Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Ekim '16

 
Kategori
İnançlar
 

İnkârcının boynu

İnkârcının boynu
 

Bazıları Muhammed suresi 4. Ayetten salt şu manayı çıkartıp İslamiyet’in kendinden olmayana yaşam hakkı tanımadığını ileri sürebiliyor. Buna kanıt olarak da Muhammed Suresi 4. Ayet’e verdikleri manayı öne sürerler. Onlara göre ayet açıktır ve şöyle der, “inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun”

Ben ayet yorumlamaktan kaçınırım. Haddimi bilirim. Ancak bir ayeti tek ve eksik cümleyle eleştiriye çekmek de adil değildir.

Ayet genel çeviri manasıyla şöyle diyor:

47/MUHAMMED-4: “Hakikat bilgisini inkâr edenlerle (savaşta) karşılaştığınızda, boyunlarını vurmaya bakın. Nihayet onlara ağır bastığınızda, bağı takviye edin (esir alıp sıkı bağlayın). Ondan sonra yapılacak olan, lütfen karşılıksız salıvermek ya da fidye mukabilinde bırakmaktır. Harp ağırlıklarını bırakıncaya kadar budur. Eğer Allah dileseydi, elbette onlara yaptıkları suçun sonucunu (ilâhi azapla) yaşatırdı. Fakat bazınızı bazınızda olarak (bazınızın canıyla) denemek için (savaşı ortaya koydu). Allah yolunda öldürülenlere gelince, onların yaptıkları asla boşa çıkartılmaz.”

Diyanet meali de şöyle:

''(savaşta) inkâr edenlerle karşılaştığınız (çatıştığınız) zaman boyunlarını vurun. Nihayet onları çökertip etkisiz hale getirdiğinizde bağı sıkı bağlayın (onları esir alın). Artık bundan sonra (esirleri) ya karşılıksız ya da fidye karşılığı salıverin. Savaş sona erinceye kadar hüküm budur. Eğer Allah dileseydi (kendisi) onlardan öc alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek için böyle yapıyor. Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların amellerini asla boşa çıkartmayacaktır.''

Yaşar Nuri Öztürk’ün Muhammed Suresi 4. Ayet çevirisi:

“Küfre batmışlarla burun buruna geldiğinizde, boyunlar vurulur. Nihayet onları bastırıp sindirdiğinizde, antlaşma bağını sıkı bağlayın. Artık bundan sonrası ya bir bağışlama ya bir fidyedir. Nihayet, harp, ağırlıklarını yere bırakır. İşte böyle! Eğer Allah dileseydi, onlardan öç alırdı. Ama kiminizi kiminizle denemek için böyledir. Allah yolunda öldürülenlerin amelleri asla göz ardı edilmeyecektir.”

***

Savaşı koşul yapmadan bu ayetin manasını "inkârcıları karşılaştığınız yerde öldürün" demeye getiren çeviri hatalı anlayışa yol açar. Aslında ayetteki gerçeklik ayetten bağımsız zaten vardır. Savaşan taraflar tarihsel gerçeklikte kendilerine biat etmeyeni, yani kendilerinde olan hüküm mührünü inkâr edeni öldürmeyi meşru sayarlar. Maalesef insan uygarlığının İslamiyet öncesinden beri onayladığı tarihi ahlâk böyledir. Ayet olmasa da insan uygarlığının tarih boyunca uyguladığı bir savaş gerçekliğidir. Anlaşılan Allah bu savaş ahlâkını adil bulmuş ve ayet konusu yapmıştır. “Ben iyi olanın iyiliğe bağlılığını kötü olanla sınarım” der gibi geliyor bana.

Aslında, savaş sırasında inkârcı boynu vurmaktan daha çok önemsenmesi gereken ilâhi arzu, “pes edeni veya esir alınanı savaş bitiminde fidye veya merhametle bağışla” emridir. İnkârcı olsalar bile savaş esirlerine zalimlik etmeyi haktan saymıyor. Yani, inkârcı olsalar bile aman dilemiş veya zorla esir alınmış kişilerin boynu vurulmuyor. Bir tür savaş hukuku yapılmış. Bu hukuk gereği eğer savaş cephesinde değilse inkârcının boynunu vurmak bir Müslümanlık hakkı değildir. Hak olmadığı gibi can almadaki ilâhi yetkinin gaspı olmasıyla büyük günahlardandır. Bu hak ediş savaş içi koşullara bağlanmıştır; ancak savaş cephesindeki vuruşmada boynunu kopartabilir.

Hâl böyle ele alınınca barış ortamında Müslüman’ı inkârcının potansiyel katili görmek de cahil anlayışı olmaktadır. Cehalet yoksa yorum hatası vardır. Yorum hatası da yoksa kasıtlı çarpıtma vardır. Her üç şıktaki anlayış, bu ayete dayanarak tüm inkârcıları (kâfirleri) öldürmek üzere cihat sancağı açtıran Müslümanlık kadar tehlikeli bir anlayıştır.

Aslında asıl sorulması gereken soru şudur: Allah, koşullu da olsa boyun vurmaya izinli savaşı Müslüman’a neden hak yapmıştır? Ya da kâfirlerle Müslümanların öldüresiye savaşmasında Allah’ın görmek istediği nedir? Kimine göre savaş büyük bir ilâhi sınavdır. Hadi sınavdır diyelim; öyleyse cevap nedir? Bana göre tüm savaşlar aslında hâkimiyet ile özgürlük güçlerinin uzlaşı dalaşıdır. Sonunda her iki taraf barış içinde var olabilme koşullarının bilgisine erip uzlaşı işlevselliği kazanır. Nihayetinde insan uygarlığı savaş acısı çektirmeyen uzlaşı yollarını yürüten işbirlikçi barış kültürüyle var olmayı öğrenecektir. İşte cevap budur; barış içinde yaşamayı öğrenmek. Barışı insan uygarlığının en yüce değeri yapmayı Allah arzusu sayınca, kul olana düşen bu arzuya uygun yaşamanın yolunu da öğrenmektir. Yani, savaşmayı küresel suç yapan bir uygarlık tasarımına geçmeliyiz. Allah’ın Müslüman kulu olmayan “inkârcılar” da bu uygarlık tasarımına itiraz etmezler. Ne de olsa boyunlarını vurmayı hak yapan ilâhi koşul insan iradesiyle aşılmış olacaktır. Gene de dünya ve ahret çıkarı için savaşmayı olası barışçıl yaşama tercih eden her kimse işte onun başı vurula…

Şimdi biz öyle bir insanlık düzeyine gelip savaşı insan uygarlığı meziyeti olmaktan çıkartsak, Allah yukarıdaki ayete rağmen buna razı olur mu? Hemen herkesin Allah'ın savaşsız bir dünyaya itiraz etmeyeceği kanısında olduğunu düşünüyorum. Savaşsız dünyaya ilâhi rıza geldiğinde Kur'an'ın bu ayeti de kullanım ömrünü tamamlamış olur elbette. Hayal edelim ve görelim; inkârcılar ve Müslümanlar savaşa tutuşmadan sadece insan kimlikleriyle dünyevi işbirliği yapmaktalar… Allah onları savaşmadıkları için kahreder mi? Buradan bir bakışla görüyorum ki, Müslüman Allah için savaşmayı Kuran’ın değişmez hükmü saymakla Allah'tan bile daha fazla Kuran dogmacısı olabilmektedir. Allah’ın insan savaşlarını lanetlemeyişi, savaş ile barışın nimetlerini doğru ölçüyle kıyaslayan bilinçle bizi kendine yaklaştırma fırsatını sunmak olamaz mı? Allah öldürene mi yaşatana mı daha yakın durur?

Tüm ayetler insanın iyiliği içindir; tabi ki ayet okuyanın sadece kendi iyiliğini gözeten manada kalmışsa büyük günahtır. Ayetler insanlığın topyekûn iyi gelişimine niyetlidir. Ayetlerdeki manayı da bu niyete uygun aramak gerekir. Kur'an hükmünü bu niyete uyarlı manalandırmak bir bakıma değişen zaman ve yaşam koşullarına bağımlıdır. İslamiyet birçok konuda koşullu gerçeklik arz eder. Domuz eti yeme der de dağda açlıktan ölmek üzereyken bir domuz avlamışsan ondan seni yaşatacak kadar yiyebilirsin der. Abdest suyla alınır der de, suyun olmadığı yerde temiz toprağa veya topraktan yapılmış bir nesneye el sürerek teyemmüm abdestiyle namaza durabilirsiniz. Yatalak iseniz göz kapaklarınızla bile namaz kılabilirsiniz… Müslümanlık uygulamada son derece esnek biçimsellik arz eder; esas önemsediği yapılanın özündeki iyi niyettir. İslami bilginin manası işin samimi ruhunda ve iyilik esasındadır. “Allah sözüdür” diyerek insan ve hatta insandan öte yaşam için aldığınız öğüdün kötülük nedeni olabileceğini fısıldayan vicdan sesinizi duyduğunuzda bilin ki Allah adıyla aldatılmak üzeresiniz.

Allah savaşta bile sadece vuruştuğumuz inkârcıyı öldürmeye izin veriyor. Buradan ayrıca anlaşılması gereken bir yan mana da şudur. Müslüman’ın Müslüman ile savaşması caiz değildir. Çünkü öyle bir durumda ortada bir inkârcı bulunmadığından izin verilen koşullu öldürme işlemi de uygulanamaz olmaktadır. Allah’tan başka hiçbir irade kulun kalbini yarıp da göremez. Bu yüzden, hiçbir Müslüman “Elhamdülillah Müslüman’ım” diyenin dindarlık kusurlarını savaş nedeni sayıp onu boynu vurulacak inkârcı yapamaz. Gene hiçbir Müslüman savaşmayı reddeden inkârcının boynunu vuramaz; hatta onu esir bile alamaz. Türklerin tarihi gelişiminde savaşlarda ve barışta bu mana üzere davranıldığı açıkça görülmektedir. Savaşmadan teslim olan kâfirlerin canları, dinleri ve malları bağışlanmıştır.

Şimdi gördüğüm zihniyet manzarasında Müslüman ve Müslüman olmayan bazı kullar kulluğun üstüne Allah'tan ziyade kuvvetle bastırmaktadır. "Kur'an böyle diyor" mantığını bu baskıya dayanak yapmak, Allah yaratmış demeyip kula Kur'an ile eziyet etmeye bile çıkabilir; aman dikkat, Hâk adına hakkın hükümdarı olmaya kalkışmayalım; sadece iyilik hakkının hukukuna uyalım yeter. Kim ki Allah adıyla insanın kader hakkına hükmetmeye çalışır, o şeytanın savaşçısıdır…

Burada yaptığım şey ayetin çeviri manasına eleştiri değildir. Yapılmış çeviri manasını sorguya çeken felsefemdir; bunun için din âlimi olmam gerekmez. Felsefe zaten soru sorma sanatıdır. Esas olan sorudur; her cevap kişi bilincine göreli doğruluk arz eder. Ben burada tasavvuf benzeri bakışla ayetin bilincimdeki mana algısını sorguladım ve dinsel yargıya takılmadan kendime göreli yanıtları göstermeye çalıştım.

Muharrem Soyek

***

 
Toplam blog
: 363
: 1765
Kayıt tarihi
: 04.08.08
 
 

Parasız yatılı Darüşşafaka Özel Lisesi'nde iki yılı hazırlık sınıfı olmak üzere yedi buçuk yıl ok..