Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Ağustos '09

 
Kategori
Siyaset
 

Kürt açılımı veya kendi cebimizde kaybettiğimiz güneşi aramak

Kürt açılımı veya kendi cebimizde kaybettiğimiz güneşi aramak
 

Aynı ülkede yaşayan, aynı tarihi süreçlerden geçen, aynı dine inanan, asırlarca birbiriyle problemsiz yaşayabilen, aynı kültür iklimini paylaşan, aynı medeniyete intisap eden, kanları birbirine karışan, tarihi arka planında birbirine karşı hiçbir husumet tortusu olmayan, müşterek hususiyetleri farklı hususiyetlerinden misilsiz fazla olan iki “aynı ve farklı” halkın birbiriyle kavga etmesinin sebebi ne olabilir?

Soruna bir başka açıdan yaklaşırsak; bu kadar müşterek hususiyeti olan Türkler ile Kürtlerin birbiriyle kavga ettirilmesi için o ülkedeki siyasi rejim ne kadar gayret etmiş olmalıdır?

Dil, bir toplumun tabi gerçekliğidir. Tabi gerçeklik, seçilen değil “kendiliğinden varolan” gerçekliktir. Çocuğun annesinden duyduğu ilk dil o çocuğun tabi gerçekliklerinden birisidir.

Tabi gerçeklikler üzerinde hiçbir siyasi rejimin tasarruf hakkı yoktur. Tabi gerçeklikleri siyasi tercih konusu haline getirmek, insana başka bir varlık muamelesi yapmaktır.

Tabi gerçeklikler aynı zamanda temel insan hak ve hürriyetleridir. Devlet veya siyasi sistem veya rejim veya iktidar, her ne isim verilirse verilsin, temel hak ve hürriyetler üzerinde tasarruf sahibi değildir.

Bir ülkedeki siyasi rejim, temel hak ve hürriyetleri insanlara bahşedemez. Veya temel hak ve hürriyetleri insanlara verdiğinden bahisle övünemez. Zira temel hak ve hürriyetleri insanlara devlet veya siyasi rejim veremez. Onlar zaten insan doğduğunda sahip olduğu hak ve hürriyetlerdir.

Devletin temel hak ve hürriyetler bahsinde tek bir tasarruf salahiyeti vardı o da onları koruma altına almaktır.

Bir ülkedeki siyasi rejim temel hak ve hürriyetler üzerinde salahiyet sahibi olduğu vehmine kapıldığı andan itibaren o ülkede devlet yoktur.

Temel hak ve hürriyetler için mücadele etmenin mecburiyet haline geldiği ülke hala devletini kuramamış demektir. Zira devletin varlık sebebi, temel hak ve hürriyetleri koruma altına almaktır.

Cumhuriyet ile beraber kurulan ve aslında cumhuriyetin tabiatına aykırı olan kast sistemi bu ülkenin siyasi gerçekliği haline getirilmiştir.

Siyasi sistem, tasarrufu altında bulunan siyasi coğrafyada yaşayan tüm insanları vatandaş olarak kabul edemiyorsa, o ülkede devlet inşa edilememiştir.

Devlet, kendi siyasi coğrafyasında “düşman” tarifi yapamaz. Devlet, kendi siyasi coğrafyasında düşman tarifi yapıyorsa, siyasi rejim olmaktan kurtulamaz. Bir ülkedeki siyasi rejim, iç düşman tarifi yapıyorsa, o ülkede yaşayan halkın bir kısmının hayat gerçekliğini tanımıyor demektir. Halkın bir kısmın kabul bir kısmını reddetmek ise devletin değil, devlet olamamış siyasi rejimlerin özelliğidir. Bu tür siyasi rejimler oligarşik siyasi yapılardır ve en bariz özellikleri ise o ülkede kast sistemini kurmuş olmalarıdır.

Halkın devletine sahip çıkması düşüncesi temelde yanlış değildir. Fakat devlet ile siyasi rejimlerin birbirinden tefrik edilmesi şarttır.

Ülkemizde cumhurbaşkanı olmak için yazılı olmayan kurallar bulunduğunu halk, Abdullah Gül’ün aday olmasıyla anlamıştır.

Abdullah GÜL, anayasada yazılı tüm şartlara sahip olduğu halde cumhurbaşkanı olmak için kast sisteminin alt kademelerinden geldiği için “muhtıra”ya muhatap olmuştur. Ordu, eğer muhtırayı bir adım daha ileri götürerek eskiden yaptığı gibi darbe yapmaya cesaret etseydi ve hükümet muhtıradaki tehdide boyun eğseydi, Çankaya’da başkası oturuyor olacaktı.

Sistem içinde Cumhurbaşkanlığı'na özel bir misyon yüklenmişti, onun için Gül'ün seçiminde "Son kale" tartışmaları yaşanması boşuna değildir.

Halkımız Anayasa Mahkemesi, HSYK krizi, Ergenekon Davaları derken ülkede işlerin nasıl yürüdüğünü, neden bin yıl barış içinde yaşadıklarıyla kavga etmek zorunda kaldığını, aslında neler olup bittiğini daha iyi anlamaya başladı.

Görüldüğü üzere bütün kurumların misyonu, sistemin paradigmasına göre düzenlenmiş, sistem ise halk gerçekliğini kabullenmek yerine, yukarıdan aşağı tanzimleri gerekli görmüştü.

Halk gerçeği ötelenebildiği ölçüde sistemin kuralları geçerliymiş gibi görünmüş ama çok partili hayata geçildikten sonra halk gerçeği bir ölçüde ve artan bir yoğunlukta devreye girdikçe, bu sistemle bu halk arasında kan uyumsuzlukları ve buna bağlı olarak sistem sancısı ortaya çıkmış.

Bugün, tüm dünyada demokratikleşme en geçerli yöneliş haline gelmiştir.

İletişim müthiş bir gelişme kaydetmiş, Dünyanın en ücra köşesindeki insan bile, evrende olan bitenden haberdar hale gelmiş, nerdeyse kundaktaki bebeğin gözü açılmıştır.

Bunun Türkiye'deki yansıması "Saf köylü" denilen vatandaşın bile çarıklı erkanı harp haline gelmesi olmuştur.

Yargının sistem içindeki misyonu ne?

Askerin sistem içindeki misyonu ne?

TBMM'nin sistem içindeki misyonu ne?

Cumhurbaşkanlığı'nın sistem içindeki misyonu ne?

Hükümetin sistem içindeki misyonu ne?

Medyanın sistem içindeki misyonu ne?

Hatta dinin sistem içindeki misyonu ne?

Bütün bu kurumların tek parti dönemindeki misyonları, sistemin halka empoze edilmesi ve bu empoze operasyonunun aksadığı her durumda yaptırım uygulaması idi.

O dönem, "halka rağmen halk için" mantığı geçerli olduğu için, halk, her itirazında, sistemin "Sus, sen ne bilirsin" tepkisi ile karşılaştı.

Ama demokrasi, halkın iradesinin belirleyici olması demek.

Türkiye, 1950'de, dünyanın gittiği bu yola girmek zorunda kaldı.1950'den beri de halk iradesi, sistemi daha kendi gerçeklerine uygun hale getirmeye zorluyor, sistem de kullanabildiği kurumları kanalıyla bunu engellemeye çalışıyor.

Demokratik süreçte, siyasetin, halka hesap verme gerçekliği karşısında, halka rağmenciliği sürdürme imkanı yok. Ciddi rol karmaşası yaşayan siyasi yapılar olsa bile, sonuçta her siyasi yapılanma, halk iradesini belirleyici gören bir dil üretmek zorunda. Meclis ve hükümetler de böyle bir gerçekliği önemsemek zorunda.

Türkiye gelinen noktada aslında yeniden yapılanıyor.Yaşadığımız bütün bu sancılar, kurumların kendi misyonlarını dışında görev yapmaya çalışmaları hep bu değişim sancısı.

Türkiye kendisiyle adeta yeniden tanışıyor.Dün varlığını bile inkar ettiği gerçekliklerle yüzleşip aynı masada dökülen onca kana, göz yaşına rağmen ortada bir sorun olduğunu kabul ederek çözüm için adım atmaya çalışıyor.

Türkiye bünyesini yoran hastalıklardan kurtulmadan geleceğe yürüyemeyeceğinin, geleceğinin aydınlık olmadığının farkına varmış durumda.

Üstelik dünya yeni bir düzen için tanzim edilirken kendi yerini kendine en avantajlı bir biçimde belirlemek zorunda.

Bunun için değişmesi ve dönüşmesi gerektiğini anlamış durumda.

Türkiye bütün bunları yapabilmek dünyada etkin ve saygın ülke içinde barış ve zenginlik dolu ülke olabilmek için öncelikle kendini tanımak zorunda.

Batılı Osmanlı tarihçiler Osmanlı düzenine tabi milletlerin bu irade altındaki uyumunu tarif etmek için “Pax Otomana” deyimini kullanırlar.

Şimdi Türkiye yüz yıl önce kaybettiği “Pax Otomana”yı yeniden arıyor.

Kendi cebinde yitirdiği güneşi arayan adamın trajedisini yaşıyor üstelik.

Kimi İspanya modeli, kimi Belçika modeli kimi İngiltere modeli diye öneriyor. Oysa aradığı kendi cebinde kendi tarihinde, kendisinde…

Yüzlerce yıl bu topraklarda farklı dilleri konuşan, farklı dinlere inanan, farklı etnik kökenlere sahip, farklı kültürleri olan insanları “barış” içerisinde yaşatan tılsımı yani “Osmanlı Modeli” değil mi yeniden ihtiyacımız olan?

Cumhuriyetin tek millet yaratarak başka dilleri, başka kültürleri başka etnik kökenleri yok sayan kabulünün artık yaşatılamayacağı ortaya çıkmışken çok kültürlülüğü kabul ederek kurumları buna göre yeniden yapılandırmak değil mi Türkiye’nin bu günlerde yapmaya çalıştığı?…

Türkiye’nin geçiş yaptığı şey aslında cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında kabul ettiği “tek millet” ideolojisinin değiştirilerek “Çok kültürlülük” ideolojisine geçiştir.

Üstelik tıpkı 1950 yılında dış konjonktürün etkisiyle çok partili hayata geçişimiz gibi çok kültürlülüğe de yine dış konjonktürün etkisiyle iç dinamiklerin harekete geçmesi sonucunda geçiyoruz.

1950 yılında 2.dünya Savaşı sonrasında oluşan dünya düzeni bizim de çok partili hayata geçmemizi zorunlu kılması gibi 2000 li yıllarda yeniden oluşan dünya düzeni bizim bölgemizde etkin bir denge unsuru olabilmemiz için çok kültürlü bir ideolojiye dönüşmemizi dayatmaktadır adeta.

Türkiye’nin modeli çağa uyum sağlamış bir Osmanlı Modeli yani Pax Ottomana’dır…

Bu gün Ülkemizdeki kutuplaşmanın sebebi Türkiye’nin tek kültürlü yapıdan çok kültürlü yapıya geçmek yolunda ilerlemesidir.

Türkiye’nin yolu bellidir ve bu yüzden Türkiye’nin yeni ideolojisine herkes uymak zorundadır.

Tek millet kabulündü ısrar etmek veya çok kültürlü kabulü savunmak konusunda kimin haklı olduğunu tartışmanın artık faydası dahi yoktur.Çünkü statükoyu savununlar kaybedeceklerdir.

Örneğin bu bağlamda Ergenekon Davalarını, HSYK krizini hukuki sanıp haklı olduğunu savunmak, Kürt açılımının bölünme ile sonuçlanacağını iddia etmek beyhudedir.

Çünkü belirleyici olan siyasettir ve çağın şartları, Türkiye’nin geldiği bilgi ve kültür seviyesi, toplumsal şartları, vatandaşlarının yapısı, sahip olduğu tecrübeleri ve dünya düzeninde ve bulunduğu bölgedeki misyonu gereği statükoyu “haklı gerekçelerle” bile olsa savunmak netice almayacaktır.

Kaldı ki statükoyu savunmanın haklı bir gerekçesi de yoktur.

Türkiye aklını başına alarak kendini çağın ve dünya düzeninin çizdiği rotaya sürüklenmesine izin vermeden sistemi devam ettirmek, ideolojimizi günün şartlarına göre revize etmek, bütün bunları hesaplayan bir devlet yapısını ulaştırmalıdır.

 
Toplam blog
: 178
: 1496
Kayıt tarihi
: 01.10.07
 
 

Balıkesir doğumlu.1990 İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mezunu. Balıkesirspor Kulüp Yöneticili..