Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Mart '07

 
Kategori
Kültürler
 

Gurbet kuşları

Gurbet kuşları
 

Bir öğretmen arkadaşımızın akrabası ile ilgili bir anısını dinlemiştim. Kayseri'den İstanbul'un iyi okullarından birini kazanıp, yine iyi derece ile bitirdiği okulundan tanıştığı zengin kızı ile mezuniyeti sonrasında evlenen bir akrabasıdır bahsine konu olan.

Malum, fakir Anadolu genci o çok zengin kayınbabanın sağladığı lüks koşullarda boğazın görkemli yalılarında yaşamaya başlar. Aynı zamanda zekâ ve çalışkanlığı ile mezuniyeti sonrasında önemli kamu kurumlarının başında üst düzey müdürlük görevlerini de başarı ile sürdürür. Zengin aile bireyleri arasında çok sevilir. Güzel güzel çocukları ve yine çok yüksek düzeyden türlü türlü dostları olur.

Bu güzel yaşam standartlarını ve lüksü süren esas oğlanımızın iç âleminde ise, gün geçtikçe adını koyamadığı, anlamını veremediği bir takım huzursuzluklar oluşmaya başlar. Sanki yaşamında bir şeylerin eksikliği duygusu sürekli tırmalar durur yüreğini. Kayseri’nin köyünden gelen misafirlerini gönlünce karşılayıp, konuk edememek, konuşup, dertleşememekte aynı yüreği sızlatanlardandır.

Arkadaşım, yakınına yaptığı kısacık seyrek ziyaretlerde, en çok dikkatini çekenin; ev, yenge, çocuk, yemek ziyaret faslı sonrasında, çıkışlarında, arabasına biner binmez amcasının yaptığı ilk şeyin, evinde çok "banal" olarak nitelendiği için dinleyemediği, Kayseri’nin Bozlak Havalarını arabanın kasetçalarına koyup, sesini istem dışı olarak sonuna kadar açarak, o güzelim yanık sesi ile eşlik etmeye başlamak olduğunu anlatmıştı.

Bu anıyı, İstanbul’da görevinin onlu yıllarını yaşayan bir bekârı olarak dinlediğimde beni duygulandırmadı diyemem. Ama anlatılanın, yürekte yaratabileceği fırtına ve depremleri, közlenen gizil acıları doğrusu anlayamamış olduğumu itiraf etmeliyim. Çünkü o idealist yıllarda, güya evrensel değerler peşinde koşarken, yaşamış olduğum Orta Anadolu'nun yöresel müziği hakkında, hiçte olumlu duygular beslemiyordum diyebilirim.

Hatta sıkça gittiğim Eminönü taraflarında, seyyar satıcıların sesini sonuna kadar açtığı, Kaşık Havaları’nı duydukça, aşın şu feodal takıntıları, İstanbullu olun, Dünya İnsanı olun, gibi inadına entel söylem ve dahi bilimsel nutukları aklından geçiren biri olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim.

Sonra ne mi oldu? Efendim sonraki kısımları, bir başka zaman "yetti gari" dedirtmek üzere, daha sonra genişçe anlatırım. Şimdilik kısa bir özet geçeyim.

Bırakın Dünya İnsanı olmayı, İstanbullu olmayı bile başardığım söylenemez.

İstanbul’da geçen onca seneden sonra, doğduğum yere her ne kadar yaz kış aralıksız gitsem de, şuralıyım diyemeyecek kadar yabancılaştığım bile söylenebilir. Bazen kendimi, bilmem ne tüyleri takılı fötr şapkaları ile Almanya’ya gidip dönen ve kendilerine, Alamancı gibi bir üçüncü tür gözü ile bakılanlara benzetmiyorum dersem yalan olur.

Ne doğduğu, ne gittiği yerlere ait olamamışlardan, aidiyet duygusunu kaybedip arasatta kalmış olanlardan biri mi oldum nedir?

Velhasıl sonuçta İstanbul’dan gelin aldık sanırken, gelin gittiğimizin farkına vardık. Birde çoluk, çocuk derken aradan geçen yıllardan sonra; yine memleket ve ana ziyaretlerimden birinde, her ne kadar kullanmayı bilmesem de, iki çift şimşir kaşık aldım desem, meramımı anlatmaya yeterli bir özet olacaktır sanıyorum.

 
Toplam blog
: 15
: 1788
Kayıt tarihi
: 15.01.07
 
 

1960 yılında doğmuş, kendi tabirimle ''Kayıp Kuşak'' olarak adlandırdığım 1970 kuşağından, Eğitim..