Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Ocak '17

 
Kategori
Felsefe
 

Hatırlamaya Yavaş Unutmaya Hızlı

Hatırlamaya Yavaş Unutmaya Hızlı
 

Salvador Dali


Zaman dediğin zaten nedir ki geçmişi biriktirmekten başka! Milan Kundera'nın "Yavaşlık" romanında ilerleyen sayfalarda bir tespit ışıldar:
 
"Sokakta yürüyen bir insan bir şeyi hatırlamak istediğinde yürüyüşünü yavaşlatır. Buna karşın az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan insan, bulunduğu yerden hemen uzaklaşmak istiyormuş gibi elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır."
 
Yani:     
Hatırlamak için yavaşlar, unutmak için hızlanırız.
Belki de ondandır hızlı yaşama sevdamız.
Ne de olsa geçmek isteriz pişmanlığımıza iltifat etmeyen zamanı.
 
Daracık bir odada, sessizliğin tufanında, kendimizle baş başa, samimi bir tefekkür içinde kendimizi hatırlamanın çilesini göze alamadığımız için sahte telaşlar uydururuz.  Yavaşlıkta ve sessizlikte insan kendini duymaktan korkar; çünkü kendine ne denli yabancı kaldığını hep böyle anlarda duyumsar; böyle anlarda kendini boynuna kelepçeli bir yabancı gibi taşıdığını fark etmekten ürker.
 
Durursak net görebileceğimiz hatalarımız, koşarken silikleşir; hatta unutulur bile. Hızlı trenden dışarı bakmak gibidir. Hızlı yaşam içinde kendi belirginliğimizi kaybederiz. Hızın ve telaşın içinde kendimizle tanışmaya vakit bulamayız.  Kendimize, “Sen kimsin? Ne istersin?” diye sormaya ve yanıtlamaya zaman ayıramadığımız için kendimizi unutarak yaşarız. Bu da mutluluk nedenimizdir aslında, ta ki yalnız kalıp kendimizi hatırlayıncaya kadar…
 
Tatilde bile zamandan bir kelepçeyle dolaşmanın, gecikme telaşıyla ha babam saniyeleri saymanın, her dakika bir faaliyet yaratacağım diye huysuzlanmanın, hayat sona yaklaştıkça dinginleşeceğine daha da hızlanmanın, iç sesi bastıran dış gürültüden haz alır olmanın, evde televizyon sesi olmadan tek başına kalamayışın temelinde, insanın bu kendiyle yüzleşme korkusu yatar. Bu yüzden çoğu kimse öz kimliğini hep yaşamın telaşıyla maskeleyerek sunar kendine ve başka insanların duyularına. Kaç kişi kendi öz benliğiyle tanışmadan ölüp gitmiştir acaba? Ya da kaçımız farkındayız öz kimliğimizi dünya telaşına gömdüğümüzün?
 
Unutmak için hızlanmak… Pişmanlığa veya kadere rehin bırakılmış bir geçmişi unutmak için koşmak… Gecikmişliğin endişesinden kurtulmak için depar atmak… Ölüm gerçeğini hatırlatan ne varsa ondan uzağa kaçmak, derken yaşama sevincinin o doğal varoluş tadını da hatırlamaz oluyor insan. Yavaşlayalım ve hatırlayalım, ama asla durmayalım. Lezzetli bir lokmayı çiğner gibi yavaşlayalım…
 
Brezilya Ormanlarında yaşayan yüz elli bilemedim iki yüz kişilik bir kabile bulundu. Pirahalar. Bu insanlar bir iki ve çok kavramından öte saymayı bilmiyorlar. Ee, böyle olunca zaman onlar için sadece gece-gündüz ve çok gece-gündüzden ibaret. Üstelik Piraha dilinde geçmiş zaman fiil çekimi de yok. Sadece var oldukları anları yaşayan bir topluluk. Çocukluktan gençliğe ve gençlikten olgun yaşlara bağlanan bir zaman sürekliliği yok. Sadece çocuk, genç ve yaşlı var. Avcılık ve toplamacılıkla beslenip yaşıyorlar. Sadece olan günü yaşama ritmiyle var oldukları için, ihtiyaçları için sahiplendikleri şeyler de bir iki adetten ibaret kalmaktadır. Pirahalar için renklerin bile önemi yoktur. Onlar için cisimler ve şeyler kendi yaşamlarına olan faydaları kadar vardır. Dillerinde şaşırtıcı biçimde hiç yan cümle kullanmıyorlar. O an ve o andan bir sonraki an için tek eylemlik cümlelerle konuşmak yetiyor. Pirahalar elbette zamanın farkındalar; ancak henüz onu tarihleştirecek bir bilince ermiş değiller. Yani henüz daha zamanı terbiye etme gereği duymadan, doğal anların ritmine takılıp mutlu yaşayabiliyorlar. Sanırım yaşadıkları yerde mevsim geçişleri de olmuyordur.
 
Henüz daha insanın uygarlık dediği zamanın telaşını sayan saatleri olmasa da, bu insanların ‘roleks saat’ takabilenlerden daha mutlu yaşamadıkları söylenebilir mi? Fakat bilmeliyiz ki roleks saatleri kırarak da mutlu olunmaz. Saatin babası bizim kafamızdadır çünkü. Kafamızı kırmadan yavaşlayamayız; yavaşlığı tembellik sananlar aldanacaktır. Bu sadece, yaşantının tadını çıkartmayı ertelemeden zamanı yşamaktır. Ve zamanın son anını tüketirken de ölüme minnetle hesabı kapatmaktır…
*
Unutulma endişesi çeken insan gelecek zamanı satın almak ister; bunun için şimdiki zamanda oyalanmadan hızla geleceğe yatırım yapar. Bir bakıma geçmişini geleceğe rehin bırakır. Hep geleceğe ertelediği hayaline gömülmek arzusuyla insan şimdiyi çiğneyip geçen telaşlı bir koşturmaca içinde yaşar; ta ki, geleceğin ancak şimdiki gerçekliğin olası bir türevi olabildiğini anlayıncaya kadar…
*
Çok zaman önceydi. O kadar zaman önceydi ki insanda zaman bilinci yoktu. İnsanlar güneş doğup batıncaya kadar basitçe yaşıyorlardı hayatı. Tüm telaş ve uğraşları güneş doğup batıncaya kadarki yaşantılarına yeterli olacak şeyleri edinmek içindi. Derken zaman denen üç ana parçalı bir kavram girdi yaşam döngüsüne. Ardında bıraktığı günlük yaşam izlerine “dün” dedi; gün içinde bırakmakta olduğu yaşam izlerine “bugün” dedi; ertesi gün ve sonrasında bırakabileceği olası yaşam izlerine de “yarın” dedi. Sonra fesat karıştı bu üç parçalı zamanla uyumlu yaşamaya; insan zamanı geçme yarışı içinde bugünü unuttu, dünü düşünüp pişman oldu, yarını düşünüp yeniden telaşlandı; o telaş içinde bugünü hepten unuttu. Her gün geleceği sahiplenmek için zamanla yarışa tutuşan insan, o hızlı hengâme furyasında farkında olmadan rezil etti gününü. Oysa yarın bugüne dün diyor, dün de bugün için yarın diyordu.
 
Fesat, hangi günün dün, bugün ve yarın olacağı tespitinde çıkmıştı ortaya. Bugünün her anıyla hem dünün hem yarının yaşanabilir gerçekliği olduğunu fark edemeyen insan bir türlü hayatı bugüne misafir edip ağırlayamadı. Bir eliyle yarına, diğer eliyle düne yapıştı; bugünü de eline yüzüne bulaştırdı; çünkü yarının telaşını ve dünün pişmanlığını yaşamaktan bugünkü hayatı ağırlamaya hep gecikti. Bugünü doğru dürüst tadı damağında yaşayamadı; dünün yarına hediyesi olarak ne bugün geldiğinde, ne yarın gelip de bugün olduğunda; ne de dün henüz ‘bugünken’ var olduğu zamanın tadını çıkarmaya vakti olmadı insanın… Ve şaşkınlıkla zamanın aslında kendisi olduğunu fark ederek zamansız ölüverdi insan…
 
Zamansız, yani kendisiz ölmek istemeyen insan bugünü yaşamayı ihmal etmez. Şu da kesindir ki, yaşanmamış geçmiş pişmanlık kancasını şimdiki zamana taktığında, şimdiki zamanı ciddi olarak sarsar. Yarının beklentileri, korkuları ve umutları da şimdiki zamana geçmişinkine benzer bir gerilim kancası atar. İki uçtan çekilen şimdiki zamanı huzurla yaşamak hiç de kolay değildir. Ve gelecek bize bir daha gelecek mi bilinmez; bu da ayrı bir kaygıya yol açar. Bu bir yaşam kültürüdür; küçükten beri sadelik içinde sakin ve yavaş yaşamaya alışık olmayanları oldukça zorlar.
 
Muharrem Soyek
 
Toplam blog
: 363
: 1765
Kayıt tarihi
: 04.08.08
 
 

Parasız yatılı Darüşşafaka Özel Lisesi'nde iki yılı hazırlık sınıfı olmak üzere yedi buçuk yıl ok..