Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Ağustos '16

 
Kategori
Öykü
 

Marmara ateşi / 2.Muavenet saldırısı

Marmara ateşi / 2.Muavenet saldırısı
 

BİR SAPTAMA:

Amerika ile Türkiye kağıt üzerinde müttefik gözükse de Amerikan çıkarları ve daha da ilerisi Büyük İsrail ideali ile çatıştığımız zaman gizli ve açık Amerikan saldırısı ile karşılaşacağımız hemen hemen kesindir. Bu dün de böyle oldu, bugünde böyle oluyor( 15 Temmuz Kanlı Fetö Kalkışmasının ardında Amerika'nın olduğu şüphesi),  yarın da böyle olacaktır (George Friedman'ın "Gelecek 100 Yıl" kitabına bakınız) ..

İşte aşağıdaki öykü asrın ortalarında nasıl bir Amerikan tehdidi ile karşılaşacağımız hakkında fütüristik bir denemedir..

.............................   ..............................................................................................................................

5 Nisan 2045, Muavenet Fırkateyni, Marmara Denizi, Gece Yarısı 00.10

Dün bizim en mutlu günlerimizden birisiydi. Tersaneden yeni çıkan gıcır gıcır bir fırkateynle ilk defa denize açılmıştık. Tabii bu bir görev seferi değil deneme seferiydi ama yeni gemimizin yeteneklerini test edebilmek için çok önemliydi. Fırkateynimiz Türk denizcilik tarihinin üçüncü Muavenet’iydi. Bildiğiniz gibi Birinci Muavenet yani o kahraman Çanakkale gemisi; kendisinden onlarca defa büyük Goliath zırhlısını torpilliyerek batırmış ve dünya tarihine silinmez bir iz bırakmıştı.

İkinci Muavenet çok talihsiz bir gemiydi. Amerika tarafından deniz kuvvetlerimize hibe edilen bu gemi yine onların kurbanı olmuştu. Bir NATO tatbikatı sırasında dost ateşine maruz kalmış, Saratoga Uçak Gemisi’nden fırlatılan füzelerle vurularak ağır hasara uğratılmıştı. Saklanması imkansız bu suçu kabul eden Amerika; yerine iki gemi vermiş, şehit ve yaralılara tazminat ödemişti. Ancak bu olay deniz kuvvetleri tarihimizin unutulmayanları arasına girmişti. Amerika’nın Türkiye’ye gözdağı vermesinden, füzeyi ateşleyenlerin Birinci Muavenet’in batırdığı Goliath Zırhlısı’nda ölenlerden birinin torunu olmasına kadar bir sürü senaryo dile getirilmişti.

Başlangıçta olur da İkinci Muavenet’in kaderini paylaşır diye yeni gemiye bu adın verilmesine çok karşı çıkan olmuş ama donanma tarihinde Muavenet geleneğinin devamı için sonunda bu isimde karar kılınmıştı.

Olay gecesi vardiyada değildim. Saat altıda görevimi bitirmiş, bir hayli yorgun olduğumdan kamarama çekilmiştim. Hesabımda akşam yemeğine kadar uyumak vardı ama vardiyada olmayan iki arkadaş damlamakta gecikmedi. Santraç hariç başka oyun bilmediğimden haberdar oldukları için bilgisayar oyunları oynayalım diye tutturdular. Her ne kadar yorgun olduğumu ve uyumak istediğimi söyledimse de dinleyen kim? Derken üç boyutlu oyunların karşı konulmaz dünyasına giriverdik. Akşam yemeği kampanyası çalmasa bu sanal dünyadan çıkmaya niyetimiz yoktu ama karnımın da zil çaldığını duyumsayınca masadan hemen kalkıverdim.

Gemilerin en çok sevdiğimiz yerlerinden biri de yemekhanesidir. Eskiden yemeklerde tabldot çıkardı. Yani o gün iki üç çeşitle yetinmek zorundaydınız. Ancak şimdiki yemekhaneler açık büfe..Muavenet’in pırıl pırıl subay yemekhanesinde de bugün sıcağından soğuğuna en on beş çeşit yemek vardı. Kaptanımızın da katıldığı keyifli bir sohbet içinde zaman nasıl geçti anlayamadık. Demli çaylarımızı da yudumlarken sonra yarın sabah beş civarında kalkmak zorunda olduğumu hatırlayıp izin istedim. Özel kabinime girer girmez soyunup yatağa girdim. Başucumdaki romanı alıp, içindeki büyülü dünyaya dalıverdim. Uyumadan önce en az on sayfa okumalıydım.

Derin bir uykudan silkinerek uyandığımda saate baktım, gece yarısını biraz geçiyordu. Beş saat sonra kalkmak zorunda olduğumdan yatma pozisyonumu değiştirmekten, sağa sola dönmeye kadar ne yaptımsa olmadı. Son çare olarak biraz saha okumayı denedimse de bir türlü uykuya geçmeyi başaramadım.

Baktım olmayacak, biraz dışarı çıkmaya karar verdim. Belki de serin deniz havası uykumu tekrar getirebilirdi. Alelacele giyinip güverteye çıktığımda geminin iyice yavaşladığını hissettim. Nefis bir mehtap altında adeta durur gibi yol alıyorduk. Bu güzelliklerden biraz daha yararlanabilmek için küpeşteye kadar gidip, ufka doğru altın bir yol çizen ay ışığını seyre başladım. Rotamız Çanakkale’ye doğruydu ama ben kaptanın yerinde olsam bu altından yolu izler, Anadolu kıyılarına vardıktan sonra tekrar rotayı kuzey batıya çevirirdim. Mehtabı seyretmekten yorulunca bu defa gökyüzünü seyre daldım. Çocukluktan beri süren bir alışkanlıkla ilk olarak kutup yıldızını buldum. Ardından gözlerim tek tek burçlarda gezinirken birdenbire ilk esneme geldi. Derken bir daha..E, artık dört gözle beklediğim uykum gelmiş sayılırdı. Tam dönüp içeri doğru yürüyordum ki kör edici bir ışıkla birlikte müthiş bir patlama oldu. Dev bir çekiçle vurulmuş gibi gemi şiddetle sarsılırken, dengemi kaybedip yere yuvarlandım. Çök şükür ki küpeştede değildim. Yoksa denize savrulmam işten bile değildi.

Derhal kendimi toparlayıp ayağa kalktığımda kıç tarafın alevler içinde olduğunu gördüm. Alarmlar deli gibi çalıyor, ne oluyor diye dışarı fırlayanlar bilinçsiz bir şekilde sağa sola koşturuyordu. Olaya en yakında bulunan subay olarak; yıllardır aldığımız eğitimin verdiği iç güdüyle avaz avaz bağıran askerlerin arasına dalıverdim. Hemen kontrölü ele  alarak, bir grubu yangınlara müdahaleye gönderirken, diğer bir grubu da yaralıları kurtarmakla görevlendirdim. Alevler arasından kurtarılan yaralılar revire taşınırken şehitlere dönüp bakamadık bile. Çünkü bu cehennemi yangının cephaneliğe sirayet etmesi halinde zaten şehit olmayan kime kalmayacaktı.

Gerek bizim gayretlerimiz ve gerekse geminin otomatik yangın söndürme sistemi sayesinde alevlere karşı girişilen savaşın kazanan tarafı biz olmuştuk. Bu arada ilk defa kullanılan otonom gemi robotları yangın söndürmede çok başarılı olmuşlardı. Sırtlarındaki ağır yangın söndürme tüpleriyle insanların asla deneyemeyecekleri ateş ve dumanın içine dalmışlar, kızılötesi gözleriyle her şeyi en ince ayrıntısına kadar belirleyip, yangını tam göbeğinden vurmuşlardı. Kıç üstünü cehenneme çeviren yangın söndürülmüş, geride dehşet verici simsiyah bir boşluk kalmıştı. Bizi vuran her neyse geminin neredeyse üçte birini yok etmişti.

Birazdan kaptanın önderliğinde hemen bir hasar tesbiti yaptık. Muavenet inatla dayanıyordu. Batma tehlikesi filan yoktu ama aldığımız yara gerçekten ürkütücüydü. Bu arada bütün yurt sathına yayılan S.O.S sinyalleri Marmara’daki birçok tekneyi bize doğru yönlendirmişti. Yakınlardaki üslerden kalkan helikopterler birkaç dakika sonra ulaşmış ve durumu ağır olan yaralıları hastanelere taşımaya başlamışlardı. Hafif yaralılar revirimizde tedavi edilirken bulabildiğimiz şehitleri yardıma gelen bir gemiye nakletmiştik. Birçoğu da gemi tersaneye çekildiğinde ezilip bükülmüş çelik levhalar arasından kömürleşmiş bir halde çıkarılacaktı.

Gemimize Muavenet isminin verilmesini istemiyenler ne yazık ki haklı çıkmıştı. İkinci Muavenet’in kötü yazgısı bize de yakalamıştı. Bir yandan rotayı Gölcüğe çevirip çekileceğimiz tersaneye doğru yol alırken, bir yandan da moral yıkımına uğrayan personeli yatıştırmaya çalışıyorduk. Arkadaşlarının gözleri önünde yanıp kavrulduğunu, kolunun bacağının koptuğunu gören bu adamlara ne diyebilirdik? İçimiz kan ağlasa da metin görünmeye çalışarak görevimizi bitirmeye gayret ediyorduk. Galiba esas duygu patlamasını Gölcüğe vardığımızda yaşayacaktık.

Bu arada zihnimizi esas meşgul eden şey bizi kimin vurduğuydu. Üstelik Marmara gibi bir iç denizde seyrederken..Radarlara göre en az üçyüz- dörtyüz kilometre çevremizde bizi hedef alabilecek yabancı bir savaş gemisi veya uçak belirlenmemişti. Bu kahrolası füze kendi gemilerimizden atılmadığına göre ne cehennemden çıkıp gelmiş olabilirdi?

Geminin radar verilerinde çok kayda değer bir şey yoktu. Bizi vuran füze o kadar hızlıydı ki radar menziline girmesiyle bize çarpması sadece birkaç saniye sürmüştü.

Gölcüğe sabaha doğru vardık. Yaralı aslanı mühendislerin şefkatli ellerine emanet ederken, önce hafif yaralıları hastaneye teslim ettik. Ardından da eşyalarımızı toplayıp sevgili gemimize şimdilik kaydıyla veda ettik. O tamir edilip, eskisinden daha sağlam hale getirilince tekrar bize teslim edilecekti.

Gölcük üs komutanlığında bir yandan gemimizin onarımını takip ederken, bir yandan da bize bu kalleşliği yapanların kimler olduğunu bulma çalışmalarını yakından izliyorduk. Aslında biz daha Gölcüğe varmadan Genel Kurmay ve MİT faili çoktan bulmuştu. Gemimiz uzaydan ateşlenmiş bir füze ile vurulmuştu. Tabiatiyle bütün işaretler Amerikan savaş yıldızlarını gösteriyordu. Tıpkı yıllar önce, yani geçen yüzyılın sonlarında Saratoga Uçak Gemisi’nin Muavenet Muhribi’ni vurması gibi..En az üç kademeli bir emir komuta ile ateşlenen bir füzenin kaza sonucu fırlatıldığına hiç kimse inanmamıştı zaten..

Amerika’nın bu defa ki tavrı da yine aynıydı. Uzun bir süre sessiz kaldılar. Ancak radar görüntüleri her şeyi apaçık ortaya koyuyordu. Füze yörüngedeki savaşçı uydudan ateşleniyor ve güdümlü bir mermi gibi gelerek gemimizi vuruyordu.

Bu gerçek ortaya çıkınca kıyamet koptu tabii. Önce sessiz kalan Amerika her şey belli olunca bu defa yine kaza argümanına sarılmıştı. Muavenet’in yerine iki destroyer vermeyi, şehit ve yaralılar için yüklü tazminat ödemeyi teklif etmişlerdi. Ancak İkinci Muavenet olayında olduğu gibi bu rüşveti kabul etmeyen Türkiye, şehit ve yaralılar için tazminat hariç, hiçbirşey talep etmediğini, misilleme hakkını saklı tuttuğunu bildirmişti.

Amerika’nın asırlık bir müttefiğine değil ancak bir düşmana yapılabilecek bu saldırıyı neden gerçekleştirdiği hakkında çok yorumlar yapıldı. Ancak herkesin birleştiği görüş; son zamanlarda Japonlarla artan askeri işbirliğinin onları son derece rahatsız ettiğiydi.

        

 
Toplam blog
: 343
: 446
Kayıt tarihi
: 19.02.11
 
 

Marmara Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi mezunuyum. Teknoloji Yönetimi dalında mast..