Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Aralık '11

 
Kategori
Ben Bildiriyorum
 

İğneada ve Palivor Çiftliği

İğneada ve Palivor Çiftliği
 

İğneada Yarımadası!


Babasıyla aynı ismi taşıyan Derviş Mehmet Zilli; ( Evliya çelebi) Padişah 4.Mehmet zamanında Rumeli illerine yaptığı seyahatlerden birini gerçekleştirmek için kışın en şiddetli döneminde, besmele çekerek yollara koyulur. Kar ve fırtına o kadar güçlüdür ki üç günde ancak Terkos gölüne gelebilmiştir.

 Evliya Çelebi seyahatnamesinde, Rumeli yolculuğunda izlediği Karadeniz kıyı şeridini daha önce hiç görmediğini yazmış...

Terkos köyünü, gölünü ve kalesini anlattıktan sonra “ Karadeniz kenarında temaşa eylediğimiz kaleler ve kasabalar” bahsinde şöyle devam etmekte:

“ Buradan yukarı batıya giderek, Demirci burnuna geldik, sivri bir burundur. Burada gemiler paralanır.

Buradaki bir Rum Köyü batanları (Batık gemileri) yağma eder”

Evliya çelebi’nin yaşadığı çağlardan çok çok eski çağlarda da batan gemileri yağmalamak bayağı kazançlı bir iş olarak karşımıza çıkıyor.

Nitekim Helenli komutan Ksenophon’un “Anabasis - On Binlerin Dönüşü” adlı eserinde Midye (Kıyıköy) civarını anlatırken yaptığı açıklamalar o çağlarda ki gemi yağmalama olaylarının Evliya Çelebi’nin anlattıklarıyla büyük benzerlikler arz ettiğini gösteriyor.

Midye Köyünün kıyıları o dönemde çok sığ olduğunu ve orada yaşayan Rum köylülerin (Thrak’lar) ilk önceleri karaya oturan gemileri yağmalamak için birbirleriyle kavga ettiklerini ve hatta birbirlerini öldürdüklerinden bahseder.

Sonunda burada yaşayan Thraklar’lılar sahilleri direkler ile bölüp sınırlandırarak her takım kendi alanı içinde denizin attıklarını toplamaya başlamışlar.

Diğer yandan denizlerimizdeki fauna’nın da kontrolsüz, hesapsız yok edilmesinden bahis edersek

Belkide “Denizden babam çıksa yerim” yamyamlığı veya “Denizde bulunan ganimettir” sözü; o zamanın anlayışından babadan oğul’a geçerek günümüze kadar gelmiş ve bu insanların, karada iş tutanların yanında, kendilerinin ayrıcalıklı ve bu hakka sonsuza kadar sahip olduklarına inandırılmışlardır!

Evliya çelebi: “Batıya Karadeniz kıyısı boyunca gidip Ayapavya’ya (yani bugünkü adıyla Aypolos olarak bilinen mevki) limanına geldik)  Aypolos üç yüz evli bir mescitli Köydür” der. Bu gün bahsettiği bölgede, söz konusu tarihten kalan ne bir kalıntı ne de tarihi gün yüzüne çıkaracak bir çalışma var. Tabi ki bunlar önemli şeylerdir. Tarihimizi bilmezsek geleceğimize nasıl yön verebiliriz?

Mülki amir ve idarecilere bu konuda çok büyük işler düşmektedir. Herkes yaşadığı topraklarda neler olup bittiğini iyi öğrenmeli; küçük yerleşim birimlerindeki tarihi kalıntıları meydana çıkarmak için girişimlerde bulunulmalı. Memleketimiz de birçok araştırılmayı bekleyen bakir topraklarımız, izinsiz kazı yapan defineciler tarafından talan edilmektedir.

Evliya Çelebi devam eder...

“Bugün yerinde yeller esen Aypolos’un tam karşısında 9 km uzağında bugünkü adı İğneada o günkü adı “İne ada” görünür. İne ada; 1452 tarihinde Fatih’in Gazilerinden “İne” adlı gazi tarafından fethedilmiştir. Harap bir küçük kalesi vardır. İçinde oduncu Rumlar oturur. Karadeniz’de bundan başka ada yoktur” der.

Bugün Evliya Çelebinin gözlemlerinden yola çıkarak sözü edilen kalenin hiçbir yerde kalıntısına rastlanılmamıştır. Öyle ki deniz kenarında ki bir mağaradan bu kaleye kadar çıkan bir yol olduğu da rivayet edilir.

 Orhan Uyanık’ın “Benim Cennetim İğneada” adlı eserinde; Osmanlı arşivlerinde, caminin köyün nakledildiği yere inşa edilmesi ile ilgili bir bilgiye rastladığını söylüyor. (Tarih:06/Z/1324 (Hicri) Dosya No: 43 Gömlek No: 1324/Z-01 Fon Kodu: İ..EV.. Olan belgenin konusu; İğneada Camii’nin, karyenin (köyün) naklen tesis edildiği yerde inşa edilmesi...)

Osmanlının eline geçen İğneada köy’ü, bugünkü iğneada değildir. Burasının yeniden kurulduğu yukarıdaki belgede anlatılmaktadır.

Ünlü gezgin 1662 tarihinde Aypolos sahilinden baktığında Bu günkü İğneadayı tam bir ada olarak görmüş ve “Karadeniz’de bundan başka ada yok” demiştir. Fakat bugün böyle bir coğrafi oluşum görülmemektedir. İğneada bu günkü haliyle sıradan bir sahil kasabası olmuştur. Peki, ne oldu da bu coğrafya 400 yılda değişmiştir?

Bundan yaklaşık yirmi yıl öncesine kadar yaptığım araştırmalarda daha önce hiçbir bilgiye sahip değilken, İğneada’ya 15 km uzaklıktaki eski adı Korfa bugünkü adı ise Avcılar köyünün ileri gelenleri ile sohbetimiz de; burada köyün eteklerindeki bir muhitte bulunan kayalarda, gemilerin bağlandığı demir halkalardan söz etmişlerdi!

Bahsettikleri yerin denize uzaklığı nerden baksanız 7-8 km. var. Yine yazarımız Orhan Uyanık söz konusu kitabında: “İğneada’nın kuzey ve güneyinde lâgün özelliğini taşıyan göller tarihsel süreç içinde denizle olan bağlantılarının uzun kum bandlarıyla kapanması neticesinde oluşmuştur. Mert ve Erikli adlı gölleri mevcut longosların devamı olarak deniz seviyesinden aşağıda kalmaktadırlar. (Benim Cennetim İğneada) kitabında bu konu daha geniş anlatılmaktadır.

Sonuç itibariyle yakın tarihimizde yani 19. yüzyıl içinde Trakya da ve özellikle iğneada civarında tarihsel boyutta yaşanılan kış aylarını göz önünde bulundurursak Evliya çelebi zamanında buralarının da Sibirya’dan farksız olduğunu söyleyebiliriz. İğneadanın mevsimsel bir ada olması halinde diğer taraftan kasap çayırının sular altında kalması ve derelerin taşmasıyla Sislioba’nın kuzeyinden ve batısından gelen deniz suyunun Rezve deresi ile birleşip Karadeniz’e aktığında; Sislioba’nın bugünkü yerinin sular altında kaldığı, Beğendik ve Limanköy’ün de mevsimsel bir ada olduğu ortaya çıkar!

Evliya Çelebi bana göre bu gezisini yazın yapmış olsaydı iğneadanın bir ada olmadığını görürdü! O dönemlerde aşırı yağışlardan dolayı deniz seviyesine yükselen suların üzerinden balıkçı veya korsan teknelerinin “Deringeçit” longosunu takip ederek söz konusu Avcılar (Korfa) köyünün eteklerine kadar gelmesi ve köylülerin bahsettiği demir halkalara teknelerini veya gemilerini bağlamaları mümkün görünüyor!

Ancak beğendik ve Limanköy’ün etrafı denizden ve karadan ekstra suların yükselmesi ile batısında ince bir çizgi şeklinde ki suyolu ile tam bir ada olurken; İğneadanın batı kısmında bulunan sırt kesinlikle bu yükselen sudan veya aşırı yağışlardan etkilenmesi ve tam bir ada olması mümkün görünmüyor!

O dönemlerde insanlar kışın hava koşullarından yazın ise göllerdeki sivrisineklerin bulaştırdığı sıtma hastalıklarından korunmak için yüksek yerlere yerleşmeyi daha uygun görüyorlardı. Bu yüzden etrafta görünen yerleşim bölgeleri genelde hep tepelere yapılmıştır.

İğneada’nın önceleri sadece iskelesi varken buralarda çalışan ve yaşayan insanlar Limanköy, Avcılar Köy’ü ve o zamanki ismiyle Ayastefanos da yaşamayı seçmişler. İğneada da daha sonra kanaralık tepesine taşınmış denizden ve erikli gölü tarafından gelen ani su taşkınlarına ve dalgalara karşı korunaklı ve daha güvenli hale gelmiştir.

Tüm bu olumsuzlukların dışında hem yazın hem kışın rahat yaşamak, bölge insanlarının çeşitli gıda ihtiyaçlarını temin etmek için hayvan çiftlikleri, sebze ve meyve çiftlikleri için daha yüksek tepelere Rum ve Bulgarlar tarafından onlarca çiftlik kurulmuştur.

Bunların isimleri ve bölgeleri Rahmetli Orhan Uyanık ağabeyim kitabında detaylı şekilde anlatmıştır. Örneğin; Aptos çiftliği, Dimitri, Trandafil, Pali kışla, Pedina, Sarraf, Toflu, Buru Meçke, Samo Torlar, Yankov, Yanakov, Yorgi, Osme Petro,  Tripes, Longos, Arvanus, Aypolos, Vasilpof, Palehor çiftliği vs.    

Bu çiftliklerin birçoğunun yerlerinde yeller esiyor bazılarında ise küçük hayvan ahırları vardır. Aslına bakarsanız bu çiftliklerin kullanabilinir olanlarını tekrar faaliyete geçirilmesi yöre halkı ve ekonomisi için müthiş önemli kaynaklar yaratır. Yıllardır, yılın belli aylarında balıkçılık, maktacılık, pansiyonculuk, vs. işlerde çalışıp diğer aylarda boş gezen yöre halkı için bu iş kollarının açılması, yazın gelen 20 000 nin üzerindeki yerli yabancı turistlerin ihtiyaçlarını karşılaması iğneadanın ekonomisini ve çıtasını yükseltir.

Milyon dolar harcanarak İğneada’ya Resort Otel yapılmıştır, Bu otelin hizmete açılmasından sonra İğneada çarşısı kendini şöyle bir silkelemiş lokanta ve alışveriş marketleri hem çoğalmış hem kabuk değiştirerek yenilenmişlerdir.  Otel yöneticilerinin, bünyesinde yerel halktan insanları istihdam etmesi güzel bir şey, bu tür yatırımlar çoğaldıkça halkın geçim sıkıntıları azalacaktır.

Kaybolan tarihi çiftliklerin de birer birer faaliyete geçmesi sonucu ürünlerini çarşı pazara sunduklarında, dışarıya olan bağımlılık büyük ölçüde kalkacak, dışarıdan gelen canlı para sezonunda burada ki üreticinin cebinde kalacaktır.

&&&&

Yaklaşık bir yıldan beri Palivor’da yapılan inşaatlardan bahsediliyordu. Bunu ilk duyduğumda “Eyvah” dedim. Sanki doğa elden gidiyormuşçasına içim cız etmişti! Buralara bir takım ünlü insanların gelip gittiği filan söylendiğinde Palivor da yapılanları epey merak ediyordum. Telefonla görüştüğüm yeğenlerim sadece yapılan işlerin çokluğundan bahsediyor ama tam olarak ne olup bittiğini bana anlatamıyorlardı. Kısmet 27 Kasım 2011 Pazar gününeymiş. Kayınçom ile cumartesi gününde silahlarımızı ve oltalarımızı arabaya koyup saat 15.15 te yola çıktık.

Akşam yemeğimizi Saray’da yedikten sonra yolumuza devam ettik. Kahraman bayırında yapılan yol inşaatlarını görünce eyvah dedim gitti bizim güzellik suyumuz! Nihayet birkaç dakika sonra çeşmenin olduğu yere geldik. Tam da tahmin ettiğim gibi çeşmenin yerinde yeller esiyordu ama Suyun geldiği yere bir parmak kalınlığında plastik hortum bağlamışlardı. Özellikle yanımda getirdiğim 5 Litrelik su şişesini doldurup yolumuza devam ettik.

Demirköy’e gelince Avcılarköyü’nden yeğenimi aradım. Geleceğimizden haberi vardı ve bizi Ilıka tepesinde beklediklerini söyledi. Önce Avcılar köyüne geldik saat 21.00 sırasıydı. Birkaç dakika sonra iğneada istikametine hareket edip sözleştiğimiz yerde dayıoğlu ile buluştuk. Yarın yapacağımız domuz avı için program yaptık. Bize burada kalın dediyse de biz İğneada da Kalkana olta atacağımızı söyleyip yeğenim ve yanındaki arkadaşından ayrılıp yola devam ettik.

Saat 21.30 sırası tekrar aperatif bir şeyler yerken telefonları çıkarıp İstanbul’u evlerimizi aradık ve İğneada’ya sağ salim geldiğimizi rapor ettik! (İstersen etme) :) Gece acıkırız diye marketten alışveriş yaptık ve sonra limana hareket ettik. Hava çok esiyordu. Biraz dolaştıktan sonra sıcak araba içinden çıkmak zor geldi ve tekrar İğneada’ya döndük. Kahvede çay içtikten sonra itfaiyede görevli asker arkadaşım Recai’nin yanına sohbete gittik. Sessizce yaklaşıp kapıdan “yangın vaaar” diye bağırdım.

Kapıdan kafasını uzatıp “Kusura bakmayın bak kapıda yazıyor biz saat 24.00 ten sonra yanana bakmıyoruz” deyince bastık kahkahayı. Kendisini ziyarete geldiğimiz için Recai arkadaşım çok memnun olmuştu. Tabi bizde gürül gürül yanan sobayı ve yatacak yerleri gördükten sonra ondan fazla memnun olduk!

Kayınçom ile asker arkadaşımı tanıştırdım ve eski günlerden, avcılıktan, balıkçılıktan bol bol sohbet ettik. Askerlikten söz ettik. Domuz avlarımızdan, ördek, çulluk, tavşan avlarımızdan bahsettik. Vefat eden arkadaşlarımızı abilerimizi hatırladık konuşmadığımız dostlarımızla şu üç günlük dünya da hasret kaldığımız sohbetlere üzüldük.  Saati 05.00 kurmuştuk. Güneş doğmadan oltaları suya yatırmam lazımdı. Kayınçom 02.00 gibi bende 03.00 gibi kafamı yastığa koydum.

Saat 05.00 te Recai bizi kaldırdı onun yanında ayrılırken “Bu gün ben, Şahin dere civarında kuş avına çıkacağım, gelirseniz oradayım haberiniz olsun” dedi. Kayınçom ile dükkânı sabah erken açan börekçide kahvaltımızı yapıp limana hareket ettik. Liman girişine gelince sağ taraf arabayı çektim ve far ışığı altında beş adet oltayı yemleyip denize attım. Hava felaket soğuk ve fırtınalıydı.

İlerleyen dakikalarda hava aydınlamış deniz üzerinde yüzlerce elma baş ördek ve karameke vardı. Arabanın üzerinden ördeklere silah atsak saçma sayısı kadar ördek düşürmek hiçten bile değil. Ama biz bunu yapmadık. Saat sekiz olmuş zillerden hiçbiri düşmemişti. Sular müthiş akıntılıydı. Oltaları toplamaya başladığımda üzerinde yemler taptaze duruyordu!

Sabah 08.30 gibi limandan yeğenimiz ile buluşacağımız av sahasına hareket ettik. İğneada’dan çıktıktan sonra Palivor yoluna saptık. Yol asfalt değildi ama çok güzel tesviye edilmişti. Nihayet 11 km sonra Palivor’a gelmiş yapılan inşaatları gözümle görmüştüm. Ummalı bir çalışma vardı beton yapıları gördüğümde korkum başıma geldi dedim! Sağdan soldan resimler çektim ve bu konuyu birileriyle görüşmem gerektiğini düşündüm.

Av sahasına geldiğimizde ne dayıoğlu vardı ne titem oğlu. Kayınçom ile biraz Tarzan misali ormanda dolaştık. Pirgoplu da terk edilen askeri yapıların kalıntıları arasında, hedef koyup tek kurşun atışlarına başladık. Bizim için av başlamadan bitmişti. Kayınçoma bundan sonra av partnerlerimizi gözden geçirmeliyiz dedim ve gülüştük. Arabaya atlayıp tekrar Palivor dan Şahindere bölgesine gittik.

Bölgeye vardığımızda atılan silah seslerini havlayan kopayları duyduk. Burada hareket vardı, biraz dinledikten sonra Önce Raşit ağabey ile karşılaştık ve tanıştık. Daha sonra Recai’yi ormanda bulduk. Ben fotoğraf makinesini onlar silahlarını aldılar ve kuş avcılığı başladı. Hem onları çekiyor hem Dedeman mantarlarını topluyordum. Geç olduğu için kuşlar köpek kendilerine yaklaşmadan kalkıyordu. Köpeğin perma yapmasına fırsat kalmadan 10 yakın çulluk kaçtı.

Ama 4 tanesi kaçamamıştı! Saat 14.00 gibi av bitti.  Raşit ağabey ve Recai bundan sonra av için geleceğiniz zaman bize haber verin dediler. Kayınçom Tamer ile göz göze geldik ve gülüştük. Aynı şeyi düşünmüştük. Recai ve Raşit ağabey bizim bundan sonra yeni av partnerlerimizdi! Ayrıca Raşit ağabey bana Palivor çiftliğinde yapılanlar ve yapanlar hakkında iyi şeyler söylemiş içimi ferahlatmıştı.

Özellikle Raşit ağabey bizi kendi av köşküne davet etti ama dönmek zorunda olduğumuzu... İnşallah bir dahaki sefere geleceğimizi söyledik. Arkadaşlarımıza gerek yok demiş olsak’ta ısrarla çullukları bize bıraktılar ve kendi arabalarına binip bizden uzaklaştılar. Bizde hazırlanıp İstanbul’a saat 20.00 sırası döndük.

Palivor çiftliğini ve yatırımcılarını internetin sağladığı geniş imkânlardan yararlanarak araştırdım.  
 

 

Kerem ve Emre Oral kardeşler bugüne kadar cesaret edilemeyen bir işe koyulmuşlar ve bu projeleri ile de ödül kazanmışlar.

Şöyle diyorlar:

‘Gözümüzü kararttık, karanlığa bir kurşun attık’
“Evet, eko yaşam, eko tarım, gastro yaşam bunlar bizim için önümüzdeki on senenin temaları. Bunların üzerinde yoğunlaşmak istiyoruz. Bu kadar yeşil bu kadar güzel doğaya kötü davranılmasının kabullenemiyoruz. Gelişme ve doğayı koruma tüm dünyada da iç içe. Yörede yaşayan ve doğayı korumakla yükümlü köylü de oyuncu olarak içinde yer almalı. Buraya ev satın alıp gelen insanları hayvancılık, bağcılık, meyvecilik gibi yatırımcı olmaya yöneltirsek ne mutlu bize. İstanbul’a 2,5 saat olmasına rağmen kimse gitmiyor buralara. Köyler boşalmış, terk edilmiş, yoksul. İnsanlar Trakya’ya sırtını dönmüşler nedense, hiçbir yatırım yok, yolları bozuk...

Oysa sınırın öte yanında Istranca Dağları’nın olduğu bölge turizmde çok gelişti değil mi?

Istranca Dağları Bulgaristan’ın ortalarından Burgaz’dan başlayıp İstanbul’a dek devam eder. Bugün Bulgaristan’da Istranca Dağları dediğimiz bölgenin otelleri, restoranları, barları, pansiyonları, yürüme yolları, bisiklet yolları var. Bunların hiçbiri 2 bin metre ileride yok. Bunun izahı çok zor. Biz gözümüzü kararttık, karanlığın ortasına bir kurşun attık.”

Benim için bu sözler çok önemli; keşke buralara bu düşüncede insanlar gelse... Yukarıda bahsettiğim tüm çiftlikler bu düşünce ile faaliyete geçse... İnsanlar önemsizmiş gibi görünen yaptıkları işlerinin önemini kavrayıp bunu değerlendirebilse...

Bu bir bayrak yarışı olmalı ve herkes elini taşın altına sokmalı... Düşünce ve girişimleri için Oral Mimarlık, İnşaat ve Gayrimenkulün sahipleri Kerem ve Emre Oral kardeşlere bölgem ve insanlarım adına çok teşekkürler...

Not: Bir tepsi çulluk kapaması yaptık ama evde yüzüne bakan olmadı. Herkes vejetaryen oldu sanki! Küçük kaplara koyup benden her defasında av isteyenlere dağıttım. Ben mi? Yok yok bende yiyemedim. Balık olsa kalmazdı ama...

M.Talip Girgin

 

 
Toplam blog
: 438
: 826
Kayıt tarihi
: 07.01.07
 
 

Milliyet Blog'a hangi vesile ile kayıt olduğumu doğrusu hatırlamıyorum!  Bende birçoğunuz gibi ya..