Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Şubat '15

 
Kategori
Deneme
 

Herşeyin başladığı yerde duran İnsana…

Herşeyin başladığı yerde duran İnsana…
 

"Görmeyi bilen için, çiçekler Allah'ın doğaya yaptığı floral makyaj değildir.. Çok daha başka, çok daha fazlasıdır.."


Annemi hayatımda kendimi güvende hissetmemi sağlayan en huzur dolu liman, yaslandığım en güçlü dayanak olarak gördüm hep… Onun gölgesinde, her yaşımın hatalarını kapatacak yerler, köşeler hep vardı. Benim en büyük şansımdı. Hiç büyümüyor, yaş eskitmiyordu. Bir söz duymuştum; “Dünyada sadece bir tane güzel anne vardır ve bütün çocuklar ona sahiptir” gibi bir sözdü, ya da bunun tersten yazımıydı tam anımsayamadım ama annem, bu sözüsöyleyememenin hüznünü benden hep uzak tuttu. Onun ayaklarının altına serilen cennet bahçelerinden birisini hak edebilmek için yaşadım. Anneme duyduğum sonsuz sevgi, ondan öğrendiğim hayatta kalma dersleri ve sınırsız minnetim, hayat yangınının ortasında kaldığım zamanlarda, ilk kurtarılacaklar listemin her zaman en üst sıralarındaydı.

Ama bu yazı, anne kimliği ile kendi dünyaya geliş nedenini en muhteşem kombinde birleştirip dört mevsimin her anında üstüne yakıştırmayı bilen, hiç tanımadığım başka bir anneye yazıldı.

&&

Annelik, yaşlı gezegenin hangi coğrafyasında, hangi ülkede, hangi dilde söylenirse söylensin, bir kadına en çok yakışan, en kutsal kimliğidir. Her çocuk, bir anlamda annesinin kendi hayatına meydan okuyabilme cesaretine verilmiş hediyedir. Bu meydan okuma karşısında, annelik kavramı ete kemiğe bürünür, kitap sayfalarından çıkar ve kendi hayat hikayenizin içinde artık hiç ayrılmayacağınız, size en çok yakışan rolünüz olur… Dünyada yaşayan milyarlarca insanın, bir köşesine sahip olabilmek için tüm zamanlarını ibadetle geçirmeye çalıştıkları cennetin, bulmasını bilen için sizin ayaklarınızın altına bir seferde sığdırılması, saklanması asla boşuna değil.

Hayat, insanı yanlışları gösterip doğruya götüren bir anlayışla görevini yerine getiriyor. Hepimiz bu keskin çarka bir şekilde bir yanımızı kaptırıyoruz. Üzülmeyi öğreniyoruz, canımız yanıyor, can acıtıyoruz. Her durumda, bizleri yolumuzun üzerinde tutan, hep sizlerden aldığımız, sizlerin kalplerimize, gönüllerimize yerleştirdiğiniz, o hiç şaşmayan pusula oluyor.

Anneliğin kutsal dünyasından içeri, ilk kızınız dünyaya gözlerini açtığında adım atmıştınız. Çok yeni, bambaşka ve hiç bilinmeyen bir dünya, bir kimlikti bu sizin için. Anne olmanın ilk sınavını böyle verdiniz. Üstelik bu sınav, farklı ve tersten bir yöntemle uygulandı. Önce öğretip sonra sınayan alışkanlıklara karşı, siz önce bu sınava girip, başarıp ondan sonra öğrenmeye başladınız. Kızınız ile birlikte siz de büyüdünüz, sizinle birlikte anne kimliğiniz de büyüdü.

Sonra, bana bu yazıyı yazdıran sebep olan ikinci kızınız dünyaya geldi. Bir Çarşamba günüydü. Hava oldukça soğuktu. Dünyanın, denizlerin, ağaçların üstlerine montlarını giymeye başladığı günlerdi. Siz ikinci kızınızı o gün Ankara’daki o hastanede kucağınıza ilk aldığınızda, yıllar sonra bir gün, hiç tanımadığınız heyecanlı bir gencin kaleminden çıkma ve tamamen size adanmış bu yazıyı okuyor olacağınızı asla tahmin edemezdiniz. Kader öyle bir senarist ki, asırlar boyu kalemindeki sırrı çözebilen olmadı.. Üstüne kutsal kitaplar da gönderilse, hiçbir insanın aklı bunu anlamaya yetmedi. Dünyayı yaşanası kılan biraz da bu belki. Ve o kader, bugün benim kalemimin önünde boyun eğiyor, içine mürekkep olup doluyor ve sizin için sözcüklere dönüşüyor. Buna tanıklık etmek bile benim açımdan büyük bir mucize gibi. Ben hiçbir şey yapmıyorum. Sadece tuşlara basıyorum. Kalbim konuşuyor, ben not alıyorum.

&&

Ben, kendi inanacağı dini, diğer bir deyişle Allah’ı göreceği pencereyi anne-babasından miras almış değil de kendisi seçmiş bir çocuktum. Müslüman bir anne-babadan dünyaya gelmiştim; ama kendime “neden böyleyim?” deyip içinde yaşadığım hayata, etrafımda görüp merak ettiklerime, insanlara, güneşe, geceye, suları birbirine karışmayan denizlere ve daha birçok şeye dair biriktirdiğim soruların cevaplarını aramaya başladığımda daha çok küçük sayılırdım.

Hiç bilmediğim dillerde kaleme alınmış kutsal kitapları okudum. Tevrat, Matta, Yuhanna ve Kur’an… İnsanın ömrünün aslında yüz yirmi yıl olduğunu Tevrat’tan, etten kemikten bir insanın isterse denizin üstünde bile yürüyebileceğini İncil’den, meleklerin iki, üç ve dört kanatlı olduklarını Kur’an’dan öğrendim..

Öğrendiğim bir şey de şu oldu: İnsanın karşısına çıkan şanslar, gökyüzünde kayan yıldızlara tanıklık etmek gibidir. Bir anda olur, o anda o şansı görmezseniz, bir daha asla karşılaşmayacağınızı bilmeniz gerekir. Bu şansa sahip çıkmak, ancak ve ancak adanmışlıkla mümkündü. Ben de bunu seçtim. İnsana verilen yaşama şansının en iyi biçimde, taşıdığımız canın asıl sahibini mahcup etmeden değerlendirilmesi gerektiğine inananlardan oldum. Çünkü insan, hayata geliş nedenini çabuk bulmalı. Hayat çok hızlı akıyor. Mevsimler geceden sabaha değişiyor. Özellikle insanın hayatla arasına kara kediler girdiği anlarda bunları düşünmeye, dahası fark etmeye çok zamanı oluyor.

İşte bu düşünceler beni düşünemez hale getirmişken, kolum kanadım kırık halde hayatın bitmek tükenmek bilmeyen, dört koldan gelen saldırılarıyla başa çıkmaya çalıştığım anlardan birinde karşılaştık biz onunla.. İkimiz de yağmur yüklü bulutlar gibiydik, hani yağmaya bahane arayan…Bu iki bulutun çarpışmasından bir sağanak hikayenin ilk damlaları yağdı şehrin üstüne. Damlalardan birisi de işte bu yazı.

Sorsanız, tam tersini söyler size belki; ama benim boğulmak üzere olduğum sulardan çıkmamı sağlayan can simidim oldu. Hayatın sularının artık boyuma yaklaştığı anlarda, nefes aralığım oldu o. Başımı suyun üstünde tuttu. Hani, derin sularda boğulmak üzere olursunuz da, bir yere tutunur hayatta kalırsınız. Tutunduğunuz an kendinizi yeniden doğmuş gibi hissedersiniz. Benim yeniden doğuş anım da, işte tutunduğum o dal oldu.. Hani başka bir deyişle, küçükken en çok doktora götürdüğünüz o kızınız... Kıyıda onun olduğunu düşündükçe, ayağımın dokunamadığı dipler, derinler beni korkutmamaya başladı.

Onu anlatabilmek için kalbimin çıkış tünelinin önüne yığılmış daha binlerce sözcük var buraya taşınmayı bekleyen. Ama onları ayrı bir kitaba saklıyorum. Kendi de bunu biliyor. Ama şunu söylemem gerek ki onun bana, ruhuma üflediği o nefes, bir çığ gibi katlandı, büyüdü ve ona karşı sonu sınırı olmayan bir adanmışlığa dönüştü. Bu adanmışlığımı korumak, ilk başta taşıdığım cana, sonra da o canı bana veren, kırık dökük hayallerimin tıkanmış oksijen kanallarını açana karşı borcumdur.

&&

Her çocuk, kendi annesinin hayat denizinin kıyısında, sulara cam şişe içinde bıraktığı umutları, hayalleri demektir. O yüzden, Onun yüzüne ne vakit baksam, hep size dair bir şeyler gördüm. Bir annenin hayallerini, düşlerini, umutlarını… Kızınızda hayran olduğum her yön, aslında bir bakıma sizde hayran olduğum yönlerdi… Siz, her şeyin, bütün bu hikayenin başladığı yerde duran insansınız. Siz olmasaydınız, hiçbir şey olmayacaktı. Bu yazı, sözcüklerin omuzlarında anlatmaya çalıştığım o mucizeye yol veren özel insan, anne için, kilometrelerce uzaklarda ayağına bağladığım teşekkür notuyla gökyüzüne uçurduğum beyaz minnet güvercinidir. Bunları sesimle, sözümle ifade edebilmeyi çok isterdim. Ama şuan için gücüm bu kadarına, hiç tanımadığım, tanımadan çok fazla sevdiğim bir güzel insanı, hiç tanımadığım bir dolu insana anlatmaya yetti.

 
Toplam blog
: 16
: 4272
Kayıt tarihi
: 16.09.08
 
 

Fotoğraf makinesiyle, gazetelerle, dergilerle içiçe yaşıyorum. Takım elbise ve kravatlı camiadanı..