüyenler uzakta. Köpekler de yok ortada!

"Enver Amca nerde Jon? Şu bankta oturuyordu! Yoksa diğerinde miydi?"

"Enver Amca da kim? İki saattir yalnız yürüyorsun ve kendi kendine konuşup, salya-sümük ağlıyorsun!"

*****

Enver Karepçi, uzun süredir tedavi görmekte olduğu hastanede bugün hayata gözlerini yumdu. Antalyalı olan Profesör Karepçi 87 yaşındaydı.

 

 
Toplam blog
: 462
: 1159
Kayıt tarihi
: 07.03.09
 
 

Ne güzel bloglar yazdık, ne muhteşem dostluklar kurduk; onlar kaldı baki... ..