Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Aralık '12

 
Kategori
Öykü
 

Kemal Öztürk

Kemal Öztürk
 

Çalar saat, sabah beşte Kemal'i derin uykusundan uyandırdığında, yirmi metrekarelik tek göz apartman dairesinin penceresine sonbahar yağmurunun ağır damlaları çarpıyordu. Kemal, saati kapayıp, gündüzleri koltuk, geceleri yatak olarak kullandığı koltuğun minderine yeniden gömüldü. Çalar saat, beş dakika sonra yine çalınca, ister istemez doğruldu genç adam. Gözlerini aralamakta güçlük çekti ama yine de her sabah olduğu gibi, yarı kapalı gözlerle kendini mutfağa sürüklemeyi başardı. Su kaynatıp bir Nescafe yaptı. Şekersiz sütsüz kahveden bir yudum alıp, banyoya girdi.

Su, sabun ve diş macunu lekelerinin tuhaf, soyut şekiller oluşturduğu banyo aynasındaki yansımasına baktı. Sakalları yine uzamıştı. İstemeye istemeye traş oldu. Traş olurken, sırları yer yer dökülmüş aynada, birkaç figür daha oluşturdu. Gamzeli çenesindeki ve kalın dudaklarındaki traş macunu artıklarını, rengi pislikten kaybolmuş bir havluyla sildi. Suyla ıslattığı ellerini, mavi parıltılı siyah saçlarına daldırarak, saçların dik olan buklelerini arkaya yatırdı. Saçları da epey uzamıştı; berbere gitse fena olmazdı.

Kahvesinin son yudumunu içip, üzerini giyindikten sonra, kapıdan çıkarak, apartmanın en fazla dört kişi sığan dar asansörüne bindi. Asansörde karşılaştığı apartman sakinine “Guten Morgen (günaydın)” dedi. Asansörde biriyle karşılaşmayı hiç sevmiyordu. Dar ve kapalı yerlerde sıkıntı basıyordu; asansörden inince derin bir nefes aldı. Cekedinin düğmelerini ilikleyip, metro tüneline doğru yürüdü. En alt basamağında, sigara izmaritleri, kullanılmış biletler, ciklet kağıtları, sararmış yapraklar ve içindeki sıvı dışarı akmış bir prezervatif bulunan yürüyen merdivenle tünele indi. Az sonra gelen trende ne oturacak, ne duracak yer vardı. Kendisiyle birlikte en az yüz kişi daha sığdı ama trenin leş gibi stres kokan vagonlarına. Sürünülen traş losyonlarının ve sıkınılan parfümlerin örtemediği ağır bir stres kokusuydu bu. Sabahları çalan saatlerin stresi, gitmekte olunan işlerin stresi, ödenmesi gereken kiranın, faturaların stresi, yorgunluğun, bıkkınlığın, yalnızlığın, aşksızlığın stresi yoğun bir sis gibi kaplamıştı her yeri.

Henüz uykudan doğru dürüst silkelenemeden, konserve kutusunda istiflenmiş sardunyalar gibi tepiş doluş, omuz omuza, yan yana, karşıkarşıya metro çekilir gibi değildi. Biri inmek üzere kalkınca Kemal, farkında olmadan yumruk yaptığı elleriyle kalabalığın arasından sıyrılıp boşalan yere oturdu. Vagonun insan soluğuyla ısınmış atmosferinde yeterli oksijen alabilmek için cekedinin düğmelerini çözdü. O an, insanlar, Kemal'e işe giden insanlar gibi değil, savaşa giden askerler gibi geldi. İşyerleriyse, işyeri değil, en modern ve etkili silahların kullanıldığı savaş meydanlarıydı. Savaş, Haçlı Savaşlarının karakterini taşıyordu.

Zenginliğe ve refaha olan saf bir inançla başlayıp, kutsanamayacak boyutlara varan savaşın askerlerinin yüzünde acındıran bir yorgunluk vardı. Akşamları bölük bölük dönülen evlerse, ev değil, ateşkeslerde sığınılan sığınaklardı. Meyhanelerin, diskoteklerin, sinemaların, festivallerin, sex-shopların amacı, ordunun elemanlarını, savaşın verdiği gerginlikten arındırmaktı. Litrelerce bira, şarap, viski, votka her akşam stres atabilmek ve savaşa devam edebilmek için içiliyor, buna rağmen ordudaki memnuniyetsizlik, tedavisi olmayan, sinsi ve bulaşıcı bir hastalık gibi gün geçtikçe büyüyor, güvensiz ekonomik koşullar askerlerin içine korku veriyor, onları birbirine düşürüyordu.

Kemal, “Haçlı Savaşı” imgesinin korkunç ağırlığını tüm hücrelerinde hissetti. Gideceği yere bir an önce ulaşmazsa boğuluverecek gibiydi. Gözlerini kapatıp, ılık bir kumsalda boylu boyuna uzandığını ve sıcak bir güneşin, yüzünü ve bedenini ısıttığını düşledi. Üç beş huri, güneşin yaktığı bedeninin üzerinde palmiye yaprakları sallayarak Kemal'i serinletmeye çalışıyordu. Saçlarına egzotik çiçekler takılı hurilerden biri Kemal'e içmesi için soğuk meyve suyu getirdi. Bir diğeri, muz kabuklarından yapılmış mini eteğiyle dansediyordu. Kemal birisine masaj yapmasını işaret etti. Huri hemen diz çöküp, usta parmaklarıyla işe koyuldu. Genç adam, hurinin dokunuşlarının büyüsüyle rahatlayıp uykuya daldı.

Bu arada tren, asıl egemeni fareler olan karanlık tünelde ilerlerliyor, her durakta asker alıp veriyordu. Kemal, gözlerini araladığında inmesi gereken durağı kaçırmış olduğunu farketti. Telaşla inip, karşı yönden gelen metroyu beklemeye koyuldu. İş yerine geldiğinde, gardiyan kılıklı şefi, -her zaman on dakika ileri giden-, duvar saatini gösterip Almanca kükredi: “Bu hafta ikinci geç gelişin bu Bay Öztürk! Doğru dürüst bir saat al kendine.”

Bir mobilya mağazasının ambarında hamal olarak çalışıyordu. Kazandığı para, ev kirasına, yemeye içmeye ve üst başa ancak yetiyordu. Almanya'daki ilk işi bir Mc Donald’s’da Hamburger satıcılığı yapmak olmuştu. Bir sinemanın yanıbaşındaki Mc Donald's’da, akşam matinesinden çıkıp gelenlere, Hamburger, kızarmış patetes ve buzlu Coca Colaları satarken içinde kıpır kıpır bir umut taşır, o umudun verdiği özgüvenle ülkesini bırakıp buralara gelmiş olmanın acısını unuturdu. O zamanlar birkaç yıl çalışarak, geleceğini garantiye alabilecek miktarda para biriktirebileceğini sanırdı çünkü. Yolun çıkmaz sokak olduğunu anlaması uzun sürmedi. Çok iş değiştirmişti makul bir kazanç peşinde ama emeğin hiçe sayıldığı, kapitalin egemen olduğu pazarlarda ne doğru dürüst para kazanılabiliyor ne de biriktirilebiliyordu.

Bir ara gece klubü çalıştırmayı, lokanta açmayı, Uzakdoğu'dan hediyelik eşya ithal etmeyi, internet üzerinden kitap satmayı, yaşlı yurtlarına hazır yemek taşımayı, Türkiye'de tekstil işine girmeyi falan düşünmüştü ama fikirler cazip gelmesine rağmen, elinde avucunda işe yatıracak parası olmadığından, iş kurma heveslisi bir ortak bulamadığından ve bankalar da kredi vermeye yanaşmadığından, hayalleri suya düştü. Ömür boyu asgari ücretli bir işte çalışma zorunluluğunun ve hangi işi yapacak olursa olsun, arzuladığı refah düzeyine ulaşamayacağının acısı sindirilir gibi değildi.

Memleketine dönmeyi düşünmemiş değildi ama parasız pulsuz gitmeyi göze alamazdı. Türkiye'de matematik öğretmeniydi; ne diye gelmişti ki sanki evlenip buralara? Almanya hevesi birkaç yıl sonra işte böyle kursağında kalmıştı. Ne kadar isterdi şimdi Anadolu’nun ücra bir köşesinde, kışları yakacak odunu olmayan, badanası dökülmüş, sefil bir ortaokulun sefalet içindeki öğrencilerine geometri öğretmeyi; önceki idealist ve humanist ruhuyla, içinde yaşadıkları koşulları düzeltecek insanlar yetiştirmeyi. “Matematik Öğretmeni Kemal Öztürk” olarak, hiç olmazsa oradaki ahalinin saygısını alırdı; burada kimdi, neciydi belli değildi; ruhunu, “Haçlı Seferleri”nde kaybetmişti.

Dokuz saat sonra, iş çıkışı, içinde hafta sonu tatilinin başlamış olmasından dolayı herhangi bir sevinç yoktu. Günler ve aylar anlamsızca birbirini kovalarken, sevinç denilen şeyin ne olduğunu çoktan unutmuştu. Dokuz saat boyunca içi dışına gelmiş, sinirleri ve kasları gerilmiş, gördüğü her müşteriyle, her iş arkadaşıyla hortlak görmüşe dönmüştü. Metroya doğru akan Haçlı Ordusuna katılıp yürüdü. Omuzlarından dökülen ağırlığı taşıyamacak haldeydi bacakları. Sanki üzerinde bir zırh vardı. Kendini, gelen metroya atıp, vagonun demirine tutundu. İnmesi gereken durağa geldiğinde, sığınağına gitmeden önce köşebaşındaki süpermarkete girdi. Fazla oyalanmadan, iki şişe ucuz  şarapla, iki pizza kapıp kasadaki sabırsız kuyruğa katıldı. Kasiyer kızın yüzünde tatlı bir gülüşle, sıcak bir bakışı boş yere aradı. İçinden, kızı biryerlere kahve içmeye davet etmek geldi ama kız alışkın hareketlerle parayı alıp kasaya atarken Kemal'in yüzüne bile bakmadı. Baksa ne olacaktı ki sanki? Bu çalışma temposunda aşka meşke zaman ve enerji mi kalıyordu?

Karısıyla boşanalı iki yıl olmuştu. Üzülmek mi? Hayır üzülmemiş, tam tersine omuzlarından büyük bir yükün kalktığını hissetmişti. Kavga falan etmemişlerdi üç yıllık evlilikleri boyunca. Evliliğin son zamanlarında tuhaf bir isteksizlik oluşmuştu karısına karşı içinde sadece, hepsi bu. Karısı ayrılmak istediğini söyleyince de kendine başka bir ev tutup, üç beş eşyayla şimdi oturduğu apartman dairesine taşınmıştı.

İsteksizliğinin başgösterdiği ilk zamanlarda, karısı yanına her sokuluşunda Kemal'in sırtından buz gibi soğuk bir ter seli inerdi. Bedeninde, yapış yapış soğuk bir terle ve yatağın çarşafını dişlerinin arasında sıka sıka, alnını korkunç bir şekilde kırıştıra kırıştıra, -sanki ölümle pençeleşirmiş gibi-, bayatlamış, yumuşak bir sosisi andıran erkeklik organını yine de karısının içine sokmaya çalışır, ama başarılı olamazdı. Karısı da, o da katlanamaz olmuşlardı duruma. Hem bir kadın, hem de bir erkek için oldukça tatsızdı bu. Utanç duymuyor değildi Kemal Öztürk istikrarsızlığından ama ne yaparsa yapsın, yüreğinin bataklıklarında artık duygu kıvılcımları oluşmuyordu.

Bir kadının sıcak bakışlarına, yumuşak göğüslerine ve istekli kasıklarına özlem duymuyor değildi yine de ara sıra. O zaman çıkıp barlara, meyhanelere gidiyor, karşı cinsin güzel bir örneğini tavlamaya çalışıyordu. Pek başarılı olduğu söylenemezdi bu konuda. Kadınların çoğu, Kemal'den vebalıymış gibi uzak durmaya çalışıyordu; başarısızlığa mahkum, kayıp hayatının yansımasını, karası altlarına yayılmış gözlerinden okur gibi.

Boşandıktan bir yıl sonra bir süpermarketin kuyruğunda tesadüfen eski karısı Merve'ye yeni kocasıyla birlikte rastladığında, Merve'nin yüzünde Kemal'in o güne kadar görmediği bir mutluluk vardı. Oysa pek yakışmamışlardı, minyon tipli Merve'yle, iki metrelik, kel Alman koca birbirlerine. Merve, üç aylık hamile olduğunu söylemişti sevinçle. Eşinin diş doktoru olduğunu söylerken de havalanmıştı nedense. Kemal'e nasıl olduğunu, neler yaptığını sormuştu.

“İyiyim”, demişti Kemal, “ne yapayım, çalışıyorum.”

“Yeni bir ilişkin var mı?”

Kemal, eski karısının bu sorusunu “hala istikrarsız mısın?”, diye yorumlamış, önce ne yanıt vereceğini bilememişti. “Eee”, diye kekelemişti, “birkaç hafta önce hoş bir kadınla tanıştım ama ciddi bir şey yok henüz.”

Sırık koca, Merve’yle yaşamış olduğu sorundan haberdardı mutlaka; Kemal, bakışlarını heriften kaçırmıştı. Merve telefon numarasını vermiş, kendilerini ziyarete gelmesini istemişti. Kemal'in umrunda değildi Merve'nin kiminle, nerede olduğu ama onlara gidip, sinema izler gibi mutluluklarını izlemeye de hiç niyeti yoktu.

Bir Cumartesi akşamı gittiği bir meyhanede güzelce bir kadınla tanışmıştı, evet. Kadının sarı bukleleri, etli dudakları, hoş tavırları ve parlak bir teni vardı. Sevişmeye istekli kadın Kemal'i evine davet etti. Eve girer girmez Kemal'i elinden tutup, yatak odasına götürdü; edayla soyunup yatağa uzandı. Yatakta şehvetle bir yandan diğer yana kıvrılıyor, Kemal'i bekliyordu. Kemal Öztürk tam soyunup kadının yanına uzanacakti ki aklına istikrarsızlığı gelince, paniğe kapıldı. Kapıldığı panik, tüm bedenine zehir gibi yayılınca, aklına rahatlamasına yarayacak tuhaf bir fikir geldi: İşemek! Evet, işemek. Kadının ağzına, yüzüne, karnına basınçla işemek! Ve gözünü kırpmadan yaptı da. Neye uğradığını anlayamayan kadın ciyak ciyak bağırınca da soluğu kapıda aldı. Kadının, ağzına dolan idrarı şokla dışarı püskürtmesi, ellerinin tersiyle, yüzünü gözünü silmesi ve boğulacakmış gibi övümesi Kemal'in hayalinden hiç çıkmayacak muhteşem bir sahneydi. Canlıları cinsel arzularla kandırıp, çocuk yapmaya iten doğa, onları acımasızca sömürmekten başka ne yapıyordu ki ondan sonra? Yok hayır, sperma değil, idrar verecekti Kemal Öztürk doğaya ama bunu tabi ki Merve'ye anlatmadı.

İstikrarsızlığının bir gerileme; çocukluğun, endişesiz günlerine geri dönme isteği olduğunun farkındaydı. Babaerkil düzenin, önceleri güven veren kurumları bir bir çökerken ve kadınlar gün geçtikçe bilinçlenip bağımsızlaşırken, erkek denilen yaratık, aile reisi ve son söz sahibi olarak önemini yitiriyordu. Modern hayatın getirdiği stres ve durmadan artan rekabet adamı acizleştiriyordu.

Kendini, paslanmış ve işe yaramaz bir alet gibi hissederek süpermarketten çıktığında Münih, akşamın puslu ışığına gömülmüş, Haçlı Ordusu askerlerinin çoğu sığınaklarına sığınmıştı. Kemal, elindeki alışveriş poşetiyle oturduğu apartmana geldiğinde, asansöre, kapının önünde bekleyen iki kişiyle birlikte binmemek için, altıncı kata merdivenlerden çıktı. Kapısında “ÖZTÜRK” yazan kapıyı açıp içeri girerken, iki güzel sözcüğün birleşerek oluşturduğu soyismini, yaşadığı sefil hayata yakıştıramadı. Pizzalardan birini fırına atarken, “bırak edebiyatı oğlum”, dedi kendi kendine, “boşver, sat gitsin anasını, bize de bu düşmüş, dünyaya kazık çakacak değiliz ya! Bugün varız, yarın yoğuz.” Ama boşveremedi. Şaraplardan birini açarken, ikinci ya da üçüncü dünya ülkelerindeki insanların Avrupa histerisi üzerine kafa yordu. Birçoklarının, kendisiyle yer değiştirme potansiyel arzusunda teselli bulmaya çalıştı. Bir yandan haklıydı bu insancıklar, Avrupa'nın yüzyıllardır sömürdüğü dünyanın geri kısmından kalkıp Avrupa'ya gelmek ve kaymaktan pay almak isterken, diğer yandansa “cennet” olduğunu sanıp geldikleri, -paranın gökten yağmadığı Avrupa'da-, “cennet”in ne çabuk “cehenneme” dönüştüğünü fark ettiklerinde de, içinde bulunmuş oldukları illüzyon yüzünden acınacak durumda.

Almanya hevesinin kursağında kaldığının anlaşılmasını istemediğinden Türkiye'ye gitmez, annesini, babasını ve kardeşlerini aramaz olmuştu. Onları ve Türkiye'deki günlerini düşündüğünde önceleri içinde beliren özlem, ruhunun bataklığında zamanla kaybolmuş, umut leşleriyle dolu bataklığın kıyısında şimdi kendisine ait olduğuna inanmakta güçlük çektiği hayal meyal bir geçmişin, sönük izi kalmıştı.

Üzerindeki peynir çıtır çıtır kızarmaya başladığında, pizzayı fırından çıkarıp televizyonun düğmesine bastı. Dünyanın neresinde hangi felaketlerin ve hangi karışıklıkların olduğunu bildiren haberleri izlerken pizzayı sıcak sıcak yedi; şarabı şişeden dikledi. Gece yarısına doğru oturduğu yerde sızmıştı.

 
Toplam blog
: 26
: 723
Kayıt tarihi
: 15.06.10
 
 

Antalya doğumluyum. Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü mezunuyum. ..