Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Kasım '20

 
Kategori
Alışveriş - Moda
 

Nasıl Öğretmen Oldum?

Nasıl Öğretmen Oldum?

Ailemizde benden önce öğretmen olan yoktu. İlkokuldan sonra bir üst okula giden de yoktu. İsteyerek mi öğretmen oldum? Meslek seçme olanağım yoktu. Bana, meslek seçmede kılavuzluk edecek kimse de yoktu. O yıllarda; doktorluk, mühendislik, yargıçlık, subaylık revaçta mesleklerdi. Toplumda, hiçbir şey olamazsan öğretmen ol, sözü yaygındı. Ben de başka bir şey olamadığım için öğretmen oldum. Zamanla sevdim öğretmenliği de öğrencilerimi de. Zorluklarım, sıkıntılarım oldu. Öyle ki yaşantımın tehlikeye girdiği yıllar bile oldu. Birleştirilmiş sınıflarda, tek öğretmen olarak çalıştım. Doğu Anadolu’nun küçük bir beldede, derme çatma Kızılay evlerinde, bir arkadaşla kaldık.

Öğretmenlik özveri isteyen bir meslek. Öğretmenlik, sevgi mesleğidir Sabır ister, sevgi ister. Eğitimci yazar öğretmenim Psikolog Dr. Halis Özgü,Öğretmenliğin amentüsü sevmektir” derdi.  Öğrettiğinden çok öğrenmek ister, öğretmen. Öğrencisine:” öğretmenimden aldığımı satıyorum “dedirtebilmeyi ister.

Nasıl Öğretmen Oldum?

Arapgir Ortaokulu’nu bitirince lisede okumam için Malatya’ya gitmem gerekiyordu. Babamın lisede okutacak ekonomik gücü yoktu. Babamlar üç kardeşti. Üç kardeşin eşleri, çocukları, nine, dede, bir de hizmetkâr 14 kişilik bir çiftçi ailesiydik. Bu ailenin tüm yükü, babamın omuzlarındaydı; ama ailenin reisi dedeydi. Gelirler, dedede toplanırdı. Dede, gönlünün çektiğine parayı verir, istemediğine vermezdi.

 Lisede okuma olanağım kalmayınca öğretmen okulu sınavlarına girmek için Cemalettin Gülcan’ la bir üstü açık yük kamyonunun kasasının ön bölümündeki yüksek açık yere oturduk.; tozlu topraklı Malatya yoluna düştük. Yol, bir türlü bitmiyordu. Tek düze bozkır alabildiğine uzanıyor, uzanıyor… Arada tek tük meşelikler, bu tekdüze yola renk katıyor.

Kuru dere vadisindeki kızıl toprak boyalı tek katlı evleri olan Deregezen’ de, şoför mola verdi, o kamyonun tepesinden inip soluklandık. Yeniden Malatya’ya doğru yol alınca sol tarafımızda uzaktan gözüken Abdulvahap Tepesi, bir ziyaret yeriydi. Çocuğu olmayan kadınlar bu tepeye çıkar, adak sunarlarsa çocuklarının olacağına inanılırdı. Bu nedenle Malatya yöresinde Abdulvahap adı yaygındır.

Güneş tepemizde, sıcaktan ne yapacağımızı bilmiyoruz. Kamyon şoförü Morhamam’ da da  mola verdi. Burası da adı gibi tam hamam. Yazının yüzünde, evleri çevreleyen birkaç kaysı, iğde, söğüt, kavak, ağacı ; yakıcı güneşin ışıklarını  engelleyemiyordu. Yakıcı güneşten korunmaya çalışan köylüler, kahvede toplanmışlar çaylarını yudumluyorlardı. Morhamam Çay’ını geçiyoruz. Ama ne geçiş! Kamyonun tekerleri, kumların, çakılların içinde gidip geliyor.Zar zor bu çayı geçip Tohma Köprüsü’nü de geçince uzaktan Malatya’nın kaysı bahçeleri, kavaklıkları; söğüt, iğde ağaçları toz bulutu arasından belli belirsiz gözüktü.

Öğretmen okuluna giriş sınavı, Malatya Atatürk Lisesi’ndeydi. O yıllarda, sınavlarda test yoktu. Türkçeden Yahya Kemal Beyatlı’nın “Süleymaniye’de Bayram Sabahı ”şiirinden şu bölüm verilmişti:

 Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?                                                                              Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!..                                                                         Adalar’dan mı? Tunus' dan dan mı, Cezayir'den mi?                                                                             Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi                                                                                           Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;

O mübarek gemiler hangi seherden geliyor?

Sorular da bu bölümle ilgiliydi. Soruları, nasıl yanıtladım; anımsamıyorum. Diyarbakır Erkek Öğretmen Okulu’nu kazanmıştım. Bir de sözlü sınavı vardı. Bizden önceki Arapkirli öğrenciler bu okulda iyi izlenim bıraktıkları için sözlü sınavdan dönen olmuyordu.

Diyarbakır Yolunda

Diyarbakır Öğretmen Okulu’na gitme günü geldi. Cemalettin Gülcan ’in ağabeyi Mehmet Bey, bizi Malatya Tren Garı’na götürdü, trene binmemize yardımcı oldu.

1950’li yıllarda otobüsle yolculuk, yok denecek kadar az. Diyarbakır Öğretmen Okulu’na gitmek için birkaç arkadaş Malatya’dan trene bineceğiz. Nasıl binileceğini, biletin nereden, nasıl alınacağın da bilmiyoruz. Nasıl alınacağını öğrenerek biletlerimizi aldık. Posta  treni, tıklım tıklım dolu. Kompartımanlarda yer bulmakta güçlük çekiyoruz. Yolcular, yolcuları uğurlamaya gelenler kompartımanları doldurmuşlar. İçeri kimseyi bırakmıyorlar. Reşat Nuri Güntekin, “Anadolu Notları” nda. “Tren yolcusunun kompartımana yabancı sokmamak için türlü hileleri vardır.” diyor. Reşat Nuri’nin dediği gibi, kalabalıktan en hoşlanan insan, vagona ayak attı mı toplumdan uzaklaşma hastalığına tutuluyor. Bencilleşiyor. İnsanlar, yanlarına kimseyi almamak için oturulacak yerlere; bavullarını, paketlerini, şişelerini... diziyorlar. Tren hareket etmek üzere ister istemez koridorda bir yere tutunuyoruz. Kompartımanlarda yer bulan arkadaşlarımız şanslı.  

Tren, Eski Malatya’ya (Battalgazi’ye) doğru yol alıyor. Kayısı bahçeleri arasından geçiyor. Eski Malatya Kalesi surları, Aslantepe, Bey Dağı gerilerde kalıyor. Ne var ki trenin her istasyonda durup hareket işareti beklemesi, yolcuları canından bezdiriyor.     

Baskil’deyiz. Burası, o yıllarda 4–5 bin nüfuslu küçük bir belde. Tren istasyonu, akasya, kavak ağaçları arasından kendini gösteriyor. Buğday, arpa, şeker pancarı tarlaları, ara sıra da, üzüm bağları...

Trenimiz, Hazar Gölü’nün çevresinde bir yay çizerek Maden’e doğru yol alıyor. Ergani’ye yaklaşıyoruz önümüze açılan düzlükte güneş ışınları serap oluşturuyor. Bütünüyle düz bir alan. Arada belli belirsiz yükseltiler. Ekin biçen köylüler. Gözüm, çok uzaklarda, ovanın derinliklerinde sırtında tulukla su taşıyan köylü kadınlara takılıyor. Yol ağzında, tek tük yıkık duvarlı evler, duvar diplerinde gölgelenen yorgun köylüler.

Ovanın sessizliğini delen trenimiz, ovayı yiyerek tüketiyor. Yer ile gök arasında ince, saydam bir toz bulutu ovayı örtüyor. Pencereleri, kapıları kapalı olan vagonların bütün gözeneklerinden işleyerek giren tozlar, giysilerimizin rengini değiştiriyor. Yolcular suskun; yorgun, bitkin... İçlerinden bir türkü tutturmuş:

 Uzayıp gidiyor tren yolları                                                                                                                   Açılıp sarmıyor yârin kolları

Trenin penceresinden dalgın dalgın çevremi izliyorum. Diyarbakır il sınırı tabelasını görünce kendime geliyorum. Arkadaşları uyarıyorum. İniş hazırlıkları başlıyor. Ben de tahta bavulumu, paketlerimi indirip trenin durmasını bekliyorum.

Tren uzun uzun  düdüğünü çalarak Diyarbakır Garı’na giriyor. Birkaç arkadaş birleşerek bizi Diyarbakır Öğretmen Okulu’na götürecek bir fayton tutuyoruz. O zamanlar, kent daha çok surların içinde. Yenişehir Bölgesi, yeni yeni oluşuyor. Etrafta tek katlı, iki katlı bahçeli evler.

İlk kez evimden uzaktayım. Tanımadığım, bilmediğim bir kentteyim. Şalvarlı, poşulu bir Diyarbakırlıdan.

Diyarbakır etrafında bağlar var.                                                                                                                Fitil işler yüreğimde yarem var

türküsünü duyunca anadan, babadan ayrılış acısını duyuyor; Kemalettin Kamu’nun “Gurbet” şiirindeki şu dörtlüğü anımsıyorum:

 Gurbet o kadar acı                                                                                                                                    Ki ne  varsa içimde.                                                                                                                             Hepsi bana yabancı,                                                                                                                            Hepsi başka biçimde!

 

Mardin/ Gülharrin (Ortaköy) İlkokulu Öğretmenliğim

 

1959–1960  Öğretim yılında Diyarbakır Öğretmen Okulunu bitirince Mardin/Gülharrin (Sonradan Ortaköy olarak adı değiştirildi.) Köyü ilkokulu’ na atamam yapıldığını öğrenince Mardin yoluna düştüm. O yıllarda karayolları bugünkü gibi gelişmiş değildi. Hemen hemen herkes trenle yolculuk yapardı. Tren garları, istasyonları yolcuları uğurlayanlarla dolar taşardı. Tren, düdüğünü çalmaya başlayınca ayrılık sancısı da başlar; trenin kalkmasıyla garı ya da istasyonu hüzün kaplardı. Beni uğurlayan olmadı. Nasıl olsa üç yıl, bu yoldan gidip gelmiştim. Diyarbakır’da trenden inip otobüsle yola devam edecektim. Garda, trenden indim. O yıllarda kentle gar arasında çalışan faytonlar vardı. Öğrencilik yıllarımızda birkaç arkadaş toplanır; pazarlıkla bir fayton kiralardık. Bu sefer, yalnızdım. Faytondan çevreyi gözden geçiriyorum.

 

Mardin Yolunda

 

Yenişehir’i geçince sağda öğretmen okulunda öğrenciyken kaldığımız pansiyon, biraz ilerisinde, Dilan Sineması ; solda Vali Konağı’nı geçince Dağ Kapısı’ndan Mardin Kapısı’na doğru ilerliyoruz. Dörtyol’u geçiyoruz. Öğrencilik yıllarımızda, buradaki börekçilere gelirdik. Özellikle, Börekçi Şehmuz ünlüydü. Sağımızda Ulu Cami, Anadolu’nun en eski camilerinden biri. (MS 639’da kiliseden camiye çevrilmiş).

 

Atatürk Caddesi’ni bir baştan bir başa geçiyoruz. Mardin Kapısı’ndan otobüse binip Mardin’e gideceğim. Sur diplerinde yaşamlarını sürdürenler, gezginci satıcılar… Mardin yoluna düşüyoruz. Sağımızda Gazi Köşkü, yeşillikler içinde. Öğrencilik yıllarımızda piknik yapmaya gelirdik. Solumuzda Dicle, ağır ağır akıyor. Ongözlü Dicle Köprü’sü (Bu köprüye, Silvan Köprüsü)de denir. Dicle Vadisi yeşil mi yeşil. Diyarbakır’ın ünlü karpuz ve kavunları bu vadide yetişir. 25–30 kg olan karpuz ve kavunlar, dilimlenerek satılır. Satış yerlerinin önündeki iskemleye oturup, tek dilimi kilolar çeken karpuzunuzu yiyebilirsiniz.

 

Dicle Köprüsünü arkamızda bırakıp Mardin’e doğru yol alıyoruz. Uçsuz bucaksız bir bozkır. Uzakta, pek çok uzakta bir köy görünüyor. Kerpiç duvarlı, toprak damlı, tek katlı, küçük, birbirinin içine girmiş evler. Sap, saman, kuru ot, tezek yığınları… Güneş, güneş ışıklarının oluşturduğu serap. Stepte güneş ışığı yakar. Yakıcı sıcaktan korunmaya çalışan koyunlar, başları yerde halkalar oluşturmuşlar. Sıcaktan dilini dışarı çıkarmış çoban köpeği, sürünün çevresinde dolaşıyor.

 

Uzaktan Çınar göründü. Beldeyi gölgeleyen birkaç akasya, kavak, söğüt ağacı… Buğday, arpa tarlaları, arada bir üzüm bağları.Çınar o yıllarda yeni bir yerleşim merkezi. Bulgaristan’dan, Kudüs’ten gelen göçmenlerle büyümüş ve gelişmeye başlamış. Çınar’dan sonra da bozkır, göz alabildiğine uzuyor. Otlar kavrulmuş. Bir tarla sıçanı arka ayakları üzerine kalkmış; ürkek, korkak bakışlarla biçilmiş ekin tarlalarında kendine yiyecek arıyor. Saplar arasından bir tavşan fırlıyor. Yol kenarlarına konan serçeler, sırtları kanatları gök renkli, mavili, ebrulu güvercinler, ekin sapları arasında kendilerine buğday taneleri arıyor. Bir atmaca, gökyüzünde kantlarını açmış; tarlalardaki güvercin, keklik palazlarını araştırıyor. Jet hızıyla dalıp yükseliyor.

 

Mardin’e gelmiştik. Bir kente ulaşmanın sevinciyle Mardin’in tek caddesinde ilerledim. Mardin, önündeki ovaya egemen bir yerde kurulmuş. Geceleri, Suriye’nin bir beldesi olan “Kamışlının ışıkları görünüyor. Mardin,adının nerden geldiğine ilişkin değişik yorumlar var:

 

A. Dupre ve J. Von Hamer,Mardin’e “Marde” denildiğini, eski Yunan coğrafyacılarının bilgilerine dayanarak bu sözcüğü, savaşçı bir kavim olan “Marde”lerle ilgili olduğunu yazarlar. Arapça, “Matedin”den de “Mardin” sözcüğünden türediği bir halk söylentisi olarak anlatılır. Diğer bir söylenti de şöyle: İran hükümdarlarından birisinin oğlu hastalanır. Doktorlar, bu yörede dinlenmesini önerirler. Hükümdarın oğlunun adı Mardin’dir. Ondan esinlenerek bu yöreye “Mardin”denilir. Süryani kaynaklarında da bu söylentilere yer verilmektedir. Mardin, Süryani dilinde kale anlamına gelen Merdo’nun çoğuludur.

 

Mardin’deyim. Tek bir cadde, batıdan doğuya doğru uzanıyor. Düz damlı, avlulu Mardin evleri, bir tepenin yamacında iç içe. Bu tek caddede motorlu araçlar çalışır. Mardin; bir tepenin yamacına yaslanmıştır. Yamaçtaki evlere taşımacılık, hayvan sırtında yapılır. Ayakkabımı boyatırken Gülharrin Köyü’nün (Ortaköy)  özelliklerini soruyorum. Boyacı, tavuk ve yumurtasının bol olduğunu söylüyor. Oysa benim düş evrenimde oluşturduğum köy, bu değil. Toprağında burcu burcu gül kokar. Ovalarında sürü sürü kuzular meleşir. Yaz gelince meyveler, dallarından süzülür.. Adı “Gülharrin” olan bu köyde ne gül, ne de gül dikeni görebilirsiniz. Çalı çırpı, çer çöp de yoktur. Suriye sınırına kadar halkın “çöl” dediği düzlükler uzanır. Bir dal ağacın gölgesinin arandığı düzlükler. Baharda yeşeren yaz sıcağında kuruyan çatlayan topraklar.’

 

Gülharrin”adı, sonradan “Ortaköy” olarak değiştirilmiş. Nusaybin yolu üzerinde sırtlarını birbirine dayamış; düz toprak damlı, duvarlarına tezek yapıştırılmış evler. Çatılı tek bina okul. Yolun kıyısındaki kuyudan; rengârenk giysili, hotozlu* kadınlar, genç kızlar bir kuyudan su çekiyorlar. Tartışmalar, çekişmeler bir dello*su için. Bir çocuk ağlayarak “Ümmü may” (Anne su). “İbn dello dolmadı” (Oğlum dello dolmadı.)

 

Okula doğru yürüyorum. Başına beyaz bir poşu bağlamış. Poşunun üzerine de egal takmış, entarili, alttan beyaz donu ayak topuklarına dek uzanan bu gence yaklaşarak selam veriyorum. Muhtarın evini soruyorum. Maif bi Türkî (Türkçe bilmiyorum). (Bu gencin Türkçe bildiğini, muhtara karşı gruptan olduğu için muhtarın evini göstermemek için Türkçe bilmediğini söylediğini öğreniyorum). Mardin’e bu kadar yakın bir köyde Türkçe bilmeyen insanların olması beni üzdü. Oysa bu köyde yıllardır okul vardı. Demek ki tek öğretmenle Türkçe eğitim ve öğretimi amacına ulaşmıyor. 1000’in üzerinde nüfusu olan bu köyde, okulun kayıtlı 45 öğrencisi vardı. Köylüler, özellikle kız çocuklarını okula göndermek istemiyorlardı. Bu kayıtlı öğrencilerin birçoğu devamsızdı. Muhtar, ilişkilerinin iyi olmadığı ailelerin kız çocuklarını okula yazdırıyordu.

 

Bu gençle iletişim kuramayınca bir an ne yapacağımı şaşırdım. Gözüme köy meydanında oynayan çocuklar ilişti. Yavaş yavaş yanlarına sokuldum. Beni görenler, entarilerini dişlerinin arasına alıp çöle doğru kaçıyorlardı. İçlerinden birini yakaladım. Ona ilk sorum, Türkçe biliyor musun, oldu.

 

__Evet.

__Okula gidiyor musun?

__Evet, öğretmenim. (Benim öğretmen olduğumu anlamıştı.)

__Adın.

__Mehmet Saüt Alpaslan (Sait demek istemişti)

__Muhtarın evini gösterir misin?

__Muhtar Mardin’de efendim.

__İmamın evi.

__Konuşmuyoruz.(Ailesi konuşmadığı için kendi de konuşmuyordu). Babam, beni

döver. Ihı… Okulun yanındaki ev.

 

Bir taraftan da kaçmaya hazırlanıyordu. Arkama döndüğümde kaybolmuştu. İmamın evi, diğer köy evlerinden daha büyüktü. Giriş kapısının önünde cılız, sıcaktan, susuzluktan yaprakları kurumuş bir dut fidanı boy veriyordu. İmam, bu fidanı abdest suyuyla yetiştirmiş. Köyde, herkesin suyu bitse, imamın suyu bitmez, her gün tazelenirdi. İmama su getirmek sevapmış.

 

Eve girdiğimde; başı sarıklı, gözleri sürmeli, kokular sürünmüş imam Kuran okuyordu. Beni, görmek istemedi. Selam verdim.

_Essâlâmü   aleyküm ve rahmetullâhı ve beraketuhu, dedi.

Bir yer gösterdi, oturdum.

_ Nerelisin?

_Malatyalıyım.

Pek memnun olmamıştı. Beş altı yıl önce Malatyalı bir öğretmen, köyde çalışmış, namaz kılmamış. İmam, okumaya devam ediyordu. Bir ara, Muallim Bey, ben fazla Türkî bilmez, dedi. Zorluklarla, yalnızlıklarla dolu bir yaşamla karşı karşıyayım. Ne var ki ümitlerimi yitirmedim. En üzünçlü durumlarda bile umuttan vazgeçmedim.

 

Ozan Gülten Akın da şu dizeleriyle umudunu yitirmediğini, yaşamı sevdiğini; sevginin karanlıkları sileceğini dile getiriyor.

 

Karayı kaldırın maviyi koyun umudumu yitirmedim

Beni çağırın gülümserken uykunun bir yerinde

Henüz beyazken uzatın isterim

Karayı kaldırın sevgi koyun umudumu yitirmedim.

                                          (Deli Kızın Türküsü)

 

Güneş, kocaman bir alev topu gibi ovaya çökmüştü. Gölgesinde, dinlenilecek bir dal ağaç yoktu. Tamtakır olmuş toprak yanıyor. Ova yanıyordu. Kızgın güneş, ovada serap oluşturuyor. Akşama doğru kan kırmızı yuvarlak bir külçe, ufukta yavaş yavaş bir renk ve ışık yağmuru sönmeye başlıyordu. Kızgın güneşte uyuşmuş kalmış insanlar, hayvanlar; alev topunun ufuktan uzaklaşmasıyla insanlarda, hayvanlarda kıpırdanmalar başlardı.

 

Kül, gübre yığınları arasında eşelenen, tavuklar, horozlar. Toz bulutu içinde ancak siluetleri seçilen uzaktaki köy evleri. Yabancı birisinin kokusunu aldıkları için evlerin arasından fırlayan köpeklerin havlayarak bize doğru gelmelerini, Sait önlüyor. Tozlu, dar, gübre yığınlı, köy sokaklarında yürüyorum. Horoz ve tavuklar, gübre yığınlarını eşiştirip duruyorlar. Yabancı gören köpekler havlıyor. Kılavuzluk eden öğrenciden güç alarak yürüyorum. Nihayet muhtarın evine geldik. Yeşile boyanmış küçük pencerelerden içeriye ışık sızıyor. Uzunca oldukça büyük bir oda. Belki de köyün en büyük odası. Duvar diplerine keçeler atılmış, ortası boş ve tabanı toprak. Köşede, bir döşek, Muhtar Şerif oturuyor. Uzunca boylu, esmer; giyim kuşamıyla diğer köylülerden ayrılıyor. Kravatlı. Kravat, ona resmi bir kimlik kazandırıyor. Dudağından sigara hiç düşmüyor. Kendine güvendiği her halinden belli. Bir taraftan da kaçak tütünden sigara sarıyor, tabakasına dolduruyor. Diğer köylüler de aynı şekilde hiç durmadan sigara sarıyorlar. İçilen sigaraların izmaritleri, ortaya atılıyor. Zaman zaman gençlerden biri kalkıyor; toprak zemindeki izmaritleri süpürüyor. Süpürgeyle tozlar, topraklar uçuşuyor. Oturanlar, bu tozlu, kirli havayı soluyorlar.

 

Muhtar Şerifin işaretiyle yemek geldi. Bulgur pilavı, pilavın üzerine de yağda pişmiş yumurta konulmuş. Yarım yıkanmış bir tabak beyaz üzüm, bir tas bulanık su, yiyeceklere sinekler üşüşüyor. Gençlerden biri elindeki kirli havluyla sinekleri kovalamaya çalışıyor. Muhtarla ben yemeğe oturduk. Diğerleri bakıyor. Tastaki bulanık suyun içmek için getirildiğini öğrenince ne yapacağımı şaşırdım. Başka içecek su da yoktu. Bu insanlar, yıllardır sağlıksız suları içiyorlardı. Yemekten sonra köyü daha yakından tanımak için dışarı çıkmak istedim. Köylüler, olmaz Öğretmen Bey, bu sıcakta dışarı çıkılır mı, dediler. Güneş kavurucu, insanın beynini pişiriyor. Gölgesinden yararlanılacak tek dal yok.

 

Akşam oldu. Yataklar, dama serildi. Muhtar iki üç basamakla çıkılan tahta karyolada yatıyordu. Karanlıkta, sokakta birileri dolaşıyor; köylüler, bağırarak birbirlerine bir şeyler anlatıyorlar, tartışıyorlar. Tartışmanın da ötesinde ağız kavgası ediyorlardı. Biri diğerine “kelp ibni kelp* diyordu.

 

Sabah olur olmaz, Mardin’e dönmek üzere yola çıktım. Güneş, insanın beynini kaynatıyor. Mendilimi çıkarıp başıma bağladım. Bir saat kadar bekledim. Bu bir saat, bana bir yıl kadar uzun geldi. Uzaktan bir araba göründü. Benden birkaç adım ilerde durdu. Bayram çocukları gibi sevindim. Köyün Nusaybin yolu üzerinde olması, yalnızlığımı bir derece olsun unutturuyordu. Bu özel arabaydı. İçinde bir teğmen, bir de yüzbaşı vardı. Yüzbaşı bana dönerek:

__Öğretmen misiniz?

  __ Evet.

  __Yeni mi geldiniz?

   __Yeni geldim.                                 

Birbirlerine baktılar. Bu bakışta, bu kadar genç, deneyimsiz öğretmen, bu köyde ne yapabilir anlamı vardı. Ya da bana öyle geldi.

Köyde, göreve başladıktan sonra, yatağımı, kitaplarımı, giysilerimi …getirmek için Arapgir ’e dönüyorum. Eşyaları, trene hangi zorluklarla, nasıl verdiğimi anımsamıyorum. Diyarbakır’da trenden  eşyalarımı alarak bir faytona yükleyip Mardin Kapı’da, Mardin’e gidecek bir vasıta arıyorum. Bir çığırtkan,”Merdin’e lo Merdin’e, şoföre bir lire, muavine el kuruş.”diyor. Üstü açık kamyona yolcu arıyordu. O yıllarda, taksi dolmuş, otobüs de vardı. Otobüsle Mardin yolunu tuttuk. Mardin’den de  Gülharrin’ e (Ortaköy) gidiyorum.

 

Okulun bir sınıfı var.Beş sınıfla bu sınıfta ders yaptım. Nasıl yaptım? Dört sınıfa ödev veriyor, bir sınıfla ders yapıyordum. Okulun bir tarafı sözde lojmandı. Okul tarafından bir masa getirerek üzerine yatağımı serdim. Gaz ocağını bir köşeye yerleştirdim. Tahta bavulumdan giysilerimi çıkarmadım; çünkü giysi dolabı yoktu. Duvarlara çiviler çakarak havlumu, kimi giysilerimi astım.

 

Bir gün akşam karanlığında, kadınların çığlıklarını, zılgıtlarını duydum.Muhtar Şerif’in oğlunu öldürmüşlerdi. Muhtar taraftarlarından Sait,elinde kocaman bir sopa, karşı taraftan kimi bulursa sopayı, tepesinde kıracak. Yargıya başvurursanız suçlu cezasını çeker, dedim. İmamın evinin damında bulunan kadınlar, benim muhtarın tarafında yer aldığımı sanarak, beni öldürmekle tehdit ettiler.

 

Lojmana geçeceğim, bir türlü cesaret edemedim. Ne olursa olsun deyip geçtim. Biraz sonra kapım vurulmaya başladı. Kim o,dedim. Aç jandarma, dedi,bir ses. İçimden, jandarma diye  geliyorlar, diye geçirdim. Ne var ki düzgün bir Türkçeyle seslenmişlerdi. Bu bölgenin ağzıyla konuşmamaları, kuşkularımı giderdi. Kapıyı açtım; jandarmaları karşımda görünce rahat bir nefes aldım. Devletin gücünü, iliklerimde hissettim. Zamanla o gününün en güvenli gün olduğunu anladım. Jandarmalara da köylülerden yatak aldık, birlikte kaldık. Köylüler, jandarmalar için yemeklerin en iyisini getirmek için yarışıyorlardı.

 

Jandarmalar, güvenliği nasıl sağlayalım, dediler. Ben, akşam 20’den sonra sokağa çıkma yasağı koyalım, dedim. O saatten sonra değil sokağa çıkmak, kuş bile uçmuyordu.

 

Muhtar tarafı, cinayetle ilgili 17 kişiyi, jandarmaya bildirmiş.Jandarma komutanı astsubay, bu cinayetle suçlananları, Ortaçağ’ı içeren filmlerdeki gibi tek sıra örkene (halata) bağlayarak Mardin’in yolunu tuttu. Ben de Mardin’e gidip maarif memuruna (ilköğretim müdürü) köyde can güvenliğimin olmadığını söyledim Olay yatışıncaya dek,Mardin’de kalabilirsin dedi. Ne var ki iki üç sonra köye döndüm, okulu açtım.

 

Lojman, dedimse salonu, odaları, mutfağı, banyosu olan bir yer anlaşılmasın. Suyu, elektriği, ocağı olmayan tek odalı bir yer. Petrol lambasıyla aydınlanıyorum, gaz ocağında, çayımı kaynatıyorum, yemeğimi pişiriyorum. Köylü, sarnıç ya da kuyu suyu kullanıyor. Sarnıç suyu kurtlanıyor, süzerek  içiyordum. Banyo yapacağım zaman öğrencilerimden istiyordum; onlar da kovalarla, ibriklerle taşıyorlar; gaz ocağında ısıtıyor. Çarkta (suyun dışarıya  çıkışı olan bir kişinin oturabileceği yer) su dökünüyorum.

 

Köye jandarma alay komutanı geldi. Okulun önünden geçerken bayrağın gönderiye iyi çekilmediğini söyledi. Albayım, bu kadar ip bulabildim, dedim. Oysa bayrağın yüksekte olması gerekirdi. Albay, yüzüme baktı,senin gözlerin sararmış, bir doktora git, dedi. Mardin’de doktora gittim, dizanteri olduğumu öğrendim. Aldığım ilaçla kısa zamanda iyileştim.

 

Bir  gün  Kavis (Yaylı) öğretmeniyle okulları kapatıp Suriye sınırındaki Aşağı Muhil Köyüne gittik. Bir de baktım, pencere kenarında Said-i Nursinin Sözler ve Mektubat adlı kitapları köylülerin Nurcu olduklarının belgeleriydi.Köylüler;  Türkçe,Arapça,Farsça karışımı bu kitaplardan ne anlıyorlardı ,bilmiyorum. Şöyle bir baktım; bir şey anlayamadım. Bursa Eğitim Enstitüsü’nde öğrenciyken okul yönetiminden izin alarak Nurcuların ne yaptıkları öğrenmek için  toplantılarına katılmıştık. O yıllarda, tarikatlar, cemaatler yaygın değildi. Ne var ki politika liderlerinden bazıları, Said-i Nursi’ yi ziyaret ederek seçimlerde desteğini alırlardı. FETÖ terör örgütünün temeli de Nurculuktur. Diğer tarikat ve cemaatler de Nurculuktan etkilendiği düşüncesindeyim. Ülkemizin, tarikatlardan ve cemaatlerden temizlenmeden esenliğe kavuşması ,zor gözüküyor.

 

Bu köyde, köylülerle saatlerce namaz kılmaktan yorulduk. Yemek için namaza ara verildi. Yemek, siniye tepeleme yığılmış bulgur pilavıyla yufkaydı. Kaşık yoktu. Köylüler, yufka ekmeğini koparıp pilava daldırarak lokma yapıp ağızlarına götürüyorlardı. Biz de bu yönteme uyduk.

 

Bir gün Mardin Valiliği’ne çağrıldım. Vali, masasında duran Gülharrin (Ortaköy) muhtarlık mührünü vererek yüzüme bile bakmadan bundan böyle bu köyün muhtarısın, dedi. Oysa, sorun olursa yardımcı olması gerekmez miydi? Bu köyde, muhtarın oğlu öldürülmüş; köy ikiye bölünmüş. Birbirlerine ateş püskürüyorlar. Her an bir kavga olacakmış gibi hava gergin. Nitekim köy alanında   köylüler, iki gruba ayrılmış kavga etmek üzerler. Araya girerek kim ilk adımını atarsa onu jandarmaya teslim edeceğim, deyince. Bir anda bıçakla kesilir gibi gruplar birbirlerinden ayrıldılar. Ben de hayret ettim! Her halde, muhtar olmamın etkisiydi; ama köylülerden biri, kavgaya karışanlardan biri silahını doğrultmuştu; ateş etseydi, sen gidiyordun deyince kavgayı canım pahasına önlediğimi anladım. Yaptığım, doğru muydu? Gençtim, tehlikenin bilincinde değildim; ne var ki öğretmen okullarında, köyün sorunlarıyla  da ilgilenmemiz doğrultusunda eğitiliyorduk. 

 

Anadolu’nun diğer kentleri gibi Mardinlilerin yaşantıları, özlemleri, aşkları, sevgileri, acıları, sevinçleri… Türkülerde dile gelmiş.

 

 Sabiha kimin gülü

İlkbaharın bülbülü

Yaktı yandırdı ben

Savurlu Mardin gülü

Nakarat

Yâr yâr Sabiha

Güzelliğin dillere

Destan olmuş gidiyor

Seni gören gençlerin

Ömrü tümden bitiyor

Nakarat

Mardinde en çok sevilen bir türküdür. Hemen hemen her düğün ve eğlencenin açılış ve kapanışlarında söylenir.

 

 

 

 

        



*dello: İnek ya da öküz derisinden yapılmış kuyudan su çekmeye yarayan torba biçiminde kap. Çekilen su testilere, bakraçlara, güğümlere boşaltılarak evlere taşınır.

* hotoz: Kadınların süs için saçlarının üstüne taktıkları çeşitli renk ve biçimde yapılmış küçük başlık

*kelp ibni kelp: Köpek oğlu köpek.

 
Toplam blog
: 391
: 2555
Kayıt tarihi
: 04.12.12
 
 

Hüseyin BAŞDOĞAN, 1942'de Malatya- Arapgir'de doğdu.Arapgir Ortaokulunu, Diyarbakır Öğretmen Okul..